Cümlemin sonuna yerleşen noktayı çoğaltıyorum. Birken iki oluyor ve ardından üç. Son iken, bekleyene dönüyor. Bu artışın tek başına, aklımda yer bulamayacağı farkındalığını gün yüzüne çıkarmamışken henüz; taşıyamadığımdan, boşluğa akıyorlar hemen; o tanelerin dizili olduğu tesbihin ipi kopunca nasıl dağılıyorsa boncuklar, öyle saçılıyor noktalar, hızla. Tüm saçılmışları toplamak niyetinin telaşına düşmüş buluyorum kendimi sonra. Tek tek ipe dizmek ve yeniden bütünün içindeki bire ermek telaşı. O tekleşen ve sonlaşan noktaya. Peşlerine düşüyorum. Nerede oldukları bilgisine uzağım. Nasıl ki çoğalttıysa kendini tek olan, ben de çokluğun bir aradalığına dair bir işaret arıyorum. Arayışım meyvelerini veriyor, gittikçe çoğalıyor üç noktanın ardında bıraktığı iz. Aynı yöne gidiyorlar. Her biri, tek bir cümlenin sonunda köşeye sıkışacak diyor içimdeki his. Öyle çok sıkışacak ki çokluklarından eser kalmayacak. Katettiğim yol uzadıkça uzuyor, bununla beraber koştukça açılıyor sanki noktalarla aramızdaki mesafe. Bir süre sonra ne o üçünü yakalayıp tek bir nokta olarak tutabiliyorum ne de bıraktıkları izleri görebiliyorum. İzleri hatırımda; bu şekilde eminim görmediğim devamın varlığından. Gözümün görmediğini hatırlar vaziyetteki bu kendini bilmezliğim çarpıyor yüzüme hınçla, kâr etmiyor. Düştükçe ellerime bulaşıyor izler. Kalktıkça ellerime bulaşanı dolduruyorum ceplerime. Taşımak lazım, hissediyorum. Hatıralarını saklıyorum. Sayıklıyorum. Görmüyorum hayır, ellerime bulaşanı görmüyorum! Ceplerimde taşıdıklarımı görmüyorum! Hatırımda kalanları görmüyorum! Üç olanı görmüyorum. Aklımla düşünüyorum.
Bir zaman sonra, belki de aklım taşıyamadığından bir destek gerekliydi, diyorum. Neden sonra; kalp, diye çınlıyor sesim kulğımda; o hep yumuşak, o hep saf, o hep ümitvar ve o hep görünenin fazlası. Belki de bu çokluğun bir parçası ona sığar, diyorum. İzleri unutup onun peşine düşüyorum bu kez. Ne kadar yürüdüğümden haberim yok: eşiğindeyim. Kalbe nazır konumlanıyorum önce. Sonra: Tak tak tak… Bir nefeste çalıyorum üç kere, tek bir ses geliyor üçünden de. Kapı açılıyor hemen, kalbin kapısı iki kere çalmaya hiç gelmiyor. İçeri buyur ediliyorum ardından. Kapıdan içeriye girene kadar bir hatıra dizisine takılıyorum. İzler… İzleri takip ediyorum. Geride bıraktığımı sandığım izler. Görmediklerim… Hissettiklerim… Sayıkladıklarım… Kendinden emin bir şaşkınlıkla aralanıyor dudaklarım: “Tüm kaybolunmuş yollar kalbe çıkar ve tüm kayıplar da yol bulur kalpten.” Ben susar susmaz, cümlemin sonuna diziliyor hemen içeride beni bekleyen üç nokta. Anlıyorum ki bu, en başından beridir kalbin yükü. Orada öylece kalıyorum bir süre. Uzunca bir süre… Gönlümce bir süre…
Gel zaman git zaman ve vakit tamam. Ayrılıyorum tekrar içeriye girdiğim kapıdan, cem-i cümlemi alarak. Üç nokta peşimiz sıra geliyor. Yüzüme açılan kapı bu defa yüzüme kapanıyor. Yürüyoruz. Uzaklaşıyoruz. Yürüdükçe hissizleşiyorum. Bir an, kalbe uzak bir an, ardıma döner dönmez tek bir nokta ile kalakaldığım çarpıyor yüzüme. Ardından, “Kim bilir, ne zaman çoğalırız?” diyen bir ürperti... Çokluğun azlığı hissi… Yokluğun eksikliği tadı… Ve yine an geliyor, buna dayanamıyorum. Hatıralar… Sayıklamalar… Bir… İki… Üç… Noktalar… Taşıyamıyorum.