Gönderi

196 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
Korkuyu mu Bekliyorsun?
Kapımın önüne varıyorum. Elimi yavaşça anahtarlığı her zaman koyduğum yere götürüyorum. Bir elim her seferinde burada. Belki düşürebilirim diye temkinli davranıyorum. Buna rağmen varlığını hissettiğim anahtarlık beni rahatlatıyor. Bakalım bu sefer tek seferde anahtarı deliğine denk getirebilecek miyim? Yok gene denk gelmedi. Hemen diğer tarafını çeviriyorum. Arkada da gözlerim olsaydı bana bakan çocukları görebilseydim. Top bir o yana, bir bu yana! Çocuklardan oldum olası nefret etmişimdir. Bende çocuk olmuşmuşum! Beni garip gözlerle süzdüklerinden kibar olmak gibi bir dertleri yok. Olduğum gibi varlığımı yorumluyorlar. Garip bir görünüşüm mü var? Normal bir insan olduğumu düşünsem de çocukların bakışları ele veriyor. Diğer insanlar tabiiki de kibarlar. Her doğru her yerde söylenmezmiş. Gözler konuşurmuş. Çocuklar ikisini birden yapıyorlar. Biraz terbiye almışlar canım, arkamdan söylüyorlar. Kapının gıcır sesi beni anlık bir rahatlamaya sevk ediyor. Güvenli alanıma giriş yapmanın mutluluğunu hissediyorum. Çocukların vermiş olduğu rehavet anlık bir kaybolmayla sükûnet getiriyor. Geliştiğimi hissediyorum. Kelebekten kozaya döndüğümü varsayıyorum. Terse doğru bir gelişim… Normalde düzgün haline sahip olmak istersin ama özgürlük bana yaramıyor. “Evimde mutluyum” yalanına çok inandım. Neymiş efendim, “aramayan bulamazlar” felan. Beklenen geç geliyor ya , gelmesini bekleyecek ne vakit ne de sabır kalmış. Evinde kalacaksın, kozanda yavaşça mutluluğa koşacaksın. Eve girip, dağınıklığın farkına varıyorum. Uzun süredir aklımda olan düşünceleri gerçekleştirememenin verdiği rahatsızlığı buraya her baktığımda yaşıyorum. Anlık bir dalgalanma ile gelen “hadi şurayı bir toplayayım” iştiyakı bir anlığına sönüyor. Dağınıklığın yaşamımın bir parçası olduğunu yeniden hissediyorum. Ara sıra yaşadığım iki hissi aynı anda yaşama durumu burada da oluyor. Eski Alman yazar Sigmund Freud yazmıştı değil mi? Ne deniyordu? Ambivalans! İki zıt hissi aynı anda yaşamak. Öyle bir durumdayım. İlkel halklarda tabuya karşı olan tutum ve aksine karşı olan istek çarpışır ve ortaya ikilemli bir durum çıkar. Kendisinden yapılmamasını isteyen duruma karşı koyan kabile üyesi en sonunda tabu yaşamının içinde büyüyen toplum tarafından tabulaştırılır, dışlanır ve alaşağı edilir. Alaşağı mı edilir? Ben de mi edildim acaba? Yerel halklarda olduğu gibi . Etraftakilerin kötü bakışlarının bir sebebi olmalı değil mi? Bana yanaşana kötü bir şey olur bakın. Hepinizin canını okuyacağım! Toplasam mı etrafı? Daha önemli şeylerin varlığından olsa gerek böyle sıradan işlere pek zaman gelmiyor. Nedir bu daha önemli işler? Kendimi hep böyle cümleler ile avuturdum. Sıradan günlük işlerin önemli olduğuna dair bir görüşte vardı ama ben kendimi hep yüksek mertebe işlere adamaya çalışıyordum. Tabii ki başarısız oluyordum. İnsan yerini bilmeli. Sıradansan