Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

·
Puan vermedi
İki dünya savaşının ruhunu tüm çıplaklığıyla yansıtan bir yazardır Remarque. Garp Cephesi ile başlayan savaş serüveninin ikinci ve son halkası olan Cennetteki Gölgeler, diğer romanların kazası niteliğinde olan unsurları kapsar. Korku, sığınış, intikam ve insan ruhunun dinamizmini oluşturan birçok yıkımı içerir. Nazi Almanya'sından Amerika’ya göç eden bir insanın hayat hikayesine ve savaşın sebep olduğu bunalımlara tanık oluruz. Dünya savaşlarını gören, acıyı, bekleyişi ve tedirginliği tüm boyutuyla hissedip okura başarılı bir şekilde bu duyguyu geçiren bir yazarın gerçekçiliği, her şeyiyle esere yansıyabiliyor. Buruk bir hissiyat, son sayfa çevrildiğinde savrulmayla gerçekleşmiş oluyor; bu ölüm temasının katmanlı olarak kabul edilmesiyle, onu kabullenişin verdiği taşkınlıkla alakalı bir durum. Her an izleniliyor olma düşüncesiyle yaşamanın bilincinden yoksunluk; özgürlüğün kazanılması için yeni yerlere yapılan yolculuklarla giderilmeye çalışılır. Ancak hiçbiri anıları geride bırakmak için yeterli olmayacak, bir gölge gibi ayak basılan her toprak parçasında belirecektir. ‘Alışkanlık’ denilir, ‘insanın yapmaktan şevk duyduğu şeylerde bile toz izi bırakır.’ Ama onu fark etmemiz mümkün olamaz, zaten fark ettiğimizde alışkanlık olmaktan çıkar. Aynılık taşıyan hemen her şey nasibini alır buradan. İş, insanlar, meşgaleler, yollar, yemekler, kokular, aktiviteler, mekanlar, yapılar, sanat eserleri, filmler, müzikler, kitaplar… İstisna düşünme eylemini ayırabiliriz, düşündüğümüz oranda bizizdir ve farklılık yaratabilme gücüne malik olabiliriz ancak düşünüleni gerçekleştirememek, onu eyleme döken zeminin olmayışı, buna giden yolun insan iradesinden münezzeh oluşu, bir başka ifadeyle kendi fanusumuzdan çıkmamızın kimi zaman kendi elimizde olmayışı; ilahi kudretin, yaşanılan ülkenin, bulunulan çevrenin, gidilen yolun ve birçok şeyin aksülameli olduğu gerçeğiyle kabul edilebilir. Suçlayıcılığı tamamen ‘ben’ dışındaki erklere, otoriteye, hiyerarşiye, düzene vs boca ederek kaçınmayı tercih etmenin mevcut gerçeklikten saparak benlik gerçekliğine inanmak suçlayıcılığın yapay bir çeşidi olsa gerektir. Karamsarlık ve dünyanın kötücüllüğünü aşılayan her kitapta çağın kötülüğünden, mutsuz insanlarla çevrili dünyadan yakınılarak bahsedilir, okura bulaştırılır. Mutsuzluğun ışık hızındaki bulaşıcılığı insan ilişkilerinin dışında kitaplarla da etkisini gösterir elbette. Bir Kafka okuru otoritenin insan üzerindeki etkilerini net çizgilerle öğrenebilir, bastırılma korkusunun gelgitli ruh halini duyumsayabilir. Bir Dostoyevski okuru ceza kavramının soyutlu olarak mükafata da dönüşebildiğini kavrayabilir, kendi benliğini tatmin ettiğini düşündüğü şeyin aslında ben’ine indirdiği bir balta olduğunun farkına varır. Göstergelerin mesajlarını takip ederek soyut olanı somutlaştırarak kendi biçimlendirmelerimizin basit sonuçlarına varırız. Anlamlandırılması güç olan metinler çevirmenin insiyatifine bırakılır ya da kendi tanımlamamız neticesinde berraklaşan halini alır. İyi bir kalemin verdiği alımlamalar ne kadar olumlu olursa olsun, yaymış olduğu sisli hava bir noktadan sonra okurunu da içine hapsediyor, bilinçaltı istem dışı devrede kalarak oyunlar sergiliyor burada. Henüz yaşanılmayan hikayeler mukaddime mahiyeti kazanırken, hikayelerle eşleşenler insanın duygu durumunun birer tercümanı olabiliyorlar. Bu, insanın izlemesi gereken yola dair kitapların gösterebileceği küçük