Gönderi

Aşağıda nakledeceğimiz türden bir örneğin, dünya tarihinde benzerinin bulunabileceği konusunda çok derin şüphelerim var. Ay­rıca bu nakiller, cizyenin din değiştirmede bir baskı unsuru olma­dığını, bilakis koruma bedeli olduğunu göstermesi açısından da de­ ğerlidir. Suriye şehirleri fethedildikten ve cizyeler toplandıktan sonra ışığıda zikredilen hadiseler gerçekleşmiştir: Thomas Walker Arnold diyor ki: “İmparator Heraklius, topraklarına giren İslam ordularını geri püskürtmek için bir ordu toplamış­tı. Bu esnada Müslümanlar, bütün güçleriyle karşılarına çıkacak olan direnişe karşı gayretle çalışıyorlardı. Arap kumandan Ebu Ubeyde İslam topraklarına katılan Suriye şehirlerinin valilerine mektup ya­zarak şehirlilerden toplamış oldukları bütün cizyenin iadesini em­retmiş ve halka hitaben şöyle yazmıştı: ‘Büyük bir gücün, bize doğru ilerlediği haberini aldığımız için sizden aldığımız parayı geri veriyoruz. Aramızda anlaşmaya göre, sîzleri korumamız gerekiyor. Fakat şimdi bu bizim gücümüzü aşıyor. Bu sebeple sizden aldıklarımızı geri veriyoruz. Eğer galip ge­lirsek anlaşmamızın şartları gereği kendimizi sizi korumaya mec­bur sayacağız.’ Bu emir doğrultusunda, devlet hâzinesinden yüklü miktarlarda ödemeler yapıldı. Hristiyanlar Müslümanların reisleri için dua et­mişlerdi. Ve dualarında şöyle diyorlardı: ‘Allah size, bizi tekrar yönetmeyi nasip etsin. Sizi Romalılar üze­rine muzaffer kılsın. Sizin yerinizde onlar olsaydı, bize hiçbir şeyi geri vermezlerdi. Bilakis elimizde kalanları da alırlardı.” Süryani tarihçi Telmahreli Dionysios, aynı olayı şöyle aktar­ maktadır: “Herakleios, bu havadisleri öğrenince Armania, Suriye ve Ro­ma ülkesinin merkez topraklarına üç yüz bin kişilik bir ordu top­ ladı. Bunları, üç komutanın emri altına tevdi etti... Ancak Araplar, onlara karşı çıkmaya çekindiler, zorluklarla kazandıkları şehirleri terk etmeyi ve kendi memleketlerine dönmeyi bile düşündüler... Ömer tarafından Arap ordusunda kumandanlığa atanmış Ebu ubeyde, Habib b. Mesleme’ye, Emasa halkından almış olduğu ver­ giyi onlara geri vermesini ve onlara şu mesajı iletmesini emretti: ‘Karşılıklı olarak ettiğimiz yeminlerle bağlıyız. Şimdi biz, Ro­malılarla savaşmaya gidiyoruz. Eğer geri dönersek bu vergi bizim­ dir. Fakat eğer bozguna uğrarsak ve geri dönemezsek kendi yemin­ lerimizden beraat etmiş oluruz.’ Onlar böylce, Emesa’dan Damaskos’a doğru ayrıldılar ve Emir Ebu Ubeyde, Said b. Kulsum’a, Damaskos halkından toplanmış ver­ginin, aynı şekilde iade edilmesini emretti. Zira onların valisi» bu­nun toplanmasından mesuldü. Onlara şöyle dedi: ‘Şayet muzaffer bir şekilde geri dönersek bunu geri alacağız. Fa­kat eğer bozguna uğrarsak ve sizi Romalılardan kurtarmaya muk­ tedir olamazsak verginiz burada, onu alın! Biz, kendi payımız açı­ sından size vermiş olduğumuz yeminden, böylece feragat etmiş olu­yoruz.’ (Ardından,Yermük Savaşındaki Müslüman galibiyetini akta­ rıyor. Devamında ise şunları ekliyor) Araplar, büyük zaferin sevin­ci içerisinde Damaskos’a döndüler. Damaskoslular onları, şehrin dı­şında selamlayarak karşıladılar. Onları, neşe içerisinde içeri aldılar. Bütün anlaşma ve ikna edici sözler teyit edildi.” Olayı tefekkür edecek ve kendimizi o ortamda hayal edecek olursak şunları söyleyebiliriz: 1. Kendilerine saldıran büyük bir ordudan haberdar olmuş İs­lam ordusunun, elbette paraya ihtiyacı olacaktır. Ahlakın si­yasetini değil, siyasetin ahlakını benimsemiş bir grup olsa­lardı, bırakınız cizyeleri iade etmeyi, halkın elinde ne varsa onu toplarlardı. Hakeza dün, bugün ve yarın, siyasetin ahla­kında müşahede edilecek davranış tipi budur. İşgal ile fethi ayıran nokta da burasıdır. Nerede sömürgeleştirmek, nerede bu davranış? 