Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bir Yudum Kitap
Ne vakit güzel günler düşlesek, birileri çıkıp mahveder. Ekseriyetle böyledir, bilirsiniz. Erdal Öz, "İnsanlığın geleceğini ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun. Müthiş hüzün veriyor bu sana." derken bir şeyler anlatmak ister. Yıllar geçmiş, yazarla fikirlerimiz pek değişmemiş sevgili okur. Hem acı, hem güzel. Siz yine de hüzünlenmeyin. Var olun onun yerine. Erdal Öz - Sular Ne Güzelse Can Yayınları, s.94-97 "İşte seni bekleyen son." Cevahir'di. Üstteki yatağından eğilmiş, küçümseyerek, kemanını akort etmeye çalışan Oktay'a bakıyordu. Oktay sesini çıkarmadı. Kemanını okşadı, dudaklarına götürüp öptü. Kemanın alt yüzü de, üst yüzü de dümdüzdü. Kabartıları yoktu. Dalgalı boyaların altında tahtada çizikler vardı. Sonra yavaşça yatağının üzerinde geriye çekilip çenesinin altına yerleştirdi kemanını. Sapının ucundaki mandalları çeviriyor, kemanını kulağına yaklaştırıyor, başparmağıyla tellere hafif hafif dokunarak doğru sesleri bulmaya çalışıyordu. "Sen buna keman mı diyorsun? Keman değil, kemanın karikatürü bu." "Öyle deme Cevahir Ağbi. Yine de bir keman bu." Sonunda bütün tellerde doğru sesleri bulmuştu. Yayı aldı eline. Keman sesine benzer bir sesle yayı tellerin üzerinde hafif hafif gezdirmeye başladı. "Bundan sonra senin hayatın bu olacak işte. Sonunda bir gün buralardan çıkarsan, düğünlerde, darbuka eşliğinde göbek havaları çalarsın artık.” Böyle dedi ama, çocuğun, dediklerini artık can kulağıyla dinlemediğini anlamıştı. Çocuk, kemanına sarılmış, yoğun bir arayış içinde, ara sıra mandalları gevşeterek ya da sıkıştırarak, uyumlu sesleri bulduğuna aklı yatınca yayını tellerin üzerinde keyifle gezdirerek kemana benzer çalgısıyla oynayıp duruyordu. "Çok yeteneklisin," dedi Cevahir. “Yani şu tahta parçasından bile bu sesleri çıkarabilen senin gibi birine kimse dokunamamalı. Sana kötü şeyler yapanların elleri kırılsın. Ama o ayılar bir de senin kemancı olduğunu öğrenirlerse, o yayı tutan, o tellerin üzerinde gezinen güzel parmaklarını bile kırabilirler. Sana istediklerini söyletmek için her boku yerler. Beni duyuyor musun?" Çocuk, gözlerini kaldırıp Cevahir’e baktı. Büyük bir donukluk vardı bu bakışlarda. Gözlerini olabildiğince açmış, belirsiz bir noktaya bakıyordu. Sonra birden kemanını yatağın üzerine bırakıp hızla ayağa kalktı. Cevahir, onun bir eliyle karnını, bir eliyle ağzını tutarak koşa koşa tuvalete gittiğini gördü. Koğuşta alışılmadık bir çalışma vardı, önce masalar kenara çekilip üst üste kondu. Ortalık sulandı, süpürüldü, silindi. İki büyük masa yan yana getirildi, yanına sandıklardan bir merdiven düzeni kuruldu. Tabureler özenle sıralandı. Sonra herkes yatağına çekildi. Oktay, konser olayını çoktan unutmuştu. Kemanına yapışmış, durmadan birtakım ezgiler çalıyordu. Yatağının önünde ayakta çalıyordu. “Başının yanmasını istemiyorum. Bu dangalaklann oyununa gelme. Beni dinle...” Çocuk, yayını gergin teller üzerinde gezdiriyor bildiği parçalara kavuşmanın sevinci içinde, durmadan, biraz cızırtılı da olsa, uyumlu küçük seslerle konservatuarda bir keman öğrencisi gibi, bir sınava hazırlanıyormuş gibi çalıyor, çalıyordu. Akşama kadar çalıştı, akşama kadar seslerle, ezgilerle boğuştu. Akşam yemeği ertelenmişti. Yemek, konserden