detaylar tabii ki. Kitapların tinsel ağırlığının gözden kaçan etkilerinden biri, okuma esnasının dışında insanı yakalamasıdır. Bu sızıntı kimi zaman canevine, kimi zaman düşünsel işlem ve olasılıklarla zihne girip kıstıran bir etki yaratıyor. ‘Edebiyat mutluluktur’ denilir evet ama daha çok mutsuzluktur aslında edebiyat… Her çağın kendine özgü mutsuzluk vebaları var. Yaşadığımız coğrafyanın içindeysek bunu uzun uzadıya açmaya lüzum yok sanırım. Savaşı ve sefaleti en uçta yaşayan kimseleri görmek istiyorsak birkaç kuşak geriye bakmamız yeterli. Bizse o kabuk bağlanmış genlerin mirascısıyız sadece, yoktan var etmenin ne olduğunu yine en iyi kendi toplumumuzdan biliriz öyle sanıyorum ki. Yaşanılan her sıkıntı ve zorluğun ‘ait olduğum yere borcumu ödemeliydim’ düşüncesine adandığını duyarız, ki bunlar salt kitaplardaki hikayelerden ibaret değildir. Devam edebilmek için zor ile yaşamak gerektiğini, mücadelenin gücünü en iyi şifahi kültürün getirdikleriyle zaten az çok görmüş, duymuş ya da okumuşuzdur. Bugün ise, o görev bilincinden çok farklı olarak, şeylerin küçük cazibeleri bile doyumlarımız için okşayıcı oluyorlar. Bulunulan yere ait olamama fikri tam olarak buradan çıkmakta: kendini gerçekleştiremeyen bireyin bağımlılıkların esiri olarak oyalanma arzusu, şeylerin fazlalığı, doymak bitmeyen ihtiyaçlar hiyerarşisi insanı savunmasız bırakan birer netice oluveriyorlar. Böylelikle insan kendi şemalarını doğru düzgün kavrayamadan her zaman fazlasını özümseme ihtiyacını bir şekilde tatmin etmiş, toplumdaki yoksunluğu görmezden gelerek sadece kendi ‘ben’inin doyumunu sağlamış olması onun için yegane etmen durumuna gelmiştir. İnsanın kendi ideasını gerçekleştirebilmesi için bulunduğu toplumu da tanıyor olması gerektiğini görüyoruz, bundan önce benliğin kazanılması, çağın şeyler bombardımanından kendini arındırarak, öncelikle ben bilincinde bulunmamız gerektiğini, vatanseverlikten daha fazla vatanperverliğin lüzumunun ehemmiyetini görüyoruz, bir kitapla bile olsa bu fikrin zihne uğraması önemli bir şey. Bunlardan katışıksız sayılamayacak bir şey varsa, o da yapılabileceklerin, hayallerin, malik olunan gücün gerçekleşecek zeminin kısıtlandığı, değerlerin hiçe sayılarak dürüstlüğün, iyi insan olmanın, liyakatin değersiz bir hale gelmesinin artık sorgulanmıyor oluşuyla , sahteliğin, sapkınlığın, yalakalığın, tek kullanımlılığın, tüketmenin, tükenmenin ve işgüzarlığın düçar haline gelinmiş olmasının, ahlaki değerleri taşıyanlar nezdince de kimseyi rahatsız etmiyor oluşunun dayanılmaz boyutudur. Anıların peşini bırakmadığı bir kahraman. Yaşadıklarından kurtulmak için göçmenliği benimseyen bir Almandır Robert. Nazi’nin darbesini yedikten sonra intikam hırsı gittiği her yerde parlar. Anılarından kurtulmak için tüm çabalarını verir ama kurtulamaz. Bunun öz benliğini sarmaladığını bilerek gölgesiyle yaşamak zorunda kalır, geride bırakılanların bağışıklığını en derin biçimiyle duyumsar. Belki de arınmışlık korkusu bunu kendisine kabul ettirmesiyle açıklanabilir, daha kötüsünün olamayacağı düşüncesine gark olmasıdır özgürlüğün kapısını aralayan şey. Bu, bir Türk filminde yanlış teşhis konulan hastanın öyküsünü hatırlattı. Ömrünün 6 ay kaldığını bilmeden önce pısırık bir yapıya sahip olan karakter, teşhis konulduktan sonra ölüm korkusuyla birlikte farklı, emredici ve özgürleşen bir karaktere bürünmüştü. Çok fazla değer biçiyoruz belki de, şeylerin cezbedici olgularına, ilk anın, ilk tayfların, henüz tanımlanmamış olana merak ve