sıradanlığını bil! Öyle boynundan büyük işlere kalkışma! Sonunda hepimiz aynı yere gitmeyecek miyiz? Bu önemli işlerin hepsi ölüm denilen kavram sonrasında önemsiz kalıyordu. Üzerime gelen rehavet beni gene yıkıyor. Bir şey yapmak gerek diye düşünüyorum. Öyle sadece yaşadığımı hissettirecek bir şeyler, varlığımı hatırlatacak bir şeyler. Ayağımdaki sızı bir anlığında geçince ayağa kalkıyorum. Beynimin ortasına doğru gelen acıyı azaltmak üzere annemin bana çocukken verdiği tavsiyeye uyuyorum. Yüzümü yıkayınca kendime gelecekmişim. Sabah kalkınca ilk iş olarak yatak toplanır sonra yüzler yıkanır. Böylece güne başlanmış olur. Sıralamaları gene doğru yapmadım. Banyoya doğru hareketleniyorum. En ufak hareketlerimi bile büyük bir ciddiyetle yapıyorum. Eylemlerin ciddiliğini yaşıyorum. Ayna’ya fazla tahammül edemezdim. Abimin beni eski yıllarda korkutmasından mı küçükken okuduğum korkunç hikayelerden mi bilinmez. Ayna’da gözlerime odaklanırım. Gözlerim bir müddet sonra kendisini gördüğüne inanamaz. Ayna başka birine dönüşecekken, giderim. Aynaya bakarken ilk olarak suratımın yıkanmamış haline dikkat kesilirim. Bu halin biraz sonra yüzümü su dediğinde daha güzel oalacağını düşünürüm. Saçım ıslanır ve sağa doğru taranır. Böylece daha düzgün bir suratım olur. Böylece daha masum bir tip olurum. Bu sefer böyle olmuyor, ayna bana ihanet ediyor. Yüzüm daha masum bir ifadeye bürünmüyor, saçım taranmıyor. Kendi yüzümü görecek bir saygım bile kalmadı. İnsanın saygısı olması için amaca sahip olması gerekir bir kere. Bir amaca sarılmadan insan yaşarmıymış? Öyle… Başıboş! Amacın ne olduğunu önemlimiymiş? Birine bağlanmak gereklimiymiş? Varlığımın sebebi neymiş? Ahlak neymiş? Ölümden sonra ne olacakmış? Buraya kadar nasıl gelmişiz? Sorular , sorular, sorular… Ölü diller uzmanı arkadaşım ile birlik olup bir kitap çıkarmalıyız. Soyut soruların somut sorulara dönüşümü ve somut cevapları hakkında. George Orwell yapmış onu? O sözlüktü bir kere! Yeni lisan sözlüğüyle bunun alakası yok. O kelimeleri sadeleştirme ile alakalı idi , bizimki ise soruları sadeleştirmek ile alakalı. Günlerdir yemek yemediğim aklıma geliyor. Bunu bile kendime hatırlatmak gerektiğini acıyla fark ediyorum. Neden yiyecekmişim ki sanki? İlk olarak perdeleri kapatayım, görmesinler beni. Aman kaçayım! Sonra… Şey… Konuşmak zorunda kalırım. Konuşmak , tanışmak ve iletişimde kalmak bana göre değildi. Her seferinde sonunda ilk adım ya da son adımında başarısız oluyordum. Birisiyle konuşsam , tanışsam iletişim halinde kalmanın zorluğunu yaşıyordum. O yüzden konuşmamayı tercih etmeye başladım. Konuşma eyleminin hakkını sonuna kadar veren taksicilere bile doğru cevap veremem. Nerelisin ile başlar bu muhabbetler. Sonrasında akraba çıkmayı çalışırlar. Sistem hiç değişmez. Nerelisine verilen cevaba göre bir tarama yapılır. Tanıdık biri bulunca da “falanca bir tanıdığım oradaydı, soyadı şuydu” denir. Bilemiyorum da diyemezsin. “Babam bilir” gibi kestirme