“1700'lerin sonundan 1800'lerin ortalarına kadar, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'ya muazzam bir sosyal dalgalanma damga vurdu. Amerika'da çiftçiler ayaklanarak dünyanın en güçlü imparatorluğunu devirdiler. Fransız köylüleri de ayaklandı; kral ve kraliçelerinin başlarını kestiler. Bugünkü Almanya'nın bir parçası olarak düşünebileceğimiz Prusya, o güne dek kendisini dünyanın en güçlü askeri kuvveti kabul etmesine rağmen, Napolyon'un liderliğinde gönüllü bir çiftçi ordusu kuran ayaktakımı karşısında bozguna uğradı.
Küçük bir tüccar sınıfı bulunsa da, o dönemde insanlar ya çok zengin ya da çok fakirdi. (Bugün anladığımız anlamda orta sınıf, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'da ancak II. Dünya Savaşı sonrasında, büyük ölçüde, gelir miktarıyla oranlı artan verginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.) Zenginler, fakirlerin ayaklanarak başlarını kesme ihtimali karşısında giderek artan bir endişeye kapıldılar.
"Ayaktakımı"nın otoriteye boyun eğmesini sağlamak için uygulanan geleneksel yöntemler, kırbaç, darağacı ve hapis tehdidiydi. Fakat on sekizinci yüzyılda Amerika'da başlayarak on dokuzuncu yüzyıl boyunca, hatta yirminci yüzyılın ilk döneminde de Avrupa'ya yayılan ayaklanmalar, iktidar sınıflarını ve kraliyet ailelerini alarma geçirdi. Geleneksel yöntemler işe yaramıyordu; "ayaktakımı” haklarını ve özgürlüğünü talep ediyordu. Kendilerini düşünüyorlar, politikada söz sahibi olmayı, güç edinmeyi istiyorlardı.
1760'larda, Prusya Kralı II. Frederick ile Avustur ya İmparatoriçesi Maria Theresa, Ernst Wilhelm von Schlabrendorff'un tavsiyesini dinleyerek, Avusturya ve Prusya'da zorunlu eğitim sistemleri geliştirdiler. Alman filozof Fichte'nin 1819’da Büyük Almanya'nın doğumu sırasında yapı taşlarını oluşturduğu sistem gibi, bu sistemin de işçi sınıfının itaat etmesini sağlamak için özel olarak tasarlanmış bazı özellikleri vardı:
1. Çocuğunu okula göndermernek hapis cezasına tabiydi, gerekirse silah kullanılıyordu. Plato'nun binlerce yıl önceki küçük başarısız girişimi dışında, Batı dünyasında daha önce zorunlu eğitim hiç denenmemişti. Böyle bir şey, düşünce olarak bile insanın sez gilerine tersti: "Ayaktakımı"nı daha eğitimli olsunlar diye zorlamak niyeydi ki? İşin aslı ise şuydu ki, bu sistemin asıl amacı, etki altında kalmaya açık olan çocukların itaat edeceği, saygı duyacağı en önemli merciin aile yerine hükümet olmasını sağlamaktı. Hükümetin gücünün, anne babanın gücünden daha büyük olduğunu içinde duymalıydı çocuk. Ve bu güçten korkmalıydı.
2. Bu eğitim sistemi bütüncül değil, lineerdi. Medeni yetin ilk temellerinden itibaren, Aristoteles'in eğitim sistemlerinden Ortaçağ'ın Michelangelo gibi dahileri yetiştiren çıraklık sistemlerine kadar her yerde, eğitim herkesin eşit olduğu bir süreçti. Öğretmen, kılavuzluk ediyordu, çocuklarsa öğretme ve öğrenme işine aktif olarak katkı sağlıyorlardı. Hayatta olduğu gibi burada da, birbirlerinden kopuk değil, bütün halindelerdi. Fakat Alman filozoflar, iyi asker ve iyi fabrika işçisi yetiştirmek için -çünkü amaç buydu!- öğrencilerin büyük resme bakmadan, onlara ne söylenirse onu yapan, bütüncül değil lineer düşünen kimseler haline getirilmesinin elzem olduğu hükmüne varmışlardı. Eleştirel düşünme yeteneği unutturulmalı, öğrenciler lineer düşünmek üzere eğitilmelilerdi. Bunu başara bilmek için Fichte'nin ortaya attığı bir yöntem, her konunun diğerinden ayrılması ve ayrı bir öğretmen tarafından öğretilmesiydi.
