Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Gençliğimi kaybedersem cennete giremem!
Gençliğimi kaybedersem cennete giremem! " Dücane Cündioğlu'nun 2000'de yazdığı bir yazıyı dikkatiniz için sunuyoruz. Dünden bugüne, bugünden yarına bir yazı... Gençliğimi kaybedersem cennete giremem! AImanları en iyi anlatan fıkralardan biri şudur kanımca: Almanlar, birinin üzerinde “cennet”, diğerinin üzerindeyse “cennet hakkında konferans” yazılı iki kapı karşısında tercihlerini hep ikincisinden yana kullanırlarmış... Bu fıkraya itibar edip İslâm’a gençlerin Almanlaştırıldıklarını söylersem kimse darılmasın bana... Bilhassa 28 Şubat süreciyle birlikte bizim mahallenin çocukları, “cennet hakkında konferans” yazılı kapılardan o kadar girmeye başladılar ki cennet’e girmenin hesabını artık yap(a)maz bir duruma geldiler adeta... “Şehadet” adlı bir dergi çıkarmakta olan bir arkadaşıma, “Bu nasıl oluyor?” diye sormuştum: “Sabah akşam şehadet çağrıları yaptınız ve fakat yıllardır bir tek şehid bile vermediniz veya sadece bir şehid verdiniz. Bir genç şehadet şehadet diye haykırıyorsa, bu söz onu tüketmeden bir an evvel ya şehid olmalı ya da böyle boş yere ölüm sloganlarıyla yatıp kalkmamalı değil mi?! Tıpkı inkılab inkılâb deyip duran birinin ya birkaç sene içerisinde hemen inkılâb’ı yapması ya da inkılâb diye diye ‘inkılâb’ kavramını ucuzlatmaması gerektiği gibi.” Gülüşmüştük... Evet, ne yazık ki acı acı gülümsemiştik birbirimize... 80 sonrası İslamcılığının cihad, inkılâb ve şehadet kavramlarıyla kendisini ifade etmesinin, “nazarî” olmaktan ziyade “ameli”, daha doğrusu “tarihi” nedenleri olduğunu sanırım kimse reddetmez. Afganistan cihadı... İran inkılâbı... VE bilhassa Mısır’daki “ihvan-ı Müslimin” hareketinin şehidleri: Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Abdulkadir Udeh, Hâlid el- İslâmbuli... VE Şeriati, Mutahhari, Beheştî gibi daha onlarcası... [Mevdûdî particiydi ve o nedenle kimse “Cemaat-i İslâmi” bahsini açmak istemezdi; üstelik öyle örnek alınacak şehidleri de pek yoktu.] Türkiye’de 80 sonrası var olan haliyle İslâmcılık yapan gençlerin odalarını Mısır’da, Afganistan’da, İran’da şehid düşmüş âlimlerin/aydınların/mücahidlerin posterleri süslüyordu... O günlerde ne Afganistan cihadı unutulmuştu ne de İran inkılâbı... Enver Sedat’ın öldürülüşünün üzerinden de çok geçmemişti ve Hâlid el- İslâmbuli’nin sağ eliyle kavrayarak yukarıya kaldırdığı Kitab, bütün İslâmcı gençlerin -tıpkı el-İslâmbuli gibi- yukarılara kaldırmak istediği Kur’an’ın ta kendisiydi... 80 sonrasının İslâmcılığı, tam da Türkiyesiz denilebilecek bir İslamcılıktı: devlet tağut... topraklar dâr’ul-harb... halk cahiliyye halkı... ulema bel’âm... burjuvazi müstekbirîn... proleterya müstaz’afin... cârî din ise hurafat’la mâlâmal idi... Evrensel İslâm’ın her ne demekse işbu terminolojiyle temellendirilmesi kolaydı; zira bu kolaycılık, hem tercümeler aracılığıyla oluşturulan literatürü hafızlayan gençlerin inkılâb rüyaları kurmalarını kolaylaştırıyor hem de şehadet şerbetini içmenin erdemine ilişkin nutuklar atmalarını... Bir düzine ayet ve hadis okumak kime zor gelebilirdi ki o zamanlar?! Cihad ayetleri... şehadet ayetleri... inkılâb ayetleri... Dileyen dilediği kadar nakledebilirdi bu ayetlerden haklılığını kanıtlayabilmek