Gönderi

"Evet, kimseyi öldürmemiş olduğuma çok memnunum. Ama bu başka çarem kalmamışsa öldürmezdim anlamına gelmez. Sizler ya da anneniz ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olsanız ve ben de bu şekilde önleyebilecek olsam öldürürdüm, bundan eminim. Küçüklüğünüzde demek istiyorum, şimdi kendinizi savunabilirsiniz, ikisi çok farklı şeyler. Şimdi sizin uğrunuza adam öldürmezdim sanırım. Zaten istesem de yapamam, halime baksana, kendiniz yapabilirsiniz. Bana ihtiyacınız yok. Ayrıca böyle bir şeyi hak edip etmediğinizi de bilemezdim, her birinizin kendi hayatı var, ben bu hayatı nasıl yaşadığınızı bilmiyorum. Eskiden farklıydı, eskiden sizinle ilgili her şeyi bilirdim, küçüklüğünüzde, burada yaşadığınız dönemde. Elimde bütün veriler vardı o zaman, şimdi yok. İnsanın çocuklarının neredeyse birer yabancıya dönüşmesi tuhaf bir şey; bunu kabul etmeyen çok baba var, her durumda, bütün kanıtlar aleyhinde de olsa çocuklarını kayıtsız şartsız koruyan. Ben senin eski benliğini tanıyordum ve şu anda da sende o benliği görüyorum. Ama aslında seni o benliğini tanıdığım gibi tanımıyorum denebilir; ağabeylerin ve kız kardeşin için de geçerli aynı şey. Buna karşılık annenizi sonuna kadar tanıdım, onun uğruna sonuna kadar adam öldürebilirdim." O anda babamın zihni de zamanı da mükemmelen çalışıyordu, parantezi kapamak üzere kısacık bir ara verdikten sonra kaldığı yerden devam etti: "Belli olmaz, hiç belli olmaz, günün birinde insanın silah kullanması gerekebilir. İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'da olanları düşün. Uzun süre boyunca savaşın buraya sıçrayıp sıçramayacağını bilemedik; Franco vaatlerde bulunuyordu, ama onlara güvenemezdik, Hitler'le başvurduğu oyalamalara ve kaçamaklara da. Bilmem farkında mısın, ama o savaşta bütün imkânlar kullanılmak zorunda kalındı, hiç kimse temiz olsun kirli olsun tek bir fişek saklayamadı. Bir bakıma bizim savaştan çok daha beterdi. Elbette bir başka açıdan o kadar kötü değildi. Nitel bir açıdan en beteri buradaki savaştı." Babam yine sözlerine ara verip gözlerini bana dikti, ama ben o anda beni kesinlikle görmediği, bana körler gibi, mesafeyi hesaplamadan baktığı hissine kapıldım. Söylemeye hazırlandığı şeyin onu heyecanlandırdığını fark ettim: "Ama beni en çok memnun eden şey Jacobo, benim söylediğim ya da anlattığım bir şey yüzünden hiç kimsenin ölmemiş olması. İnsan cephede ya da kendini savunmak için birine ateş ederse bu kötü bir şeydir, ama bununla yaşamaya devam edebilir, bu yüzden onurunu ve insaniyetini kaybetmiş olmaz ya da olmayabilir. Oysa anlattıkları, daha beteri, uydurdukları yüzünden biri ölürse, biri onun yüzünden gereksiz yere ölürse, sessiz kalmış olsa o kişinin hayatta olacağını bilirse, susması gerektiğinde ya da susabilecekken konuşmuş ve konuşarak birinin ya da birkaç kişinin ölümüne yol açmışsa... bence insan bununla yaşamaya devam edemez; her ne kadar birçok kişi yaşasa ya da yaşıyor gibi görünse bile." "Bu belki eskiden böyleydi," diye düşünecek vakit buldum; belki de daha sonra, Londra uçağında düşündüm, konuşmamızı hatırladığımda; "babam hâlâ eylemlerin bir iz bıraktığı, vicdanın sesini duyurduğu bir dünyayı düşünüyor. O dünyada vicdanlar elbette her zaman olmasa da genellikle seslerini yükseltiyorlardı. Oysa şimdi dünya tersine döndü; vicdanı susturmak, ağzını tıkamak kolay, hatta buna gerek bile yok, konuşması için bir sebep olmadığına onu ikna etmek daha da kolay. Günümüzde genel eğilim kendini masum hissetmek, her şey için derhal bir gerekçe bulmak, hesap vermemek ve İspanyolca terimiyle "cargarse de razón"*; İngilizceye nasıl çevrilebilir bilmem, önemli de değil, sürekli İngilizce konuşmaya yeniden başlamıyorum henüz, yarına kadar vaktim var. Günümüzde bununla elbette yaşanır, çok daha beteriyle bile. Günümüzde kendi