2. İlk maddede söylediklerimiz, açıkça bölge Hristiyanları ta­rafindan aktarılmıştır. Roma yönetiminde olsalardı, benzeri bir davranış yerine, ellerinde kalanın da toplanacağı ifade edilmiştir. 3. Zimmilik (İslam ülkesinde yaşayan gayrimüslim) hukukun­ da, alman vergi olan cizyenin, bir bash unsuru değil, korun­ ma bedeli olduğu anlaşılmaktadır. 4. Bu insanların İslamlaşmasının kökeninde, bu davranışlar aranmalıdır. 5. İslam fütuhatının kökenlerini, iktisadi olgularda ya da gani­ met hırsında aramak abestir. Böylesi bir yorumlama şekli bu ve bunun gibi pek çok olayı açıklamaz. Fethedilen pek çok bölgede, bölge halkı Müslüman olsun diye kendilerine pa­ ra verilmiştir. Müellefe-i kulûb ayeti, bu bağlamda açık­ tır. Böyle insanlara zekâttan pay ayırılmıştır. Böylesi bir du­ rum, elbette iktisadi etmenlere dayandırılamaz. 6. Fetihler, bir fikirden destek almış, ahlak ve hukuku kuşan­ mıştır. Vahiy olmasaydı önceki sayfalarda tasvir ettiğimiz cahiliye Arap toplumunun 20-30 yılda böylesi bir kültürü do­ ğurması asla beklenmezdi. T. W. Arnold diyor ki: “Halid b. Velid, Hira civarındaki ba­zı kasabaların halkıyla yapmış olduğu anlaşmada şöyle yazmakta­ dır: ‘Eğer sizi korursak cizye hakkımızdır. Eğer koruyamazsak bu­ nu hak etmeyiz.” Halid’in de Ebu Ubeyde ile aynı tavrı göstermesi, önceki bö­ lümlerde, fütuhatın kurumsalhğına ve öğretiye dayandığı ile ilgili sözlerimizi teyit etmektedir. Bu, şahsa bağlı bir tavır değildir. Öğ­retinin kendisinden destek almaktadır. Nebi’den (s.a.v.) sonra henüz on yıl bile geçmemiştir. Bu monofizit Hristiyanlar, dindaşları olan Bizans’tan gördükleri zulümler üzerine, yüzlerce yıl feryat etmişler­ dir. Onların bu feryatları yazılı olarak bugüne ulaşmıştır. Emile Dermenghem diyor ki: “Robertson, Şartken in Tarihi adlı eserinde şöyle diyor: ‘Dünya tarihinde, yalnızca Muhammede tabi olanların kendileri, insanlın İslama davet ederken büyük bir tatlı­ lık güzellik ve müsamahayla davet etmişlerdir. Onların dışında hiç kimse böyle güzel bir davette bulunabilmiş değildir.’ Keşiş Michon, Doğuda Dini Bir Seyahat adlı eserinde diyor ki: ‘Şunu esefle ve açık kalplilikle ifade ediyorum ki dinî davetlerde, ümmetler arasında sev­ giyi, Müslümanlar Hristiyanlara öğretmiş ve davetin nasıl bir mü­ samahayla yapılacağını göstermiştir.”Thomas Walker Arnold diyor ki: “Müslüman ordusu, Ürdün va­ disine varıp Ebu Ubeyde, Fıhl’de çadırını kurduğunda, ülkede yaşa­ yan Hristiyanlar Araplara yazdıkları mektupta şöyle diyordu: ‘Ey Müslümanlar! Biz,sizleri Hristiyanlara tercih ediyoruz. Her ne kadar onlar dindaşımızsa da siz bizim dinimize daha çok sahip çıkıyor, bize daha merhametli ve adaletli davranıyorsunuz. Sizin ida­reniz, onlarınkinden çok daha iyi. Zira onlar mallarımızı, evlerimi­zi elimizden alıyorlardı.’ Emessa halkı, kapdarını Heraklius’un ordusuna kapatmış ve Müslümanlara, ‘Sizin yönetiminizi ve adaletinizi, Rumların adalet­ sizliklerine ve baskılarına tercih ederiz.’ demişlerdi... Suriye’deki ge­nel düşünce de bu istikametteydi.”’ Bu tür sahneler, bize yabancı değildir. Gerçekten Osmanlı’nın fetihlerinde, Balkan coğrafyasında da bu olgu müşahede edilmiştir. Fetret devri gibi împaratorluk’un çatırdadığı dönemde, eğer bir me­ zalim olsaydı, tüm Balkan halklarının isyanını görmemiz gerekirdi. Oysa Balkan coğrafyası on bir yıl boyunca, Osmanlı’daki taht kav­gasının bitmesini beklemiştir. Thomas Walker Arnold şöyle diyor: “İslam’ın ilk dönemlerinde, Hristiyan tebaaya gösterilen bu hürriyetçi tavır göz önüne alındığın­ da, din değiştirmede kılıç gücünün etkin olduğu yönündeki yaygın varsayımın pek de tatmin edici olmadığı