bir söz verilir. Öyle tanımadan insanlarla muhabbet zordur. İnsanlar genel olarak zordur. Peki ne yapacağız sorusu kafada? Şey… Hayvan gibi takıl efendi! Olurum tabii ki! Beynim boş durmuyor. Her an eşya ile ilgili yorumlar ardı ardında sıralanıyor. Sahi insanların ne olduğunu anlamak bu kadar zor iken ilk görüşte aşk gibi bir zırva nasıl çıkmış? İnsanlarla alakalı yapabildiğim basit yorumlar ve haklılık payları ile alakalı istatistiki bir araştırma yapılmalı. Veriler toplanmalı ve saygısız dediğim bu adamın saygısızı olduğu kanıtlanmalı. Soyutmuş! Ne soyutu efendim? İşte, tipinden belli! Kanepeme gene çökeyim. Varlığım üzerime çöküyor. Bir an vazgeçip , şevke geliyorum. Olağanın dışında bu hareketim içerimden bir yerden garibime gidiyor. Mutfağın berbat durumuna bakıyorum . Yemek isteyen beynim mi yoksa midem mi? Düşünmek eyleminin hakkını sonuna kadar veriyorum. Her zerresine kadar düşünelim hayatı. Bir defa geliyorduk değil mi? Köküne kadar yaşamak gerekliymiş. Öyle diyorlar televizyonda. Burnundan konuşan ve Anadolu kadının yaptığı yemekleri kanımca itici bir ses tonuyla anlatan kanaldan hemen sonra televizyonlar bir şeyler söylemeye başlıyor. Televizyonlar genelde bazı şeyler söylüyor. Aptal kutusu falan diyorlar. Olur mu canım? Televizyonlar hep bir şeyler söyler. Bursa’nın Osmangazi ilçesinde bıçaklı saldırı… Gene birileri yaşamın bir yerinde haylazlıklar yapıyor. İnsanlar birbiri ile ilişkisine farklı adlar koyuyor. Katil, zanlı, şüpheli, masum, maktul gibi isimler alıyorlar. Var olmaya çalışıyorlar efendi? Varlıklarını hissediyorlar! Ben sayılar arttıkça ölürken onlar yaşıyor. Bir yerlerden hayata tutunuyorlar. Yarım kalmışlık hissinden kurtuluyorum. Bir insan , iki insan… Ben neden yarım kalıyormuşum? Yaşamıyor muşum çünkü bir şey katmamışım dünyaya. Katmalımıymışım? Şey… Varım ya! Yetmiyor mu? Gençlik yıllarıma gidiyorum. Sizi neden işe alalım cevabına verdiğim soru aklıma geliyor. “İhtiyacım var!”. Çaresizlik bu ya. “Böyle çok severim” , “öyle çok severim” lafları ilk başta akla gelmiyor. Çaresizlik ya… şirketinizin şu özellikleri sevdim laflarını unutuyorum. Çaresizlik ya… Kendimdeki kötü özelliğe “çok çalışmak” diyemiyorum. Çaresizlik ya… “şu tanıdığımın önerisiyle geldim” demiyorum. Çaresizlik ya… Saçmalama başlıyorum. Bunları da dışıma dağıtırdım eskiden, şimdi kendimi yiyip bitiriyorum. Hemen düzeltmeye koyuluyorum. O sırada varlığın gidişatına ters olarak telefon çalıyor. Telefon mu çalıyor? Telefona yaklaşıyorum. Aslında bir telefona sahip olduğumu o sıralarda fark ediyorum. Hemen açmıyorum. Kapanıyor. Yerime doğru giderken yeniden çalıyor. Ben açamam şimdi! Şey… Benim de önemli işlerim var. Öyle değil mi? Biraz çalsın. Acaba güzel bir haber mi gelecek? Yok diyorum. Güzel şeyler birdenbire olur, öyle bekletmez insanı. “Aloo!” Kahretsin! Erken açtım. “Efendim, ben …. kargodan arıyorum, yarın evinizde müsait misiniz?” Müsait miymişim? Müsait… Yok yok! İşlerim var