Gönderi

·
Puan vermedi
Empresyonizmin manzaradan kağıda dökülen en saf ve yalın hali, hayallerin içgüdüselliği, insanlara verilen imge, şehirlerin insanlara yüklediği dönüşüm, doğanın ihtişamı, suretin ruhta uyandırdığı mutlak etki, hayatın anlamı olan genç kızlar, Proust ve bu toplamın harmonisi olan kötülük çiçekleri. 1919 yılında Fransa’da Goncourt ödülünü alan eser, aynı zamanda Proust’un adının duyulmasını sağlayan kitap olmuştur. Serinin ilk kitabına göre yoğunluk dozunun fazlasıyla yüksek oluşu, aniden beliren karakterler ve onları tanımlamaya çalışırken 8 kitap okumuş kadar olan okur, “Proust okumak 9’dan 5’e kadar mesai yapmayı gerektirir.” sözünün bilincinde olarak cümlelerle savaşım verir. Sonunda çevresindeki ayrıntılara, insanların çehrelerinde yatan ifadeye, şehrin ruhta meydana getirdiği coşkunluğa ve tüm gözlemlenebilir nesnelere yeni bir bakış açısı kazandırır ya da sonunda delirebilir. “Geleceği kurmama yardım eden, şimdiki anın neşesi değil, geçmişin ciddi düşünceleridir.” sf. - 393 İnsanların duyguları gibi düzenli değişen bir ışık yansıtılır; zamanın insan üzerindeki, insanın nesneler üzerindeki etkisidir bu. Zamanın, ‘gerçek’ten hayale geçişi öylesine canlıdır ki, zihne gelen herhangi bir anı, yeni bir biçim alarak yaşanmışçasına yeni bir zamana dönüşür. Çaya batırılan madlenin, çocukluğu ve o eski ‘ben’liği hatırlatarak geçmişin yolculuğuna sürüklemesi, bir kadın çehresine tutkuyla duyulan özlem ve kentlerin manevi etkisi... Gözlem ve ayrıntı bombardımanına birer davetiye. İlk kitabın devamı niteliğinde olan “Madame Swann’ın Çevresinde” bölümüyle, roman için önemli bir karakter olan Odette’nin salon ortamında başlıyor olaylar. Odette’nin burjuva ortamına ayak uydurmaya çalışan anlatıcı, aynı zamanda soylu ve bilgin olarak nitelendirilen aristokrasiye daha yakından bakmış oluyor. -Körleşme kitabında Prof. Kien’in soyluluğu ve servetinden faydalanan yosma bir karakter olan Therese’in benzer versiyonu.- Swann’ın katlanması şevk veren duyarsızlığıyla aşka olan yaklaşımı, yine Kien’in elinde olmasına rağmen duyarsızlaşan tutumuyla bir hayli benzer. Burjuva ailesinden dünyaya gelen Proust’un satırlarda yaşamının izleri bulunduğu açık bir şey. Üstün nitelikli olarak görülen bu insanlar gerçekten yaşamın anlamı mıydı? Ve gerçekten öyle miydiler? Dünyada seçilmiş bir azınlığın olabileceğini -Yahudilerin üstün ırk savı ve alt mesajlarla bunun dile getirilişi- düşünen anlatıcı, bu boşluğu anlamlandırmak istenciyle dük, düşes ve yüksek sosyetede kendini türlü sorgulamaların içinde buldu. Ve verdiği mesaj şöyleydi: ‘Deha ve bilgi, aristokrasi ve üstün olduğunu iddia eden sınıflarda muhakkak bulunan değerler değildir. Öyle olduğunu belleyenler ise yeterince bağlantıya sahip olmadığından cahilliğin içinde kendini bulanlardır.’ Rilke’nin hüzün bulduğu Paris, aynı zamanda yazılarının ürünü olan buhran ve sıkıntılarıdır. Görüntünün buhranı yazıya dönüşünce hayal gücünü süsleyen bir rüzgar estirilir, anlatıcının Combray gezilerinde kendisini içinde bulduğu sanat, onlarca kez bahsedilen Champs Elysées'deki hoşbeşli vakitler, Büyükanne ile gidilen Balbec ve çiçek motifi haline gelen genç kızlar hayatın anlamı ve parçalarıdır. İhtiyar Goethe’nin, tutkuyla yaşamanın formülünü genç bir kıza duyduğu sevgide bulması, dünya üzerindeki her şeyin çekirdek halini alan özünü açıklıyor: Sevmek, tatmak ve yaşama ‘anlam’lar kazandırmak... İkinci bölüme girdiğimizde Fransa’da bir deniz kasabasında tatile giden anlatıcının tanıştığı yeni yüzlerle karşılaşıyoruz. Sayfalar boyu kaç kere bahsedildiğini sayamadağım Albertine ve onun yol açtığı hayalleri buluyoruz satırlarda. “Sanat