3. Zamana tabiydi. Bugün modern eğitim dediğimiz şeyi kuran düşünürler, Endüstri Devrimi'nin hızla yayıldığı bu çağda çocukları fabrikadaki iş hayatına daha iyi hazırlayabilmek için, çocukların bir zil sesi duyunca durmaya ve bir zil sesi duyunca yeniden hareket etmeye başlamayı, kendilerini fabrikadaki zil sesine göre ayarlamayı öğrenmeleri gerektiğine karar verdiler. L. Mumford'ın 1955'de dediği gibi, "Modern endüstriyel çağın anahtar makinesi, lokomotif değil, saattir:' Çocuklar, onlara yapmaları söylenen şeyi, sadece bu şey onlara söylendiği zaman yapmasını öğrenmelilerdi.
4.Notlandırmaya tabiydi. Endüstri Devrimi, seri üretim hattı üstündeki bir ürünün "geçer ya da kalır notu aldığı" fıkrini de beraberinde getirmişti. Sözgelimi bir ayakkabı fabrikasında, ayakkabılara geçer ya da kalır notu veriliyordu. Geçer notu alamayanlar, fakir kimselere "ikinci el" olarak mı verileceğine, yeniden parçalarına ayrılıp geri dönüşümden mi geçirileceğine, yoksa tamamen çöpe mi atılacaağına karar vermek üzere yeniden puanlamadan geçiriliyorlardı. Bu dönemdeki düşünürler, eğitim sürecinde öğrencileri eşit gören Sokratik bakışı devreden çıkardıklarında öğrenciler, okul ve okulun sistemin dar kriterleri ta rafından denetlenip notlandırılmak üzere eğitim ve sosyalleşmenin seri üretim hattına diziimiş ürünler olarak görülmeye başlandı. Bu sistem, 1800'lerin so nunda William Farish tarafından İngiltere’de tamamen kurumsallaşmış olacaktı.
5.İngilizcede "give-and-take" dediğimiz karşılıklı fıkir alışverişi bu sistemde ortadan kaldırıldı. 1740'ta, Prusyalı felsefeci Johann Hecker, otoriteyi sorgulama yan bir halk yaratmak için, çocukların okulda "Bir soru sorabilir miyim?" diye sormaya mecbur bırakılması fıkrini ortaya attı. "Bir soru sorabilir miyim?" derken, çocuklar aslında gerçekten de soru soruyor olmayacaklar, bu cümleyle birlikte el kaldıracaklardı. Böylece, Sokratik öğrenme metodunun merkezindeki fıkir teatisi de ortadan kalkmış oldu. Sokratik yöntem, İngilizcede "independent thinkers" dediğimiz bağımsız düşünürler yetiştiriyordu; yeni eğitim modelinin amacı ise bu değildi. Hecker'ın bakışına göre eğitim, otoriteyi temsil eden öğretmenden boş bir kabı temsil eden öğrenciye doğru tek yönlü akan bir şeydi. Hecker'ın sistemi, 1800'lerin başında Alman okullarında kurumsallaştı.
6. Eğitimin içeriği kontrol altındaydı. Bu yeni eğitim modelinin belki en cazip yönlerinden biri, seri üretim hattında üretilen ürünler gibi bunun da standardize edilebilmesiydi. Eğer hükümet öğrencilerin ne öğrendiğini kontrol edebilirse, onlara hükümeti sorgulamamanın öneminin kendisini de öğretebilirdi. Halihazırdaki güç ve ekonomi sistemlerini destekleyen değerleri ve inançları aşılayabilirdi. Özetle, artık devrim yapmayı düşünmeyecek iyi vatandaşlar yetiştirebilirdi.*
* A.g.e., Rochester, Vermont: Park Street Press, 2005, s. 181-184