Gönderi

Son olarak birkaç noktaya daha değinelim: Birincisi, na­sıl ki, Çince bilmeyen bir topluluğa Çince bir konuşma yap­ mak, dinleyenler açısından bir ses yığını, hatta bir gürültü­ den ibaret ise, kavramları tecrübe etmemiş, deneyimlememiş,bilinç içeriği haline getirmemiş bir kişi için de burada anla­tılanlar, yalnızca elfazdan ibarettir. Bu durum, terimlerinin mısdaklarını/referanslarını bilmeden dinlenilen Kuantum fi­ziğine ilişkin bir konuşma için de geçerlidir. Çünkü bilgi, zihni olsun, harici olsun, bir şeyin bilgisidir. Bir şey, bir bi­ linç içeriği haline gelmemişse onu bilmemiz olanaklı değil­ dir; bu, ihsas ile, iç-bir deneyim ile ya da matematik-simge­ sel bir dille olabilir. Nitekim Aristoteles Fizik (s. 53) kita­bında bu durumu şöyle dillendirir:16 Açık olmayan şeyler aracılığı ile açık şeyleri kanıtlamak, kendisi aracılığı ile bilinir olanla kendisi aracılığı ile bilinir olmayanı birbirinden ayıramayan birinin işi (bunun olası olması görülmeyecek birşey değil: nitekim doğuştan kör bi­ri renkler üzerine uslamlama yapabilir). Dolayısıyla şu zo­runlu: böyle kişiler sözcükler, adlar üzerine konuşurlar ama hiçbir şey kavramazlar. İkinci olarak, yalnızca yanıtlar üzerinden yapılacak tarihi bir okuma söylenilenleri hafife almamıza neden ola­ bilir; ancak bu yanıtların arkasındaki soruları, soruların ar­ kasındaki kaygıları, hatta kaygıların arkasındaki korkuları dikkate alırsak, yanıtların zaman-mekanla kayıtlı olmakla birlikte, soru-kaygı-korku'nun ne kadar zaman-mekan üs­ tü, insana has olduğunu anlarız. Bu tespit yalnızca kadim düşünce tarihi için geçerli değildir; örnek olarak, günümüz­ de çekim, hiç de Newton'un anladığı biçimde değildir; atom anlayışımız bile Einstein'den daha farklıdır. Eminim ki, bu­ gün, başta İbn Sina olmak üzere kadim dönemde ışk kav­ ramı etrafında yapılan değerlendirmeler ne kadar hafif bu­ lunuyorsa, çok da ileri olmayan bir tarihte bugün iş gördü­ ğümüz pek çok felsefi ve ilmi kavram da aynı akıbete düçar olacaktır. Burada sorun, kadim dönemde kendi bağlamında söylenilenleri önce mutlak hakikat gibi kabul edip, sonra da yaşanılan gerçeklikle uyuşmayınca mutlak hurafe saya­ rak reddetmektir. Bu durumun en güzel örneği kanımızca şudur: Mızraklı İlmiha/'i, soru-kaygı-korku sürecini dik­ kate almadan mutlak bir hakikat kabul edenin sonu ya Mızrak-lı-lık'a takılıp İlmihal'i atlamak ya da gerçekliğe karşılık gelmediğini görünce İlmihal'i atlayıp Mızrak-sız-lık üzerine edebiyat yapmaktır; kısaca sorun -lı ya da -sız takı­larından daha önemlidir. Dediğimiz gibi, bu tespit yalnızca dini ve felsefi birikim için değil, bilimsel kabul edilen bilgi için de geçerlidir; Bohr'un deyişiyle: "Bugünün bilimi, yarı­ nın efsanesidir." Üçüncü olarak, ışk'ı, günümüzdeki anlamıyla bi­ le, bir duygulanım olmaktan çıkarıp istidlali aklın sınır­ ları içinde tahlile tabi tutmak, -ister istemez kavram­ sal, nedensel, yöntemsel ve eleştirel bir ilişki biçimi­ ni da yattığından (çünkü kavramsal inşalarımızda tutar­ lı olmak zorundayız)- tüm açıklamalarımızda, o anda sa­ hip bulunduğumuz amacımızın mantığına mahkum ol­ maktır. Kalin bitmeyen tahlilleri hali tanınmaz hale ge­ tirir; ancak yine de en azından üzerinde konuşmak için hal'i, makul hale getirmek zorundayız; bu makuliyetin en alt birimi sufilerin iş'arı iken en üst birimi ariflerin ibaresi olarak kabul edilebilir. Mantık ya da dil temelinde formel tahlillere gelince, bize kimin ne düşündüğünü öğretir, fakat ne yaşadığını göstermez. Nitekim kadim dönemde bile dü­ şüncenin/bilginin aleti olan mantıkla ışk'ı tanımlamaya kal­ kışanlara, sufiler şöyle karşı durmuşlardır: Işk kıyasa dökü­ lemez; çünkü kendi bizatihi illettir, orta-terime gelmez; kü­ çük-terim de büyük-terim de onda erimiştir; bizatihi ken­ di tek bir önermedir; bizatihi matlubdur; delile girmez/for­ ma giymez. Çünkü ilişkinin kurulmasını bilmek ile anlamı­ nı anlamak ayrı ayrı şeylerdir. Bilginin nasıl elde edildiği­ ne ilişkin tüm süreçleri tespit etmek bilginin ne olduğunu vermez; olsa olsa nasıl elde edildiğini verir; benzer biçimde ışk'ın biyolojik, psikolojik süreçlerini tespit etmek, ışk'ın doğasını değil, ışk'ın nasıl ortaya çıktığını ve insan üzerin­ deki etkisini gösterir. Örnek olarak, insanın maşukunu gör­ düğünde kalbinin çarpması, ışk'ın bir kalp çarpıntısı oldu­ ğu anlamına gelmediği gibi -benzer biçimde- ışk'ın yaşan­ dığı anda insan gövdesindeki biyolojik ve psikolojik tepki­lerin toplamı da ışk'ın kendi değildir. Hatta ışk genini bul­ mak bile ışk'ın kaynağına ya da bizim beşeri yetimize işaret eder; ışk eyleminin bi'/-fiil hali hakkında fazla bir şey söy­ lemez. Kısaca, insan belki beden/madde ve bilinç/manadan mürekkeptir; ancak insan bu ikisinin ötesinde yeni ama yepyeni bir-şeydir; hem maddedir hem mana; hem bilgidir hem de ışk.
Sayfa 110 - Papersense YayınlarıKitabı okudu
·
73 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.