görülmektedir. Dolayısıy­la kendimizi zorlamadan, daha tesirli başka saikler aramak mecbu­riyetinde hissediyoruz.” Thomas Walker Arnold, başka bir yerde şunları kaydetmek­ tedir: “Gayrimüslimleri zorla İslam dinini kabul ettirmeye yöne­lik organize teşebbüslere veya Hristiyanhğı ortadan kaldırmak için sistemli bir mezalime dair hiçbir kayda rastlamıyoruz. Halifeler, bu iki yoldan birini yapmayı kararlaştırmış olsalardı, Ferdinand ve îsa- bella’nın, Müslümanları Ispanya’dan kovması veya 14. Lui’nin, Pro­ testanlığı Fransa’da suç sayması ya da Yahudilerin, 350 yıl İngilte­ re’den uzak tutulması kadar kolay bir şekilde, Hristiyanlığm kökü­ nü kurulabilirlerdi... (Arnold, sayfanın devamında, farklı mezhep­ lerinden dolayı aykırı görüldüklerinden bahsettikten sonra şunla­rı ekliyor): Hristiyan dünyasınca aykırı kabul edilmişler ve kendile­ rine yardım eli uzatılmaz olmuştu. Dolayısıyla bu kiliselerin günü­ müze kadar fiilen varlıklarını sürdürebilmeleri, genel olarak Müs­ lüman yönetimlerin, bunlara göstermiş olduğu müsamahakâr tav­rın kuvvetli bir delilidir.” durum ise açıktır. Tekrara düşmemek için burada zikretme gereği duymuyorum. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) vefatı üzerinden henüz on yıl geç­ memişken görülen bu fetihler ve fetihlerde gösterilen bu ahlak, bi­ze neyi anlatmak? Arnold, Arap coğrafyasında bulunan Hristiyan kabilelerden -Tağliboğullan gibi- örnek vererek diyor ki: “Halife Ömer, kendi dinlerinde kalmayı tercih eden bu kabileye herhangi bir baskı uy­gulanmasını yasaklamış, ibadetlerini yerine getirirken rahatsız edil­ memelerini emretmiştir.”Armstrong şöyle diyor: “Fethedilen yerlerde, halk üzerine asla İslam inancı empoze edilmedi ya da zorlama yapılmadı.” Armstrong, başka bir yerde şunları kaydediyor: “Batı’da, Muhammed’i, genellikle gönülsüz bir dünyada, İslam inancını zorla yay­ mak için kılıcını çeken bir savaş lideri olarak görme eğilimindeyiz. Oysa gerçek, bundan çok uzaktır. Hodgson şöyle diyor: “Müslümanlar, imparatorluklarının top­ raklarında yaşayan halkları, din değiştirmeye zorlamadılar. Maxime Rodinson diyor ki: "Araplar, Avrupa’da, sanddığı gi­ bi dinlerini zorla kabul ettirmeyi hiçbir zaman denememişlerdir. Emile Dermenghem diyor ki: “Tarihte Müslümanların, bir hal­kı topyekûn bir katliamdan geçirdikleri görülmüş değildir.” Armstrong diyor ki: “Batılı efsanelerin aksine Hz. Muhammed, dinini kılıç gücüne değil, barış ve uzlaşma kavramını vurgulayan İs­ lam anlayışına dayandırmıştır" Bernard Lewis diyor ki: “İslam cemiyetinin bu çeşitliliğinden, özellikle Avrupalı araştırmacıların dikkatini çeken ikinci bir husus ortaya çıkmıştır; diğerlerine nazaran daha hoşgörülü olması. Batılı çağdaşların aksine Orta Çağ Müslümanları, kendilerine tabi olan­ lara inançlarını kabul ettirmek için kuvvete başvurmaya çok nadir ihtiyaç duymuşlardır.”Bodley diyor ki: “Hiçbir Yahudi, Budist veya Hristiyan, dininin bu kadar mucizevi ve akılları durduracak bir surette büyüyüp yayılı­ şına şahit olmadı. Hiçbir dinî lider, sağlığında, Hz. Muhammed ka­ dar vazife ve edinmesinin mükâfatını görmedi. Allah Teala, pey­ gamberlerin sonuncusunun Hz. Muhammed olduğu gibi dinlerin sonuncusunun da İslamiyet olduğunu bütün âleme iyice belli et­ mek istiyor gibiydi...” Sahiden tekrar sormakta fayda var; Dünya onlara ne verdi? On­lar dünyaya ne kattılar? Ne buldular? Ne bıraktılar? Allah, onun sahabesinden (radıyallahu anhum ecmain) ebeden razı olsun. Gökteki yıldızlar kadar salat ve selam, onları Cebrail’den aldığı vahiyle eğiten Muhammed Aleyhissalatu Vesselam Efendi­mize olsun.
Sayfa 344 - İnsan YayınlarıKitabı okudu
·
442 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.