benim önemli işlerim…”Müsaitim evladım”. Ah birde evladım diyorsun. Kibar konuştu diye hemen yaşlandırdın kendini. “Evinize öğleden sonra bir posta için geleceğiz. Haber vermek üzere aramıştım.” “Teşekkür ederim , gelebilirsiniz.” Kapatıyorum. Boş bir insan olduğumu düşündü kesin. Kelimeleri bile doğru sırayla kuramıyorum ki! İçimde konuşa konuşa dışım eskimiş. Ağzım varlığını beynime bırakmış . Bir saniye! Ne kargosu? Beni kimse tanımaz ki! Beni sarmalayan yalnızlığımla bile bilinmem ben. Eşya üstüme çökmeye başlıyor. Televizyonun karşısındaki dağınık odanın ortasındaki tekli koltuğa kuruluyorum. Kim gönderdi acaba? Perdelerin şekli de ne kadar bozukmuş. Bana faturadan başka posta gelmez. Kim bu? Ne oldu da düzenim bozuldu şimdi? Bir şey beklemezdim ben. Öyle sıradanlıklar beni günden güne boğardı. Neyi bekliyordum? Bir sonraki gün belki yaşardım. Bir amacım oldu şimdi. Merak duygumun ilk defa körüklendiğini hissediyordum. Telefon sapıkları olmasın bunlar. Yanlış numara olduğunu anlayınca kıvırttılar kesin. Adresimi söylemediler ki. Yarın gelecekmiş. Kargoymuş! Ayağa kalkıp yavaşça dışarı bakıyorum. Çocuklar hala orada. Beni fark ettiklerinde gülüyorlar. Bu haylazlar bana bir şaka mı yapıyor acaba? Onların bu kadar büyük bir işe kalkışamaycağını düşünüyorum. Hemen bir kağıt alıyorum. Daha ciddi bir durum olduğunu kendimi inandırıyorum. Yok! Ben gerçeği beklemiyorum. Korkunç şeyler olmadıkça düzen bozulmaz. Kargaşa düzeni getirir. Göktaşı dünya ya vurur ve yaşam başlar. Yaşamaya başladım, o halde berbat bir şey olmalı, korkunç şeyler olmalı. Bir not yazıyorum: “Bugün saat 14.00 sularında aldığım telefon neticesinde haletime uygun olmayan bu namütenasip durum beni endişeye sevk etmiştir. Hayatımın ciddi bir tehlikede olduğunu hissediyorum. Gidişatın tersine işleyen ahval, beni derin bir endişeye boğuyor. Başıma bir şey olduğu takdirde telefondan en son numaraya bakılmasını rica ediyorum... ” En görülebilen yer neresiydi? Polise mi verseydim? Direk polisi arasam? Ya o kadar da önemli bir şey değilse? Gerçekten bir kargo ise? Sorular sorular getiriyor. Bekleyelim! Zaten daha iyi yaptığımız bir şey var mı? Dışarı mı çıkayım? Mutfak ne olacak? Kalsın! Yarını bekliyorum. Kararımı verdim, beynimin kıvrımlarına kadar sinyallerin dolaştığını hissediyorum. İnsan beyninin yüzde 10'unu kullanırmış. Yalan mı bu bilgi? Yüzde 100'ünü kullansa telekenize yeteneği edinecekmiş. Fazla televizyon izledim sanırım. Yatağıma doğru yollanıyorum. Gün yarın olsun diye tavana bakıyorum. Yıllardır yaşamadığım bir his! Yarın olsun diye beklemek. Neyi bekliyorsun? Korkuyu mu, gerçeği mi? Sabah kapının çalma sesi ile uyanıyorum. Postacı iyi günler ile selamlıyor beni. Şaşkınlığımı anlamıyor. Zararı yok ! Beni daha kimler kimler anlamadı zaten . Elime bir posta tutuşturup , imza attırıp gidiyor. Olanları şaşkın bakışlar ile izliyorum. Postayı elime aldığım gibi açmıyorum. Bir kenara koyuyorum ve izlemeye