Gönderi

10/10 puan verdi
Kuyrukta Bekleyenlerin Hikâyeleri
Kurmaca yazarı, kendi dünyasından devşirdiklerini etkili bir şekilde okuyucusuna aktarabildiği sürece iyi bir yazardır. Çünkü hayal ürünlerini anlatmak ve okuru bunlara inandırmak oldukça zor. Bu yüzden sahicilik, yazarların olmazsa olmazıdır. Mehmet Erikli “Uzayan Kuyrukların Yasası” kitabında bu sahiciliği yakalamış bir yazar. Kitapta, farklı insan profilleri ve yaşam tarzları bizleri bekliyor. Toplumun bir kenara atıp görmezden geldiği kişilerden, kendi içindeki mücadelesinde bir başına olanlara; çeşitli olaylara karışıp hayatı uçlarda yaşayanlardan, nankörlük sınavından kalan ve konuşan kedilere kadar birçok hikâye okuyoruz. Hikâyeler birbirinden ayrı, fakat hepsinin ortak bir mesajı var: Bunlar hayatın gerçekleri… Üç hikâye kitabının ardından çıkan “Uzayan Kuyrukların Yasası”, yaklaşım yönüyle de kuvvetli bir eser. Yazar, bunu ilk hikâyede fark ettiriyor ve okuru tutmayı başarıyor. Erikli, “Yüz Elli Kilo Kâğıt Kaç Kestaneli Pasta Eder?” derken, bir kâğıt toplayıcısının yaşantısını anlatıyor. Aslında çok usta bir anlatıcıdan fotoğraf yorumu dinliyoruz da diyebilirim. Hikâyede, yoksulluktan evine ekmek götüremeyen insanların bulundukları durumu biraz mizahi biraz da iğneler nitelikte anlatan yazar, toplumun problemlerini bir kenara bırakıp her gün karşılaşılan fakat göz ardı edilen insanlarına ayna tutuyor. “Ne düne kafa yoruyordu, ne de yarına…” Bu giriş cümlesi her şeyi özetliyor zaten. Çünkü Ekrem, bir filozof olmamasına rağmen iyi bir düşünür, gayet fakir olsa da cömert, başka bir ihtimali olmadığı durumlarda da hayli vurdumduymaz bir tip olarak karşımıza çıkıyor. Tek derdi, o gün kâğıt toplayıp toplayamayacağı… Ekrem, hayat felsefesi olarak “Beterin beteri var” sözünü benimseyen, zenginlerin yaşamını görmezden gelip sadece yaptığı işin hakkını vermeye çalışan, bu süreçte kendine asla düşkün dedirtmeyen bir insan. Hikâyeyi okurken aniden bir kroşe yiyebiliyoruz. Bunlardan en serti, ev sahibi tarafından kapı önüne konan Ekrem’in tepkisi: “Çayın dibini çeken Ekrem iki liralık çaya 5 lira bıraktı. Kıt kanaat yaşamanın gerçek refleksiydi bu.” Hikâye, “Otur, sıfır Ekrem” cümlesiyle biterken biz de bu tür insanların tüm mücadelelerine rağmen hayat sınavından sıfır aldıklarını anlıyoruz. Bir diğer hikâye, kitaba ismini veren “Uzayan Kuyrukların Yasası.” Bu hikâyede, kuyrukta neden beklediklerini bilmeyen insanların bekleyişlerine ve içlerindeki meraka şahitlik ediyoruz. Haliyle bizim içimizde de bir merak alevleniyor. Kuyruk hakkında herkes ortaya bir fikir atıyor fakat sadece kuyruk olduğu için bekleyenler de yok değil. Öylece bekleyen bu insanlar kuyruğun bir yasası olduğunu biliyor ve bu yasa tarafından güvence altındalar. Üzerinde düşündükçe farklı anlamlar çıkarabileceğimiz bu hikâye, bence de kitaba adını vermeyi hak ediyor… Kitapta, diğerlerine nazaran ilgi çeken bir hikâye de roman olma potansiyeli taşıyan “Cebi Delik Tarık” Bu hikâyeyi de, diğer hikâyeler gibi üçüncü tekil şahıstan dinliyoruz. Yazar, yapmaması gereken şeyleri yapmak için sebep arayanlara odaklanmış. Cebi Delik Tarık hepimizin tanıdığı, uyardığı, birtakım nasihatlerde bulunduğu o kimse, yani içimizden biri. Tarık işi gücü olmayan, hırsızlık yapan, insanlara zarar veren haylaz bir tip. Bir mendil satıcısının aklına girerek bakkal soyan Tarık, bakkalın şikâyeti üzerine karakola düşüyor… Hikâyenin son cümlesi ise kitapta alışık olduğumuz sert ifadelerden: “Hayatı boyunca bir baltaya sap olmadan yaşayan insanların öldükten sonra bir işe yaraması buranın dünya olduğunu iki kere belleten cinstendi.” Erikli, dilin kıvraklığını ustaca kullanıyor. Bunu, bazen kısa cümlelerle, bazen tek bir kelimeyle yapıyor. İfadeleri, benzetme, imge ve aforizmaları ile hikâyelerini daha da tatlandırıyor. Özellikle “Şüphe” hikâyesi bunun en ilgi çekici örneği. Şöyle başlıyor: “Şüphe öldürmez, zaman kazandırır. Şüphe enikonu duvar diplerinden sıyrılmıştır artık. Çarşı pazar içindedir de kimseler görmez. Masalardan da kalkmıştır. Meydanlara varmıştır. Halkın içine karışmıştır şüphe. İşçinin geçinememesi şüphesizce bilinirken, karınları yarılana kadar yiyip içen patronlar şüphesiz ki âdildir. Şüphe, kadını kemirir. Adamı çeker. Şüpheli işler adamdan yanadır. Şüphe, şüphesiz bir organizmadır.” Hikâyede, alan dar olduğundan yazarın bu hakkını iyi kullanması gerek. Mümkün olan en kısa şekilde istediğini verebilmeli. Sözü dolandırmak için kullanacağı başka bir zemin ve zaman yok. Mehmet Erikli’yi bu yüzden ayrıca tebrik etmek gerekir. Çünkü hikâyelerini kısa tutup etkisini çoğaltmayı başarmış ve mesajlarını açık yüreklilikle vermiş. Gerektiği yerde susmayı da bilmiş. Bu yönüyle de “Balıkçı Çırağı” hikâyesini örnek vermek istiyorum. Bir balıkçının ziyaretine giden iki kişinin izlenimlerine tanıklık ediyoruz. Tüm çıraklar için yazılmış olduğunu iddia edebileceğim bu hikâye, sanırım gerçek bir olayı içinde barındırıyor. Yazar, çırakların hep birbirine benzediğini, işi bildiklerini ama buna rağmen yüzlerinde derin bir endişe taşıdıklarını söylüyor. Hikâyenin sonu oldukça etkileyici. Sizi bu etkiden mahrum etmemek adına şunu söylemekle yetineyim: Yazar anlatım ve yaklaşımıyla bizi öyle bir atmosferin içine sokuyor ki, gri bir havada çırağın yaşadığı hayatın pas kokusunu alabiliyoruz. Son olarak, 33 hikâyeden sadece beşine yer versem de diğer hikâyelerdeki insanların da uzayan bir kuyrukta beklediklerine ve zorunlu bir yasaya tâbi tutulduklarına inanıyorum.
Uzayan Kuyrukların Yasası
Uzayan Kuyrukların YasasıMehmet Erikli · Eşik Yayıncılık · 201626 okunma
·
93 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.