Gönderi

Bir Yudum Kitap
Mustafa Soyuer, "Ellerim, sana bir mısra boyu uzaklıkta. Uzansan tutacaksın." der ve ekler: "Dokunsan yanacaksın." Bazen yakındakiler öyle uzaktır ki sevgili okur. Yakar işte. Var olun. Mustafa Soyuer - Düş Türk Dili Dergisi, Temmuz 2017 (787. sayı), s.28-30 Defterler açılıyor şakır şakır. Kâğıt sesi, siren sesi gibi geliyor kulağına. "Yangında ilk kurtarılacak anılardır.” diye geçiriyorsun içinden. Talebelerin tahtadakileri yazmakla meşgul. İşte yine kendinle baş başa kaldın. En sevdiğin hâl. Şimdi rahat rahat dertlenebilirsin. Pencereden dışarı bakıyorsun. Bakıyorsun ama hiçbir şey görmüyorsun çünkü duvarlara baktığın gibi bakıyorsun pencereden de. Okul bahçesinde top oynayan çocukların neşesi, ikinci kattaki sana ulaşmıyor. Neredeyse mart sonu gelmiş. Tabiat yarı yarıya doğrultmuş belini. Süt erikleri çiçek açmış. Bademler bugün yarın meyveye duracak. Leylekler göç yolunda. Yerli serçeler konuyor baktığın pencerenin pervazına. Zihnindeki gürültü, serçelerin çığlığını bastırıyor. Pencere aralıklarından geçip odalara dolan taze çimen kokusu, burnunun ucundan teğet geçiyor çünkü dimağını yanık kokusu doldurmuş. Başka tek kokuya geçit yok. Kömürleşmeye başlayan parmaklarına bakıyorsun. Gökyüzünde bir parça bulut ilişiyor gözüne. “Şu bulut neye benziyor Polonius?" diye soruyorsun kendine. Kömüre benzetiyorsun pamuk gibi bulutu. Bozuk Türkçesiyle bir terlikçi geçiyor kaldırımdan. Hiç aldırmıyorsun. Talebeler hâlâ tahtayı yazmakla meşgul. Birden, bir yerlerden yeni demlenmiş çay kokusu geliyor burnuna. Çayı ne çok sevdiğini anımsıyorsun. Günlerden sonra canın ilk defa bir şey istiyor. Oysa yanık kokusundan başka koku duymaman gerekliydi. İşte bu çok kötü oldu! Hikâyenin bu kısmını beğenmedim. Değiştiriyorum. Bir yerlerden taze çay kokusu gelebilir ama sen bunu duymamalısın. Nekahet dönemi hiç baş-lamamalı. Sen hiç iyileşmemelisin! İtiraf ediyorum, şu an yorganı başıma iyice bürüdüğüm hâlde bütün bu düşleri ben kuruyorum. Kendi düşlerime, kendimi inandırarak mutluluk oyunu oynuyorum. Güya ben hâlâ akimdayım, seni terk ettiğim için bütün dünyan kırık dökük. Beni bir türlü unutamıyorsun. İstedim ki terk edilişin incinmişliği işgal etsin aklını. Bundan başka hiçbir şey düşüneme. Anlıyor musun seni sebepsiz yere terk edişimi? Anlıyor musun yüzlerce soru işaretini beynine niçin astığımı? İyi zamanlarımızda bine böldüğün zihnin, şimdi -olumsuz da olsa- yalnız benimle meşgul. Beddualarında yalnız ben geçiyorum. Az şey midir? İtiraf ediyorum, bütün bunları ben kurdum. Oysa biliyorum, bu düşlediklerimin hiçbiri yaşanmadı bugün. Dersine tam zamanında girdin; müdürün kanlı, çakır gözleri yürürlükteki mevzuatı hatırlatmadı sana. Bir şiir kitabı da yoktu yanında. Avuçlarını yakan o mısralara hiç dokunmadın bugün. Dersin o kadar akıcı ve güzel geçti ki o hazla uzun teneffüs saatinde taze demlenmiş çayı, kokusunu içine çeke çeke içtin. Benim kokumu unuttun bile. Ben sanki hayatından hiç gelip geçmedim; bırakıp gitmedim seni; araya yollar hiç girmedi sanki. Erik ağacında yeşeren yaprak, aşerdiğin gözlerim değildi. Bulutta beliren utangaç tebessüm, benim gamzelerim değildi. Kahkahan, çoktan eski rengini buldu. Ne çok güldün öyle. Beni unuttuğunu düşünmek, senin artık acı çekmediğini bilmek, beni ne kadar incitiyor bilsen... Bilsen yastığımın altında çöreklenmiş iki mısra, ensemden gövdeme doğru yürüyor şimdi. Mısraların değdiği yerlerde iri yanık izleri... Kitabı kapatıp kaldırmakla şiir orada bitiyor mu sanıyorsun? Neyse boş ver bunlara, nerde kalmıştık en son? Hah, sınıftaydın. Tam o sıra zil çalıyor. Hâlâ camdan dışarı bakıyorsun. Bakıyorsun ama görmüyorsun. Zilin çaldığını hatırlatıyor sınıfın en haylazı. Duymuyorsun. Ellerimi düşünüyorsun. Ellerim, sana bir mısra boyu uzaklıkta. Uzansan tutacaksın. Dokunsan yanacaksın.
·
9 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.