Kur’an’daki kıssaların -hâşâ- sair kutsal kitaplardan alıntılama yapılarak yazıldığı iddiasına, yazdı metin üzerinden delil bulamayan muhataplarımız, bu defa sözlü rivayetlere sığınarak: “O dönemde bu anlatılar, şifahi (sözlü) rivayet şeklinde, o coğrafyada biliniyor olmalı,'demek zorunda kalmışlardır. Buna bir örnek verelim.
Montgomery Watt diyor ki: “Kitab-ı Mukaddes ya da diğer Yahudi ve Hristiyan kitaplarını okumuş olma ihtimali, dışarıda bıra kılabilir... Kur’an’daki Kitab-ı Mukaddesle ait malzemelerin tertipleniş şekli, Muhammed’in Kitab-ı Mukaddes’i hiçbir zaman okumadığını kesin kılar. Ayrıca onun herhangi bir başka kitabı okumuş olması mümkün değildir... Bu meselede varılan sonuç; Muham med’in Incil’deki kavramlar ve fikirler hakkında bilgisini, okuyarak ya da belli kişilerle konuşarak değil, (anlatılan bazı kıssaların ayrıntılarının farklılığından da anlaşıldığı üzere) Mekke’nin entelektüel ortamından edindiğidir.”
Burada gösterilen tavır, yaklaşık olarak şu şekildedir; “Açıklayamıyoruz, o hâlde Mekke’nin entelektüel ortamında vardır.” Hangi entelektüel ortam? Daha önceki bölümlerimizde, genel entelektüel ortamı tasvir etmiştik. İlerleyen sayfalarda, kıssa bilgileri yönün den tasvir edeceğiz.
Oysa Watt, oryantalistler içerisinde, gerçekten İlmî kriterlere en fazla dayananlardan birisidir. Daha düşük profilli diğer keyfî yorumları buraya alıp tenkit etmek, kitabı uzatacaktır. Buradan, aslın da oryantalizmin, İslam’ı anlama konusundaki prangalarından bahsedilebilir. “Peygamber değildi!” yargısıyla yola çıktığınız ve onu te mel kabul kıldığınız bir okuma tipinde, bir peygamberlik iddiasını ne derece sağlıklı değerlendirebilirsiniz?
Aslında bu yargı, burada tartıştığımız konu hakkında delilsiz bir ön yargıdan ibarettir. Çünkü biz, “O, peygamber miydi?” hususunu tartışırken muhalifimiz, daha en baştan, “O, peygamber değildi. O hâlde bu kıssaları anlatabiliyorsa bir şekilde o coğrafyada bu kıssalar biliniyor olmalı.” yargısını kabul ederek -daha doğrusu- varsa yarak ön yargı göstermiş oluyor.
Zira onun elinde, o dönem, o coğrafyada, bu kıssaların, bu derecede kompleks bir şifahi anlatımının olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Bilakis, lazım olan metinlerin çokluğu ve büyük kısmının sonradan keşfi sebebiyle şifahi anlatının aleyhine deliller vardır. Mu halifimizin tek delili, tartıştığımız konuda peşinen kabul ettiği, “O, peygamber değildi. Muhakkak böyle bir anlatı olmak zorundadır.” ön yargısından ibarettir.
Aslında böyle bir nedensellik iddiasının ispatlanmadan kabulü absürttür. Ancak, daha önce de vurguladığımız gibi, Islami metin ler okunurken tüm kaideler bir anda ortadan kalkıyor ve ön yargılı kabuller, vehim ve adem-i kabüller delil gibi addedilmeye başla nıyor.
Normalde şu an bizim üzerimizde, delil yükümlülüğü yoktur.
Zira muhatabımızın, şifahi anlatının olduğunu ispatlaması gerekmektedir. İddia sahibi odur. Delil de ona gerekir. Zira biz, iki ate ist olarak tartışmıyoruz. Ben, peygamberliğini iddia ediyorum, on lar ise ‘Değildi.’ diyor. Ben, kıssaların farklılıklarından delil getir dim. Onlara düşen, var olduğunu iddia ettikleri şifahi anlatıyı göstermektir.
Aslında o şifahi anlatıyı delillendirdikten sonra, bizim çürütme mizin gelmesi gerekir.