koyuluyorum. Acaba ne var içinde? Bir mektup olduğu söylenmişti değil mi? Kendime uzunca bir süre gelemiyorum. Merakla, korkum çarpışıyor ve Freud haklı çıkıyor. Daha ne kadar bekleyebilirim? Dışarı doğru bakıyorum. Çocuklar bugün oynamaya başlamamış. Bazı insanlar etrafta dolaşıyor. Suratlarından günlerinin iyi geçmediğini anlıyorum. Kesin gene birileri birilerinin gününü zehir etmiştir. Aklımın dağılmasına anlık bir müsaade ediyorum. Olaya odaklanmalıyım? Mektuba doğru yöneliyorum. Çocukların bana oyun oynama ihtimali yeniden gözümde canlanıyor. Bir şey olursa diye yazdığım kağıda bakıyorum. İlk olarak onu televizyonun önünde görülebilen bir yere bırakıyorum. Sonra mektuba doğru yöneliyorum. Elime alıp televizyonun önünde ki sehpaya bırakıyorum. Perdeleri kapatıyor. Koltuğuma kuruluyorum. Her şeyi yavaş ve sakince yapmam adetim olmuştu. Burda da kuralımı koruyorum. Postaya açtığımda bir mektup görüyorum. Ne olacaksa olsun kafasına gelmiş durumdayım. Bir şeyler değişirmiş. Değişim korkuturmuş! Korkuyorum! Gene de dayanamayıp mektubu açıyorum. ”Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk! UBOR-METENGA” (1) Mektupta anlamadığım dilde yazılan bir cümle görüyorum. Önemli bir şeyler olması gerektiğini düşünüyordum. Bir yerlerde birileri hakkımda bir şeyler kurcalamış ve bu bir tehdit mesajı olmalıydı. Beklenmedik bu mektup damarlarıma kadar siniyor. Hayatım tehlikede miydi? Hangi dilde olduğu ve ne anlama geldiğini bilmiyorum. Korkum bir tık daha artıyor. Ne demek oluyor şimdi bu? Aklımı toparlayamıyorum. Ölü diller olmalı bunlar diye düşünüyorum. Kim ne diye bana böylesine bir mektup göndersin? Ne yapacağımdan bir haber bir şekilde etrafta dolanıyorum. Dağınıklık yürümeme bazen engel oluyor. Sinirim ve korkum aynı seviyede artıyor. Bir çözüm , bir kaçış bulmam gerek diye düşüyorum. Aniden aklıma ölü diller uzmanı öğretim üyesi arkadaşım geliyor. Evet! Doğru, onu arayabilirim. O bana mektubun ne anlattığını söyler. Bir şeylere doğru gitmenin heyecan ve korkusunu yaşıyorum. Nerede bu numara? Yavaş adımlarla evi dolanıyorum. Sehpaların üzerindeki karışık numaralara bakıyorum. Gözlerinde bir yerde olmalıydı! Arasam ne diyeceğim? Bayadır da aramadım ki. Başkaları da öyle yapmıyor mu canım? Üniversitede ki yurt müdürümüm de böyle yapardı. “Merhaba Necdet?, Nasılsın iyi misin?”. Necdet cevap verirdi, içinden muhtemelen “neden aradı acaba şimdi, ne isteyecek” gibisine sorular geçiriyordu. “İyiyim Ömerciğim, sen nasılsın?”. Zorunlu kibarlık gibi bir durum oluşuyordu. İnsanlara ne yaptığın değil ne gösterdiğin önemliydi. Ardında sayın Ömer Hocam konuyu araba bakımını nerede ucuz yaptırabileceğine getirirdi. Necdet o konularda iyidi. Bir şeyde iyi olduğunda insanların seni mi vasfını sevdiğini hiç anlayamıyorsun. Bu düşüncelerle numarayı buldum. Bayadır görüşmemiştik, üniversitede bitince o devam edip yüksek lisans yapmış ve koşuşturmacasına devam etmişti. Ben ise sıradanlığı seçmiştim. Onun