zevk unsurlarını boca ederek heba ediyoruz. Ölüm teması bu sebeple özgürleştiricidir, şeyleri kenara atıp hakikat olgusuyla baş başa bırakır. Bu hakiki olguyu hatıra getiren etmenler olarak bir ülkenin ekonomik durumu, gelir dağılımı arasındaki uçurum, sapkınlık, vergiler, yaşam pahalılığı, adaletsizlikler, hak ve hürriyetlerin kısıtlanması, değerlerden uzaklaşma gibi toplumsal uçurumlar bu düşüncede başat olabilirler. Neruda’nın ‘yavaş yavaş ölürler’ dizelerindeki gibi bir durum söz konusu olur. Böyle bir nizam, hörgücüyle yaşamayı öğretebilir elbette. Ortalama 65 yıl yaşamanın bilincinde olan bir insanın bundan bağışık olmaması düşünülemez. Elbette övülesi değildir; yaşanılanların öğretisiyle ömrün sonunun aynı anda gerçekleşebileceğini düşünürsek süratle kovarız belki bu düşünceyi. Bir İskandinav ülkesinde sadece benliğe hizmet etmeyi, gerçek anlamda yaşam kalitesinin tadına varabilmeyi hayal eden bir düşünce biçimi de değil bu, ki böyle bir yaşamın tuzu eksik kalırdı. Huzur’u, Yaşamak’ı, eğin türkülerini, aşık veysel’i, fuzuli’yi, nef’iyi, Hafız’ı hiçbir zaman tanıyamamak, tanımlayacak duygulara sahip olamamak olurdu böylesi. Bestseller romanlarında görebileceğimiz replik cümlelerini bu kitapta görebilmek mümkün. İnsanları Sevmelisin ve Tanrı’nın Gözdesi Yoktur’da da olan bir şeydi; kahramanın aforizma zemini için oluşturulan zoraki ve cılız olan karşıt görüşler dikkatli okurların gözünden kaçmaz. Gonçarov’un Oblomov’unda da bunu görebiliriz. “işte oblomovluk.” “oblomovluk bunu gerektirirdi işte.” minvalinde sonuca bağlanan yeni tanımlama yaratım cümlelerinin fazla kazası vardı. #203939221 Remarque’in Amerika’daki gündelik yaşamı yansıttığını ve etkisinde kaldığını düşünürsek bulunulan ülkenin cümlelere de yansıyabileceği gerçeğini biliriz. Her ne kadar savaş karşıtı kapitalizm düşmanı olsa da bu özdeşleşmeyi diğer kitaplardan ayırıcı bir şekilde görmek mümkün. Bir savaş yazarı diyebileceğimiz Hemingway’deki sadelik-kurgu ve üslup bakımından Remarque’ın gerisinde kalacak olsa da- anlatıcının devreye girişlerinde bile sarsılmaz. En azından Remarque kadar aforizma yaratımı fazla değildir ve iki yazar arasındaki kıyasta Hemingway’i daha biricik yapan unsur da tam olarak anlatıcının düşüncelerini tanımlamalara, aforizmalara hapsetmiyor oluşudur. Her sayfada var olabilme mücadelesi; savaşa ve yıkımlara rağmen hayatı hissetmek, aşkın hissiyatına varabilmek… Rejim vandallığının katliamına katılan Alman toplumunun savaş bittiğinde her şeyi unutarak gündelik hayatlarına devam edebilme rahatlığının eleştirisi yer bulur satır aralarında. #203939380 #203939526 Yahudiler’in rejime kolay teslim oluşlarında vuku bulan eleştirinin -Yahudi mağduriyetini temel almasa bile- örtük olarak yer bulduğu söylenilebilir. Kapitalizme boyun eğmeyen bir düşünce, Yahudiler’in Alman ekonomisine nasıl çöktüğünü, tefeciliğin ve faizin halkı boyunduruğuna aldığını detaylı olarak sunmuyor ne yazık ki. Remarque’ın kitaplarındaki genel muhafazakarlık algısı ise bu kitapla-cinsellik içeriğiyle- kırılıyor, mekanlar, içecekler, kadınlar ve şehirlerin detaylıca yer bulmasıyla savaşın diğer yüzünü satırlarda görmüş oluyoruz. Okumak da yetmez, çünkü: “akıl almaz gerçek dediğimiz şey, akıl almaz bir yalandan başka bir şey mi sanki?" sorusunun yaygınlığında 'ben' kalabilmektir asıl mesele...
Cennetteki Gölgeler
Cennetteki GölgelerErich Maria Remarque · Everest Yayınları · 201851 okunma
·
128 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.