Gönderi

Deli Murat'ın vahşi bir saraya benzeyen kulesi geniş ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu. Burasını hemen menzil hâline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa’nın dediği gibi kurumuş ağaçlar diktirdi. Her gün bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti. Kurumuş ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz tutmuştu. Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz kış hayrat devam ediyordu. Deli Murat'ın içine şüphe girdi: «Budala mıyım? Hiç kurumuş tahtalar çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle aldatmış olmalı!>> diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur, uşakların, yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara bile mutlaka aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin kabul olunup hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye başladı. Bir devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve birdenbire durdu. Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve silkindi. Murat kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp «Hayırdır inşallah!» derken, uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını gördü. Dikkat etti. Bu adam atından inmiyor: Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın... İnmem... diyordu... Uşaklar zorluyorlar: «İn, bir yudum çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır.» diye yalvarıyorlardı. Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış, uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden: «Ulan, ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!» dedi. Belinden tabancasını çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi. Yolcunun hızla uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. «Hayvan ölünce gidemez. Çorbayı içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun olur.» diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı. Üzerindeki adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu. Bir de ne görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip alnından çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Azıcık daha kendini kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti ki... Uşakları ürktü. «Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana haram olsun!» diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar. Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince birdenbire: — Â!... diye haykırdı, Bakınız bakınız!... Kurumuş ağaçların hepsi aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı. Deli Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor, gözlerinden saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın günahı affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme layık bir günahkârdı! Bunun kim olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi tanıyorlar: - Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet eylesin diye acıyorlardı. Fakat Deli Murat: Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!... Tanıyanlar tekrar reddettiler: Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşehrilerinden kimseye fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya baktı. Öksüzler büyüttü... - - Hayır, hayır, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!... Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şahadette israr ediyordu. Nihayet Deli Murat: - O hâlde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah işlemeye gidiyormuş! dedi. Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti. Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu!
Sayfa 263Kitabı okudu
·
87 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.