kendini yiyip bitirenler, 'mızrak, ateş, ıstırabım, söz, rüya' ve bu tür fuzuli şeyler düşünen çağdışı insanlar istisna sayılıyor." Babam konuşmasına devam etti: "Bizim savaşta bu o kadar çok oldu ki, o kadar çok ihbar ve fesatlık, o kadar çok hakaret, o kadar çok karalama oldu, o kadar çok profesyonel kışkırtıcı vardı ve her iki tarafta, özellikle galipler arasında ama her iki tarafta da hepsi bıkıp usanmadan nefret, acımasızca bir hınç, kıskançlık ve imha etme özleminin tohumlarını ekmeye, yeşertmeye öylesine kendilerini adamışlardı ki, bu bakımdan tamamen lekesiz kalmak kolay olmadı, belki temiz kalmak özellikle bu alanda zor oldu. Hele benim savaş sırasında yaptığım gibi bir gazetede yazı yazan ya da radyoda konuşan biri için iyice zordu. Neler okuduk, neler dinledik bilemezsin, yalnızca o üç yıl boyunca değil, sonra uzun yıllar boyunca da. Tek bir cümle telaffuz edilir, ona dayanılarak biri duvar dibini ya da hendeği boylardı. Buna rağmen ben kimseye ciddi zarar verecek tek kelime söylemediğimden, yazmadığımdan eminim. Daha sonra, sonraki hayatımın tamamen kişisel çevrelerinde de tek kelime etmedim. Ne kadar önemsiz olursa olsun asla bir sırrı ele vermedim, birine zarar verecekse ve birilerini kurtarmak ya da temize çıkarmak için anlatmam gerekmiyorsa görerek, duyarak öğrendiğim şeyleri de anlatmadım. Dikkatini çekerim Jacobo, beni en çok memnun eden şey bu." Babam ölmeden önce hesaplaşıyordu, öyle düşündüm. Bir an şüpheye düştüm: Acaba dediği gibi miydi, yoksa kendi çağından çok benim çağımın adamları gibi kendini mi kandırıyordu, korkunç sonuçlara yol açan bir şey kaçmış mıydı ağzından. Cevabını bilmek imkânsızdı. Onun için bile imkânsızdı, insan eski sağlam inancın Yargıcı gibi her şeyi hatırlayamaz. Ayrıca bazen sonuçları öğrenmeyiz; Wheeler'ın gösterdiği careless talk illüstrasyonlarını hatırladım; sevgilisine bir şey anlatan denizci bunun yurttaşlarıyla dolu bir teknenin batmasıyla sonuçlanacağını hayal edebilir miydi? Gerçekte bunu, veda ederken üzerinde hiçbir yük taşımadığını bilmek imkânsızdır. Ama o sırada hatırladım ve hatırladığım şeyin babamın kendi kendini ikna etmesini kolaylaştıracağını düşündüm. "Mesela arkadaşın Mares'in boğa güreşine katılan o yazarın adını söylemek istememiştin bana," dedim. "Söylememen için bir neden de yoktu. Yalnız bana değil, herhangi birine." Babam biraz şaşırdı, o olayı çok zaman önce, ben hâlâ Madrid'de yaşarken bana anlatmış olduğunu tamamen unutmuş gibiydi. Sonra söyledikleri de bunu doğruluyordu; böyle bir olaydan haberdar olduğumu bile hatırlamıyordu. "Olayı biliyorsun." Cümlesi hem doğrulamaydı, hem soru. "Evet. Anlatmıştın." "Söylemek istemedim öyle mi?" Bu seferki sadece soruydu. "Adını söylemek istemedim, öyle mi?" "İstemedin. Karısıyla kızlarını düşünerek. Günün birinde meselenin dolaylı olarak senin yüzünden deşilip başlarına kakılması tehlikesini göze almak istemediğini söyledin. Gerçi yanlış hatırlamıyorsam karısı da ölmüş." "Evet, ikisi de öldüler, kendi de, karısı da. Ama bu bir şeyi değiştirmez." Sonra da benden çok kendine hitaben mırıldandı: "İstemediğimi söylüyorsun. İyi etmişim, istememişim, güzel..." Babam düşüncelere daldı, mavi gözlerine beni görmeyen sabit ve yoğunlaşmış bakış yerleşti yine. Birkaç saniye sonra, o şahısları hatırlayınca tekrar uzak bir zamana, annemin hayatta olduğu, o alçak adamın neşeli, iyi kalpli karısının bizlere, bilhassa anneme büyük iyilikte bulunduğu zamanlara gitmiş gibi geldi bana. İki ya da üç dakika boyunca sessizliği bozmadım. Babam artık konuşmuyordu, yorgun göründü gözüme. Son görüşmemiz olmasına rağmen gitmemin vakti gelmişti belki de. * İsp. İleride daha sağlam dayanaklara sahip olabilmek için sabretmek. -ç.n.
Sayfa 373 - VII VedaKitabı okudu
·
173 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.