nedir?”, “Hayatımızda nasıl bir yeri olmalıdır?” sorularıyla sanat ve tiyatro eleştirisi yanıt bulurken, anlatıcımızın tanıştığı birçok kişiye de bu bölümde şahit oluyoruz. Tiyatro oyuncusu Berma, resimde Elstir, edebiyatta Bergotte karakterleri, anlatıcının bir tablodaki incelikleri görmesine, getirdiği analizlere ve mitolojik öğeleri yaşamın içine yerleştirmesine birer anlam kazandırıyorlar. İnsan ve mekan tasvirleri zirveye çıkıyor burada; yüzdeki mimiklerden yere düşen yaprak parçasına kadar hiçbir şey gözden kaçmıyor, bir ayrıntı ve tasvir yağmuruna tutuluyor her şey. Karıştırılan herhangi bir on sayfadan sonra gözlemci edasına bürünmemek olanaksız olmalı, çünkü Proust bunu vaat ediyor. Proust dilinden konuşan biri karşısında cevabınız nasıl olurdu? Romandan gerçeğe giydirilmiş olsaydı, o cümleleri tanımlamak için anlamadığımızı söyleyerek zaman kazanma numarasına yatar mıydık? Direkt anlamadığımızı veya anlıyormuş gibi görünmemizi veya ‘sadede gel’mesini istemek Proustvari cümleleri işiten bir kulak için ihtimaller dahilindedir. Proust’u gerçeğin kendisinden ayıran şey bu sanırım: İmkansızı ve zihnin olabildiğince hayal sınırlarını, konuşurken nefesin kesileceğini hissettiğimiz cümleleri, ona fazla yabancı olan “sınırlı” çevremizden kısa süreliğine soyutlanmayı gerektirmesidir. Bir kitabın verdiği olağanüstü tesirle o cümleleri kendimize geçiririz ve hatta bunu kendimize mal ettiğimizin farkında bile olmayız, kendimizin dışında öğretici olan yegane şey zamanın kendisi olsa gerektir. En hakiki yazar tercümanlığa soyunan yazardır, diye düşünürüm çoğu kez. Yüzeye çıkmamış düşünceler anlamlanmak üzere çıkarılmayı bekler. Proust roman boyunca gözümüzü tasvirlerle boyar, anlatıcı araya girdiğinde ise izlenim ve tespitlerini yapıştırır ve sadece romanın gidişatına göre konuyu değerlendirir, hiçbir karakter hakkında bilgi vermez. Anlatıcının bu devreye girişleri gidişatı etkileyip nefes aldıracaktır kuşkusuz. Böylesine derin gözlemlerin cümlelere dokunuşu ortaya muazzam tespitler çıkaracaktı tabii ki. Kendi “ben”inin, geride kalan, eski “ben” olduğunu ve geçmişte birçok “ben” bırakmış olmanın bilincinde olan zihin, geçmişin panoramasını geriye sararak bu eski “ben”liklerine ulaşmaya çalışır. Paragrafların ucu bucağını göremeyişimizin sebebi bu olmalıdır. Eski ben’lerin, yani var olmayan kişiliklerin sürekli devreye girişi, benlikle hesaplaşmanın uzantı halini almasıdır. Hepimizin geçmişte yaptıklarından dolayı pişmanlık duyduğu bir takım şeyler vardır. Zihnimiz o anı tekrar gözümüzün önüne getirdiğinde küçümsemeyle karışık utanma hissi içinde buluruz kendimizi. Proust’a göre bilgeliğe giden yolun olmazsa olmazı, geçmişteki yanılgı ve hatalarla yüklü devreden geçmiş olmamızdır. İnsanı olgunlaştıran, yanılgıların verdiği derstir, kendisini doğruların ve rahatlığın kucağında bulan bir kişinin gerçeği bulması, hayatında birçok kez yanlış yapmış bir zihnin gerçeği bulma ihtimalinden daha kuvvetli değildir. Proust’un roman boyu konuşturduğu anlatıcı kendisini böyle sorgulamaların içinde bulur; “Ben ona nasıl aşık olmuştum?”, “Şimdi yine olsa sever miydim?” gibi, söze dökülmeyen içten içe dolaylı olarak sorular cümbüşüne büründürür zihnini. Güzel bir kız belirdiğinde ona ulaşmak her şeyden önemlidir, el üstünde tutulan bu arzu için her şey geride bırakılır. Ulaşamamak ise hüzün vericidir, anlatıcımız öylesine bir ruh hali içerisinde olur ki, suretin kendisinde oluşturduğu deprem karşısında tamamen savunmasız kalır, içe kapanmaya yönelik eğilimi adeta bir saplantı halini alarak hastalıklı bir ruh oluşturur. Anlatıcının Albertine’ye olan tutku ve saplantısı, bir öpücük