Gönderi

lşe 20. yüzyılın en meşhur romanlarından birinin, E.M. Forster'ın A Passage To India' sının [ Hindistan'a Bir Geçit] açılış cümleleriyle başlayalım: Marabar Mağaraları hariç -onlar da otuz kilometre ötededir­ Çandapur kenti olağanüstü hiçbir şey sunmaz. Ganj Irmağı kentin içinden değil, yanından geçer. Kent, ırmak yatağı bo­yunca birkaç kilometre uzar gider, suyun bol bol biriktirdi- ği süprüntü ve pislikten farksız gibidir. Irmağın kıyısında su­ ya girmek için basamaklar yoktur. Ganj burada kutsal sayıl­maz; ırmak kıyısı denilebilecek bir yeri de yoktur; suyun sü­ üp giden görünümünü çarşı pazar kapatır. Sokaklar biçim­ sizdir, tapınaklar etkisiz, gerçi birkaç güzel ev yok değildir ama bunlar da bahçelerde, patikalann ardında gizlidir; çe­ ri çöpü, davetli misafirler dışında, herkesi yoldan caydım.* Pek çok romanın açılışında olduğu gibi burada da bir set havası hissediliyor; yazar boğazını temizleyip sahneyi res­men kuruyormuş gibi. Genellikle bir yazarın en efendi hali­ni birinci bölümün başında görürsünüz; okuyucuyu etkile­ me hevesinde, hercai gözleri sayfada tutma çabasında, elin­ den gelenin en iyisini yapma kararındadır. Ama aşırıya kaç­ maktan da sakınmalıdır, hele ki yazar E.M. Forster gibi ketumluğa ve dolaylılığa kıymet veren, uygar, orta sınıf bir ln­giliz'se. Belki de metnin gümbür gümbür kelimelerle de­ğil, gözden çıkarılabilir bir öbekle ("Marabar Mağaralan ha­ riç") açılması bu yüzdendir. Konuya doğrudan dalmak yeri­ ne yandan yandan yanaşır. "Çandapur kenti olağanüstü hiç­ bir şey sunmaz; Marabar Mağaraları hariç, onlar da otuz ki­lometre ötededir," dese fazla hantal durur, gösterişsiz bir za­rafeti olan sözdiziminin dengesi bozulurdu. Forster'ın cüm­lesi ustalıkla işlendiği halde, terbiyesinden ötürü ustalığını okurun gözüne sokmuyor. "iyi edebiyat" ya da zaman za­man kullanılan tabirle "mor" (aşın ağdalı) yazıyı akla getire­cek bir şey yok. Yazarın gözü, kendi dilinin üstüne düşeme­yecek kadar yakından bakıyor nesneye. Romanın açılış cümlesinin ilk iki kısmı cümlenin öznesini (Çandapur kenti) iki kez geciktiriyor, böylelikle cümlenin öznesine varmadan önce okurun beklentisi artıyor. Ne var ki bu beklenti arttığı gibi düşüyor, çünkü kentte kayda de- (*) Filiz Ofluoglu'nun çevirisinden faydalanılmıştır. lletişim Yayınlan, 2009 - ç.n. ğer bir şey olmadığını öğreniyoruz. Daha doğrusu, tuhaf bir şekilde, kentte mağaralar haricinde kayda değer bir şey ol­madığı, ama mağaraların da kentte olmadığı söyleniyor bize. Aynı şekilde ırmağın kıyısında basamaklar olmadığını öğ­rendikten hemen sonra aslında ırmak kıyısı denebilecek bir yer de olmadığını öğreniyoruz. tık cümlenin dört kısmı ritimleri ve dengeleri açısından neredeyse şiir gibi bir ölçü düzenine sahip. Hatta üç ölçü­lü ya da her dizesinde üç vurgu olan bir şiir gibi okunma­sı da mümkün.