için: cihad için... şehadet için... inkılâb için... Özal döneminin sonlarına doğru sesler kısılmaya başlamıştı; okullar bitmiş, gençlerin bir kısmı evlenip iş güç sahibi olmuş: bir kısmı da sıranın kendilerine geldiğini idrak etmişti. Cihad kavramının “çalışmak, gayret etmek” (cehd) yönü fark edilmişti birdenbire... Cihad demek kıtal demek değildi artık... Cihad Köfte Salonu diye pişmanlık yazıları bile yazılıyordu. İnkılâb ise “değiştirmek” değil “değişmek”, “devrim yapmak” değil “nefsen kemâle ermek” anlamıyla dillerde dolaşıyordu. Şehadet’e gelince bu kavram “tanıklık yapmak” demekti esasen; topluma tanıklık yapmak... En nihayet her şehid’in aslında bir şahid olduğu anlaşılmış, hakikate şu veya bu şekilde tanıklık yapmak, hakikat için ölerek tanıklık yapmaktan ibaret görülmez olmuştu henüz orta yaşlarına gelmiş olan dünün gençlerince... Sonra Refahlı yıllar geldi... ardından danışmanlıklar... ardından sempozyumlar, paneller ve konferanslar... Reel politik’i dikkate almak lazımdı... bize demokrasi lazımdı... Derken Medine vesikası... çoğulculuk... bir arada yaşama... Sonra 28 Şubat geldi; gelince kavramlarını da getirdi: insan hakları, Avrupa birliği, özgürlük, eşitlik... ve “kadının parantaze alınması” muhabbetleri... Artık “tevhid” demek “demokrasi” demekti; Tanrı dahi herkes gibi seçme ve seçilme özgürlüğünden yanaydı... Türkiye yine yoktu ortalarda... tarihi de yoktu, coğrafyası da... cihad, inkılâb, şehadet sloganlarıyla büyüyenler, büyülenenler şimdi Avrupa Birliği’nin en yılmaz müdafileri kesilmişler ve mandacılık nedir yine bir türlü öğrenememişlerdi. Geçmişe baktıklarında sepetlerinde tercüme kitaplar aracılığıyla büyüyen işe yaramaz(!) sloganlar buluyorlardı ve onları artık kullanamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Fakat sloganlara sarılmak o denli alışkanlık yapmıştı ki kendilerinde, hiç vakit geçirmeden o sloganları bir kenara bıraktılar ve bu sefer gidip pazardan yenilerini aldılar; bir gün onları da bırakmak üzere... Dünkü evrensellik sloganının yerini, bir gün muhtemelen yerlilik sloganı alacak; lakin yine çarpıcı çırpıcı, yine etkileyici, yine içi boş, bomboş bir slogan olarak... Gençler gençliklerini kaybedecekler yine... Yine cennete giremeyecekler; sırf gençliklerini kaybetmiş orta yaşlılar ya da yaşlılar haline geldikleri için… Sepetlerini doldurmalarını, adam gibi doldurmalarını, adam olmalarını öğütleyenlere kulak asmaksızın yine sloganların peşinden koşmaya devam edecekler ve ne yazık ki -evet ne yazık ki- sonunda gençliklerini kaybedip cennete girmeyi başaramayacaklar bir türlü... Clement Marot adlı Fransız, “Eğer bana gençliğimi kaybettirirlerse/Hiçbir zaman cennete giremem!” demiş... Güzel bir söz değil mi? Bence, yanlış bir zamanda söylenmiş güzel bir söz... Zira Marot, gençliğini kaybettikten sonra böyle söylemiş... Bizim mahallenin çocukları, sözlerimi hiç üzerlerine alınmasınlar o halde. VE cennet’in kapısı yerine, cennet hakkında konferans yazılı kapıların kilitlerini çevirmekle meşgul olmayı sürdürsünler! Çünkü görebildiğim kadarıyla onlar, Martin Luther’in Almanya’da zuhur edişinin bir tesadüften ibaret olmadığını anlamak istemiyorlar. Dücane Cündioğlu Gerçek Hayat dergisi, 8. Sayı, 2000
·
99 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.