başına bir “doktor” etiketi gelmişti. Bana da çocukların gülerek söylediği “amca” etiketi takılmıştı. Oralar biraz daha yüksek mevkilerde benim erişebileceğim noktalarda değildi. Ya da ben abartıyordum. Kelimeler yanlış veya doğru su götürmez şekilde vardı ve “doktor” sözcüğü saygıyı da beraberinde getiriyordu. Biraz düşündükten sonra onu aramaya karar verdim. Numarasını çevirdim ve biraz tedirgin olmaya başladım. Oda önemli biriydi. Telefonu sekreteri açtı. Şu anda bir toplantı da olduğunu ve 15 dakika sonra tekrar aramam gerektiği ifade edildi. Kendimi tanımlayamadım. “Ben onun önceden arkadaşıydım” sözleri yemiyordu. 15 dakika sonra yeniden aradım bu sefer direkt bir şekilde yönlendirdi. Arkadaşım beni uzun zamandır görmediği için ilk başlarda hatırlamadı ,hatırlayınca da sanırım onların tabakasında makul olan bir şaşırma tepkisi verdi. Sahteciliği belli oluyordu. Ona mektuptan bahsettim , böylece benim de sahteciliğim belli oldu. Eski iki arkadaş arasında sahte bir muhabbet… Ne de hoş! Ölü diller uzmanı arkadaşıma mektuptan bahsettiğimde yanına uğramamı söyledi. Hem hasrette giderirdik değil mi? “Bir çayımı içmeye gelsene hem.” dedi. Hemen dışarı çıkıp kendimi üniversiteye attım. Koca koca binaların arasında kendini kaybetmemek mümkün değildi. Öğrenciler sağda solda oturuyor ve yaz havasının verdiği mayışmışlığı yaşıyordu. Vazgeçilmeyen öğelerden voleybol oynayanlar, bir yere acele yetişmeye çalışanlar , derse gidenler, dersten çıkanlar vb. Öğrenciler çeşitli kategorilere ayrılabiliyordu. Arkadaşımın bulunduğu binaya gittim, girişte biraz yaşlıca bir amcaya odasını sordum. Her ne kadar sigara içilmesi yasak olsa da amcamın sanırım bir rahatlığı vardı. Garip bir tarif verdi. Herkes bir yerlere koşuşturuyordu. Herkesin önemli bir işi olsa gerekti. Akademisyenler, doktorlar, profesörler ve öğrenciler… Herkes bir köşesinden binanın varlığına katkıda bulunuyordu. Dr , Prof.Dr , Doç. Dr , Dr.Öğr.Üyesi , Arş.Gör gibi makam belirten cümleler ve ardından isimler bulunuyordu. Arkadaşımın Profesör olduğunu bildiğimden o tabelalara bakıyordum. Koşuşan birilerine sormak istedim, bir yerler tarif edildi. Duran yoktu, yetişir ayak tarif ediyorlardı. Sonunda buldum ve kapıyı çaldım. Arkadaşımın tok “gel” sesiyle kıpraştım. İçeri daldım. Daldığım gibi özenilmişliğin verdiği muhteşem düzen karşımdaydı. Makamımı onu böyle yapmıştı yoksa o zaten böyle miydi? İnsanın böyle mi olması gerekiyordu, yoksa makam mı böyle gözükmesini gerektiriyordu? Sorular gene kafada dönüp duruyordu. Bana sıcak bir karşılama yaptı. Uzun zamandır görüşmediğim insanlarla yeniden nasıl muhabbet kurulur hiç bilmiyordum. Onu taklit etmeye çalıştım. Ama mektubun ne olduğunu anlama merakı her seferinde ağır basıyordu. Sekreterini aradı ve bize 2 çay söyledi. O arada konuyu mektuba getirdim. “Çıkar da bir bakalım” dedi. Biraz istemeyerek verdim. Özel bir mektuptu neticede. Yavaşça gözlüğünü çıkardı, gözüne taktı ve ağır