* Aynı hassas denge, belki biraz fazla titiz bir dokunuş olmakla birlikte, nehrin şehrin içinden değil ke­ narından geçtiğini anlatırken kullanılan "edged rather than washed" ifadesinde de göze çarpıyor. Yazarın gözü çok kes­ kin, ama aynı zamanda serinkanlı bir mesafesi var. Gelenek­ sel İngiliz tarzıyla, heyecanlı ve coşkulu bir tavrı reddediyor (kent "olağanüstü hiçbir şey sunmaz"). Burada "sunmak" kelimesi önemli. Çandapur bu şekilde içinde yaşanılan bir kent değil de, izleyiciler için ortaya konan bir şovmuş gibi geliyor kulağa. Şehir kime olağanüstü hiçbir şey sunmuyor? Cevap tabii ki "turiste" olmalı. Metnin tonu -büyüden arın­mış, biraz kendini beğenmiş ve fazla rafine- daha çok bir el kitabının tepeden bakan tonu gibi. Kentin düpedüz bir çöp­ lük yığını olduğunu iddia etmesine ramak kalmış sanki. Tavır belli eden bir öğe olarak tonun önemi romanda da or­taya konur. İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan'a yeni gelen ve oradaki İngilizlerin kültürel alışkanlıklarından bihaber olan İngiliz Bayan Moore, emperyalist fikirli oğlu Ronny'ye tapmak­ ta genç bir Hintli doktorla karşılaşmasını anlatır. Ronny başta annesinin bir "yerli"den bahsettiğini anlamaz, anladığında da hemen rahatsız olup şüphelenir. "Neden bir Hintliden bahset­ tiğini ses tonuyla belli etmedi?" diye düşünür kendi kendine. (*) Except for the Marabar Caves / And they are twenty miles off / The city of Chandrapore / Presents nothing extraordinary- e.n. Metnin tonuna baktığımızda Ganj'ın kentte kutsal sayıl­madığını anlatırken kullanılan "happens not to be holy he­ re" ifadesindeki üçlü ses yinelemesi de dikkatimizi çeke­ bilir. Yineleme entelektüel ve şüpheci bir yabancı tarafın­ dan Hindu inançlarına yönelik bir alayı temsil ediyor. Bu­rada aynı zamanda bir "akıllılık", dil ustalığından alman ke­tum bir haz da hissediliyor ve bu da anlatıcıyla yoksul şehir arasına mesafe koyuyor. Aynı şey şu satırlar için de geçerli: "Sokaklar biçimsizdir, tapınaklar etkisiz, gerçi birkaç güzel ev yok değildir..." Burada sözdizimi biraz fazla kendinin far­ kında bir şekilde kurulmuş; "edebi" bir etki yaratmak iste­diği çok belli. Buraya kadar metin bu sefil Hint şehrini hakaret sayılabi­lecek kadar üstünlük taslamadan belli bir mesafede tutmayı başarıyor, ancak sonrasında tapınakları niteleyen "etkisiz" kelimesi neredeyse kasıtlı bir biçimde durumu açığa vuru­ yor. Sözdizimi bu tamlamayı öne çıkarmadan araya sıkıştır­sa da okuyucunun yüzüne yumuşak bir tokat gibi çarpıyor. İfade, tapınakların şehrin sakinlerinin içeride ibadet etme­ si için değil, gözlemcinin keyif alması için orada oldukları­nı varsayıyor. Sanat meraklısı turist için işe yaramaz olduk­larından etkisizler. Sıfat bu tapınakları patlak lastikler yahut bozuk radyolar gibi gösteriyor. Hatta bunu öyle hesaplı ki­taplı bir şekilde yapıyor ki okuyucu, belki biraz fazla iyi ni­yetle, bu ifadede ironi olup olmadığını merak ediyor: Anlatı­ cı kendi küstahlığıyla dalga mı geçiyor yoksa?
Sayfa 19 - İletişim YayınlarıKitabı okudu
·
103 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.