sonra yenecekti. Herkes tıraş olmuş, herkes en temiz gömleğini, pantolonunu giymişti. Herkes gelip sıralardaki yerini almıştı. Tepedeki bütün lambalarının üstüne renkli kâğıtlar sarılmış, koğuş bir gece kulübüne dönüştürülmüştü. Birden bir alkıştır başladı. Ortalık sabırsız alkış sesleriyle yankılanıyordu. Abdullah Usta, koyu giysilerini giyinmiş, boynuna kravatını bile bağlamıştı. Çok şıktı. Kentin belediye başkanı ya da valisiymiş gibi alkışlar arasında kürsüye çıktı, "Sevgili arkadaşlarım," diye başladı konuşmasına, "Bugün burada, aramızdaki en küçük arkadaşımızın yaş gününü kutlamak için toplanmış bulunuyoruz, o belki en küçüğümüz, ama en yeteneklimiz, en yüreklimiz. Daha içeriye gireli, aramıza katılalı on gün oldu, ama onun nasıl biri olduğunu şimdi hepiniz gözlerinizle göreceksiniz. Bizler gelip geçsek de onun gibiler yerimizi dolduracaktır, Şimdi bu sevgili ufaklığı huzurunuza çıkaracağım," Alkışlar arasında kürsüden indi. Doğruca ufaklığın yatağına gitti, Oktay, söylenenleri uzaktan duymuştu. Duyduğu sözler onu ürpertmişti. Heyecandan titriyordu, Üstündeki yataktan Cevahir'in söyledikleri birer şamar gibi çarpıyordu yüzüne. Cevahir Ağbi’nin söylediği gibi, böyle bir kemanla böyle bir kalabalığın karşısına nasıl çıkacaktı? Abdullah Usta karşısındaydı. Az ötesinde de, yatağından inmiş Cevahir'in, üzerine dikilmiş öfke ve uyarı dolu bakışları duruyordu. "Haydi ufaklık. Bu gece senin gecen. Bak hepimiz seni bekliyoruz, Biz senden daha heyecanlıyız. Ver elini bana." Ufaklığı elinden tuttu, dönüp Cevahir Ağbi’ye bakarak, elini tutan elin çekimiyle kürsüye doğru yürüdü. Koğuşu dolduran alkış sesleri arasında kürsüye çıktılar. Sözü yine Abdullah Usta aldı. Oktay’a döndü. "Saba bütün koğuş arkadaşlarım adına şunu söylüyorum," dedi. "Güzel günlerin, güzel ayların, güzel yılların çok olsun çocuk.” Başını kaldırdı Oktay. Keman bir elinde, yay bir elindeydi. Renkli ışıkların altında karşısında sıralanmış bekleyen renkli yüzlerde gezdirdi bakışlarını. “Hepinize çok teşekkür...” Sözlerini tamamlaması güç oldu. Sesi gitmişti. Gözleri yaş içindeydi. Biraz yatışınca sözünü tamamladı; “... çok teşekkür ederim." Gözlerinin yaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Karşısındaki sessiz kalabalığa baktı. O sırada koğuşun demir kapısı açıldı. İçeriye birileri girdi. “Geldiler yine.” dedi ön sıralarda oturan biri. Birden Cevahir'i gördü. Çok yakınındaydı. İkinci sıranın başındaydı. Eşofmanıyla gelmişti. Gerçekten koğuşun en yakışıklısıydı. Gözleri öfke içinde ateş gibi parlıyordu. Onun günlerdir söyledikleri bir bir geçti kafasından Oktay'ın. İzleyicler Oktay'ın kafasını hızla iki yana salladığını gördüler. Kafasından bir şeyleri atmak için silkiniyor gibiydi. "Oktay!" diye seslendi kapının yanından biri. Oktay'ı almaya gelmişlerdi. Titredi çocuk. Kemanını kaldırdı, çenesinin altına dayadı, yayını havaya kaldırdı, kapıda duranlara baktı, bir süre yayını öylece tuttu havada, tellerin üzerinden bir kere hafifçe geçirdi, sonra gözlerini Cevahir'in gözlerine dikerek, kesinleşmiş bir kararla, sararmış bir yüzle, beklemediği bir terleme içinde, olanca coşkusuyla çalmaya başladı. Bu, onun kalabalık bir topluluk önünde vereceği ilk konserin ilk parçasıydı.
·
8 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.