Gönderi

(Mehmet Emin Yurdakul’un torunu) Doğan Yurdakul anlatıyor:
MEHMET EMİN YURDAKUL'UN HAYATI VE HUSUSİYETLERİ Doğan Yurdakul (Mehmet Emin Yurdakul’un torunu) Milli Şair Mehmet Emin Yurdakul 1869 yılının mayıs ayında Beşiktaş’ta dünyaya gelmiştir. Babası yedi çifte bir balıkçı kayığının reisi olan Salih Reis, annesi, Edirne civarından İstanbul’a gelmiş Mehmet Ağanın kızı Emine hanımdır. Küçük Mehmet Emin yedi yaşında «Saray Mektebi» denilen Sıbyan mektebine girmiş ve üç yıl sonra Beşiktaş Askeri Rüştiyesine devama başlamıştır. Bunu bitirdikten sonra yazıldığı Mülkiye Mektebi’nden, on sekiz yaşındayken, tasdikname alarak çıkmış, Babıali Sadaret Dairesi Evrak Odasına maaşlı kâtip olmuştur. İki yıl sonra Hukuk Mektebi’ne devama başlamışsa da tahsilini tamamlamak ve İngilizce öğrenmek için Amerika’ya gitmek arzusuyla buradan da ayrılmıştır. Lâkin, bu seyahat için kendisine yardım edecek olan Madam Mut bu sıralarda vefat ettiğinden, emeline nail olamamış ve bu suretle- daha yirmi bir yaşındayken- okullarla ilgisini kesmiştir. Milli Şair’in hayatında, sanat ve idealinde, okuduğu mekteplerden ziyade, babasının muhiti rol oynamış; Salih Reis’in, oğluna okutup, ‘dinlediği «Kerem ile Aslı», «Aşık Garip», «Battal Gazi» gibi halk roman ve destanları ile, Namık Kemal'in «Evrak-ı Perişan» ı Mehmet Emin üzerinde derin tesirlerini göstermeğe başlamıştır. Böylece, daha çocukken, kulakları, halkın hissedebileceği, anlayacağı, faydalanacağı ve zevk alacağı eserlerle dolan şair, bunlardan ilham alarak, bir millî edebiyat vücuda getirmeyi düşünmüş ve bunu tahakkuk ettirmiştir. Bu hususu, büyük idealist şöyle ifade ederdi: «Ben eski edebiyattan iki yolda ayrıldım. Banlardan birincisi yazış, ikincisi vezindir. Yazışta onlarla birleşemedim, çünkü Türklere karşı şimdiye kadar geciken bir işi ancak bu şekilde yazarsam görebileceğim inancındaydım. Onlardan vezinde de ayrıldım, çünkü bu şekilde yazılan şiirleri parmak hesabından başka bir tarz ile söylemeye dil dönmüyor. Üslûp yahut yazış, tabiatın ve insanlığın ruhta yahut beyin ve kalpte uyandırdığı birtakım düşünce ve duyguları başkalarına yazı ile anlatmak sanatıdır, ki bu yazarlara: yaradılışına ve içinde bulunduğu ftlemin kendisine gösterdiği hadiseleri hissedişine bağlıdır. O halde ben ne yolda yazmalıydım? Gözleri ilk açılışta bir balıkçı evinin isli çatılarına ilişen bir halk evlâdına nasıl yazmak yaraşırsa, işte öyle. Elimdeki çerağı karanlıkta kalanlara tutmak borcu olan bir Türkün nasıl yazması icap ediyorsa, işte öyle... Vezne gelince.. Ben bunun için halk ağzından işittiğim türkülerin vezninden başka bir şey bulmadım ki… Mehmet Emin ilk küçük kitabını Babıâli kâtibi iken 1890 tarihinde yazdı. «Fazilet ve Asalet» adlı, üç formalık, mensur bir risalecik olan bu kitabını, dairesinin âmiri olan Sadrazam Cevat Paşaya takdim etti. Eseri çok beğenen ve gördüğü istidadı geliştirmeyi arzu eden Sadrazam, Mehmet Emin’i taltif ile, Rüsumat Emini Haşan Fehmi Paşaya tavsiye etti ve Rüsumat Tahrirat Kalemi Müsevvitliğine tayin ettirdi. 