"Asıl sorun, hala başkaları tarafından sevilmeyi umuyor olsak da, kendini sevmeyi bu kadar öne çıkaran bir kültür içinde başka birini sevmenin gittikçe güçleşmesidir belki de."
Yaşadığımız çağı, "Yeni Kaygı Çağı" olarak adlandırabiliriz. Kaygıyı önce doğurup, daha sonra onu çözme iddiasında olan medya ve moda gibi kapitalizmin en sevdiği sektörler, bu çağa öncülük eder.
İnsanlarda oluşan yetersizlik duygusu tüketim toplumunu besleyerek bu hissi güçlendiriyor. Bunun sonucunda anoreksi, bulumia, estetik ameliyatlar ve alışveriş bağımlılığı gibi ruhsal veya fizyolojik hastalıklar gün yüzüne çıktı.
Her ne kadar hastalıklar, ekonomik çöküşler, ekolojik dengede değişimler ve terörizmin sonucu gibi görünse de, temelde bireyin topluma ve kendisine karşı olan değişimlere gösterdiği tepkiler kaygıyı oluşturuyor.
Günümüz insanının, toplumsal rolleri reddedip istediğini yapmaya başladıkça kaygısının artmaya başladığı görülür. Evlilik, cinsellik, çocuk doğurma/yetiştirme gibi seçime bağlı olan konular, ideal olana ulaşma kaygısını doğurur.
Sanal hayattan sıkılan insan için yapılan yeni projeler (Reality TV Şovları), bir sanallığa yenisini beklemekten başka bir şey değildir. Nesnenin kaybı değil de nesnenin eksik olmamasının sağlanması yeni bir kaygıyı doğurur.
Aşk ve sevgi ilişkilerinin temeli de kaygıdır. Bunun çözümü olarak "kişisel gelişim" adı altında yazılan kitapları ve "aşk mektupları" örnek üzerinden örnekler veriliyor.
Annelik kaygısı üzerine yazılan bölümde "Yates Vakası" örneği veriliyor. Çocuklarına yeterli ebeveynlik yapamadığı kaygısıyla onları öldüren bir annenin yaptıklarını okuyoruz. Çocuklarından değil de kaygılarıdan kurtulmak isteyen bir anne..
Yazar psikoloji ve sosyolojiyi harmanlamış olduğu eserinde diğer düşünürlerden de destek alıyor.
Sigmund Freud, kaygının "bastırılmış libido" sonucu ortaya çıktığını vurgular. İlk teorisinde bulunan bir tehlikenin kaygı oluşturduğunu söylemiş olsa da sonrasında tehlike beklentisinin oluşturduğunu söyler. Bu yüzden kaygı ve korku birbirinden ayrılır.
Bebeklikte vücudun içinde ve dışında olan olanların dışavurumunun tam olarak gerçekleşmemesi, çocuklukta etrafın sevgisinin azalması, ergenlikte erkek çocuğun babasını rakip olarak görmesi insanın vücudunun kaygıyla kaplanma sebeplerindendir.
Soren Kierkegaard ise kaygıyı özgürlük kavramıyla ilişkilendirir. "Her şeyi yapabilme" nin getirdiği belirsizlikler kaygıyı açığa çıkarır.
Jacques Lacan "Jouissance" yani acının içindeki haz insan kavramını kullanır. Öznenin hiçbir zaman en yüce olana erişmek istemediğini, arzusunu diri tutmak için kendisine yasaklar icat ettiğini Freud'un da görüşleriyle destekler. İnsanın "Öteki" arayışı vardır. Kendine yeni cemaatler oluşturur. Bu, cemaatlerin bireye olan talebi azaldıkça suçluluk ve yetersizlik hissi de kaygıyı uyandırır.
Medyanın bize karşı kullandığı sosyal kaygı, varolan belki de bize katkı sağlayabilecek olan kaygıyı ötelemiş ve bizi çıkmaza sokmuş durumda.
Yetersiz para, beni sevmeyecekler veya sevmekten vazgeçecekler korkusu, "ben mutluluğu hak ediyorum" tarzında olumlamalar yazarın "Pozitif Takviye" olarak adlandırdığı yeni bir klasör açıyor bizlere. Tüm bunlarla baş edebilir miyiz ya da etmeli miyiz diye düşünerek zihnimde oluşan yeni bir kaygıyla eseri tamamladım.
Dokuz Yüz Katlı İnsan İlki konuyu pekiştiren, ikincisi ise çözüm üreten bir eser.
Bu güzel incelemenizin ardından bu kitabı okuma kararı aldım. Elinize sağlık 🙏🏻