aksanlarla; “hmm”, “öyle”, “bir saniye”,”anlıyorum” gibi ağırdan alma cümleler kullandı. Suratındaki ifade den durumun iyi mi kötü mü olduğu anlaşılmıyordu. Bir müddet sonra mektubu bırakıp bana döndü. “ ‘Gizli Sukünet’ diye bir cemiyet göndermiş bunu sana”, dedi. Anlık bir şok geçirdim. Canım gerçekten tehlikede idi galiba. Ne yazdığını sordum. Biraz alaycı ve gülerek ; “Evinde kalman gerektiğini söylüyorlar. Ciddiye alınacak bir mektup olduğunu sanmam. Muhtemelen yanlışlıkla gelmiş. Tam anlamak için bir arkadaşıma sormam lazım. Mektup ben de kalabilir mi?”. Yok kalmamalı , kalamaz ! O benim! “Tabii ki kalabilir”. Hemen eve gitmek istiyordum. Arkadaşım bu telaşımı yersiz buldu. Yarın gün içinde mektubun ne olduğunu araştıracağını ve bulursa beni arayacağını söyledi. Çayımı içip çıktım. Muhabbet kesilmiş, iş yerine getirilmiş ve dostluk son bulmuştu. Eve doğru önümü bile görmeyerek gittim. Bu sefer tekte anahtar deliğini buldum. Evdeki tüm camları kapattım, pencereleri çektim ve kapıyı üst ve alttan kilitledim. Korkuyordum! Yatak odasına çıkıp kapıyı oradan da kilitledim. Bu mektubun ne olduğunu öğrenene kadar hareket etmemeyi düşünüyordum. Telefonu bekleyecektim. Yatağa geçtim ve beklemeye koyuldum. Sıradanlık ne zaman bana göre oldu? Bir sorun olmalı diye düşünmüştüm. Gerçekten bir sorun olmalıydı. Geçen haberlerde söylemişlerdi zaten. Bir cemiyetin alttan alta bazı işler yaptığına dair iddialar vardı. Bölgedeki vatandaşlar uyarılıyordu. Sonunda beni de bulmuştu. Onların dediğini yapmak ne kadar mantıklı? Dışarı çıkarsam ne olacak? “Gizli Cemiyet” ya da Ubor Metanga… Evet kendilerine bu adı vermişlerdi. İzlediğim filmlerin de etkisiyle beni bir yere kapatacaklarını ve ayin yapacaklarını hayal ediyordum. Hayallerin devamı aynadaki silületim gibi kayboluyordu. Beni gelip alıyorlar , zorla bir yere götürüyorlar oradan bazı anlamsız sözler ile etrafımda dönüyorlardı. Hemen kurban etmiyorlardı beni. Önce ayinin katı kuralları yerine getiriliyordu. Giyinişi ve sesinin tokluğundan bu cemiyetin başı olduğu anlaşılan biri geliyordu. Elinde bir bıçak duruyordu. Ölümü zaten hep beklerdim ama ölümü hissetmenin, bir adım ötede hissetmenin hayalini bile yaşamaktan korktum. Bana yaklaşıyordu. İlk olarak sesine ayinimsi bir ton katarak biraz da opera tarzı bir tonla bir şeyler söyluyordu. Anlamsız kelimeler olduğunu düşünsem de onlara göre çok önemli şeyler olmalıydı bunlar. Bıçağı havaya kaldırıyor, bana biraz daha yaklaşıyordu.”Ubor Metanga” diyordu. Bıçağı elinin arasına geçiriyor ve elini kesiyordu. Kanlar suratıma düşüyordu. Bu noktadan sonrasını hayal edemiyordum ve rüya sonlanıyordu. Başka bir rüya da bir anda kafama bir çuval geçiriliyordu. Bir arabanın içine zorla tıkılıyordum. Patronları tarafından görevlendirilmiş adamlar beni bir ormanın ortasına getiriyordu. Başımdaki çuvalı bir türlü açmıyorlardı. Kazma ve kürek sesleri vardı. Birbirlerine küfürlü sözler ile sinirlendiklerini duyuyordum. En