istediğinde veya beraber olmak istediğinde ortaya çıkmaz, hatta çoğunlukla ondan uzakta olmasıyla ruhu kasvetli bir hal alır. Çünkü hüzün ve telafi edilememezlik duygusunu yoğunlaştırdığımızda, bu iç daralmaların yüzeye çıkması için imkansızlık ihtimali, uzaklığın doğurduğu kıskançlık duygusunun olması gereklidir. Bu duygular buhranına zemin hazırlayan karşısındaki duyarsızlıktır da bir nevi. Bir kadının sadakatsizliği kıskanması için yeterli sebebidir. Joyce’un Sürgünler’i ve yarattığı karakterler olan Bertha’nın benzer umursamazlığı ve bunun yanında Robert’in ‘sahip olma’ tutkusu, veya edebiyat tarihinde “kıskançlığın timsali” olarak bilinen Othello’nun kıskançlığı, çoğunlukla aynı psikolojinin içinde dolaşırlar: Mutlak sahip olma dürtüsü. Erkek aslanın tanıştığı dişiyle çiftleşebilmek için yavrularını öldürmesi gibi. Sevmek, sahip olmanın gerisinde kaldığında “gerçek”ten uzaklaştırır, arzulanan, zihnimiz tarafından yeni biçimler alır. “Şüphesiz, aşk denilen olgunun bütünüyle öznel yapısını ve aşkın fazladan bir kişi, bu dünyada aynı ismi taşıyan kişiden ayrı, özelliklerinin çoğunu bizden almış bir kişi yaratmak anlamına geldiğini çok az insan kavramıştır.” sf. - 42 Ya da Shakespeare’nin dediği gibi, “Beğenilen bedene hayalin fırça vurmasını aşk zannederiz.” Hayatı paylaştığımız-paylaşacağımız-kişi, bizi sonuna kadar dinleyen bir arkadaş canlısı, evladını kendinden sakınan bir anne, aynı kanı taşıdığımız bir kardeş yakınlığının bütünü olamıyorsa da buna aşk denilmesinden, yaşamın gerekliliğinin bir parçasını oluşturmasından veya bir eşyanın da aynı işlevi görmesinden en küçük bir anormallik görülmez. “Bir insanı iç zorunluluk, derin kişisel arzular ve zevk olmaksızın sadece görevleri yerine getiren bir otomat olarak çalışmak, düşünmek ve hissetmekten daha hızlı ne yok edebilir?” der Nietzsche, ve yok oluşların en güzel tanımını yapar. Düşüncelerimiz bir parazit gibi komşu düşüncenin görüşlerine yapışarak o gücün parçalarını hanemize kazandırır. Düşüncelerimizin gözlemlenebilir en küçük görüntüsü bile başkalarından aldığımız yapbozun parçalarından ibarettir. Etrafımızdaki insanlar kendi yarattığımız imgelerdir, onları hiçbir zaman kesin olarak tanımlayamayız, bu, her zaman bizim yargımız ve yaşadığımızla değişebilen bir durumun neticesidir. Üzüm üzüme bakarak kararır, soluklaşan bakışlarımızın altında, bizi savunmasız bırakan bilgisizliğimiz vardır. İnsanoğlu daima daha fazlasını ister. Tutkuyla arzulanan şey elde edildiğinde, daha yakından görülmüş olduğundan silikleşerek sıradan hale gelir ve hafızanın ‘fotoğraf dükkanı’na eklenen koleksiyonun bir parçası olur. #203899064 #203899174 #203899277 “Varoluş sorununu çözmenin birçok yolundan biri de, bize uzaktan güzel ve esrarengiz görünmüş olan kişilere yeterince yaklaşıp hiçbir sırları, hiçbir güzellikleri olmadığını anlamaktır; sağlığı korumanın seçilebilecek çeşitli yollarından biri budur; pek tavsiye edilen bir yol olmayabilir ama yine de hayatımızı sürdürmenizi ve –en iyisine ulaştığımıza ve en iyisinin pek matah olmadığına bizi ikna etmek suretiyle, hiçbir özlem duymamamıza imkan tanıdığından, ölüme boyun eğmemizi sağlayan bir dinginlik verir bize.” sf. - 457 İşbu romanın tek cümleyle özeti yukarıdaki gibidir. Bütün sayfalar bu prelüdlerle olan savaşımın mücadelesidir. İlk bakışların, ilk sevinçlerin, ilk kaygıların ve genel olarak ilk adımların coşkusu onlara büyüteçle bakmamızı gerektiriyor olmalıdır.
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
Çiçek Açmış Genç Kızların GölgesindeMarcel Proust · Yapı Kredi Yayınları · 20212,384 okunma
·
156 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.