sonunda çuvalı çıkarıyorlardı. Önümde derince kazılmış bir mezar görüyordum. İçindeki tabutun üstünde “Ubor Metanga” yazıyordu. Beni zorla tutup içine atıyorlardı. Tabutun içinde çırpınıyordum. Canlı bir şekilde beni gömmeye başlıyorlardı. Altımda bir yılan olduğunu fark ediyordum. Yılan etrafımda dolaştıkça korkum artıyordu. Rüyanın devamı gene gelmiyordu. Başka bir rüyada palyoça kılıklı bir herif peşime takılıyordu. Bir lunaparkta dönme dolaba biniyordum. Yanımda siluetini tanımlayamadığım bir kız vardı. İndiğimde tuvalete gitmesi gerektiğini söyluyordu. Ben onu beklemeye koyuluyordum. İlerideki gondolun önünde bir palyoça vardı. Bana bakıyordu. Birden bana yönelmeye başlıyordu. Suratındaki ifade değişmişti. Yaklaştıkça daha da sinirli bir hale geliyordu. İyice yaklaştığında arka tarafından bir bıçak çıkartıyordu. Hemen kaçmaya başlıyordum. Benden hızlı bir şekilde koşabiliyordu. Lunapark’ın ıssız bir köşesinde izimi kaybettirdiğimi sanıyordum ve birden arkamda belirip bıçağını gösteriyordu. “Ubor Metanga” diyor ve rüya gene sonlanıyordu. Böyle hayaller gece boyu peşimi bırakmadı. Bir sağa bir sola dönsem de bir türlü rahat edemedim. Sabah telefonun çalması ile uyandım. Arayan Ölü Diller Uzmanı arkadaşım idi. Bana mektubun bir kaç eve daha gönderildiğini ve ciddi bir konu olmadığını söyledi. Şaka amaçlı yapılan bir durum olduğunu ve umursamamam gerektiğini söyledi. Mektubun tam çevirisinde evde kalmam gerektiği ve gerçek ölüm oranlarının elde edildiği söyleniyormuş. Şok olmuştum! Hayal kırıklığı ve rahatlık hissini aynı anda yaşıyordum. Garip bir histi! Tam tersi olmasını beklermiş gibi bir haldeydim. Bir an olsun, önemli bir olay yaşamanın sevinci vardı yüreğimde. Bir şey demeden telefonu kapattım. Kanepeme kuruldum. Hayat devam ediyor diye düşündüm. Beni alaya aldılar ha? Beni şakaladılar. Güzel yaptınız! Olayları hatırlıyorum nedenleri hatırlamıyorum. Neden böyle bir şey olmuştu? Neden son bir kaç günüm sıradanlığa karşı koymuştu? İçime rahatlık çöküyordu. Sonra ne olacak diye düşünmeye koyuluyordum. Hatıralar etrafta dönüyor , gelecek ve geçmiş bir bütün oluyordu. Sonra ne mi oluyordu? Sıradanlık beni yutmaya devam ediyordu. Arkadaş ve ortamların önerisi ile evleniyordum. Karımla birlikte sıradanlığa devam ediyorduk. Herkesin burnundan getirmem gerektiğini biliyordum. Elime kalemi kağıdı alıp şu sözleri yazıyordum. ”Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk! UBOR-METENGA” Giderken, gelirken, yürürken herkesin evinin önüne bırakıyordum. İntikamımı alıyordum. Bende onları şakalıyordum. Bende bir yerinden kazanıyordum. En başında demiştim zaten ben gerçeği değil korkuyu bekliyorum. Sende yaşıyorsun, sende görüyorsun, sen de biliyorsun, sen de hissediyorsun, sen de anlıyorsun… Yoksa sen… Sende mi KORKUYU BEKLİYORSUN?
Korkuyu Beklerken
Korkuyu BeklerkenOğuz Atay · İletişim Yayıncılık · 202226bin okunma
·
664 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.