1893’te Rüsumat Evrak Müdürü olan Mehmet Emin’in şöhreti bu sırada Türk âlemine ve Avrupa'ya yayılmaya başladı. Mehmet Emin Evrak Müdürü iken Şeyh Cemaleddin Efganî İstanbul’a gelmişti. Onun müritleri arasına karışan genç Mehmet Emin, istifade ettiği fikirlerin de tesiriyle Türkçe şiirler yazmaya başladı. Yunan Harbi’nin arifesiydi. Şair, «Cenge Giderken» adlı meşhur şiirini yazdı ve üstadı Cemaleddin Ergani’ye götürüp ona okudu. Cemaleddin Efganî Mehmet Emin’i «işte asıl sizin edebiyatınız budur.» diye çok alkışladı ve bu yolda yazmağa onu teşvik etti. Ben bir Türküm; dinim cinsim uludur, Sinem, özüm ateş ile doludur. mısralarıyla başlayan ve Selânik’te Asır gazetesinde yayınlanan bu şiir Mehmet Emin’in Milli Şair olarak tarihe geçmesine ve dünyaca tanınmasına sebep oldu. Türklüğün unutulduğu, Osmanlılığın saltanat sürdüğü ve adeta Türk sözünden bahis bile edilmediği bir devirde duyulan bu şiir milli uyanışın şarkısı kabul edildi ve bütün bir neslin dudaklarından eksik olmadı. 1899’da şairin «Türkçe Şiirler» adlı eseri Matbaa-ı Ebüzziya'da, resimli olarak, basıdı. «Cenge Giderken» de dahil olmak üzere dokuz şiiri havi olan bu kitapta, Recaizade Ekrem, Abdülhak Hâmit, Şemseddin Sami, Rıza Tevfik ve Fazlı Necip beylerin takdirkâr mektuptan da yer almıştı. Aruz vezni ile ve Osmanlıca denilen karışık bir lisanla yazılar yazıldığı sırada yayınlanan bu şiir kitabı, tabiî olarak, yurt içinde ve dışında geniş yankılar yaptı. Artık Türk edebiyatında yeni bir çığır açılmıştı. Millî Şair birçok müsteşrikin takdirlerini topladı: Minorsky, Hora, Vamberi, Gibb, İsmail bey Gasprenski’den mektuplar geliyordu. Bunlardan Gibb, «Sizi, altı asır beklemiştik.» demek suretiyle, Mehmet Emin’in başardığı işin azametini ifade eden ilk müsteşrik oldu. «Türkçe Şiirler» in arkasından «Kibritçi Kız», «Kesildi mi Ellerin» isimli şiirleri Servet-i Fünun’da neşredilen Mehmet Emin, 1904 yılında İzmir’de yayınlanan «Muktebes» mecmuasında «Hayat Kavgası» ve Selânik’te yayınlanan «Çocuk Bahçesi» mecmuasında «ölü Kafası», «Zavallılar», «Zavallı Kayıkçı», «Çiftçilik», «Ey Genç Çiftçi», «Çekiç Altında» isimli şiirlerini neşrettirdi. Halkın anlayacağı bir şekilde, hece vezniyle ve çok sade bir dille yazılan bu gürlerden dolayı Rıza Tevfik, Ömer Naci, Hüseyin Cahit ve Râif Necdet gibi kimselerin karıştıkları edebî münakaşalar iki ay. kadar sürdü. İttihat ve Terakki Fırkası ile olan münasebeti dolayısıyla İstanbul’dan uzaklaştırılıp Erzurum Rüsumat Nazırlığına tayin olunan Millî Şair, 1908’de Meşrutiyetin ilânından sonra Trabzon Rüsumat Nazırlığına naklolundu. Abdülhamit’in tahttan indirildiğinden sonra Hüseyin Hilmi Paşa Sadrazam olunca, onu İstanbul’a çağırıp Matbuat Umum Müdürlüğünü teklif ettiyse de, Mehmet Emin bu görevi kabul etmedi. Bunun üzerine Bahriye müsteşarı tayin olunduysa da, yirmi altı gün sonra bu görevden de istifa ederek ayrıldı. Bunun üzerine kendisini önce Hicaz Vali vekili, sonra Sivas Valisi yaptılar. Tekrar istifa eden Milli Şair, İstanbul’a gelerek, Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Akçuraoğlu Yusuf ve Dr. Âkil Muhtar beylerle «Türk Yurdu» mecmuasını kurdu. Fakat Erzurum Valiliğine tayin olunduğundan mecmuayı Yusuf Akçura beye devrederek Erzurum’a gitti ve bu son idari görevinden de emekli oldu. İdare işleriyle ilgisi kalmayan Mehmet Emin, tekrar edebî hayatına hız verip şiirlerim neşretmeye başladı. «Türk Sazı» adlı şiir kitabı bu devrenin mahsulüdür. Bu kitapta bulunan yetmiş üç parça şiir, Balkan Harbi’nin sonunda gençliğe yeni bir ruh getirdi. Birinci Cihan Harbi başladığı zaman Milli Şair Musul mebusuydu Dört yıl içinde «Ey Türk Uyan», «Kuran’a Doğru», «Sefer Yolunda' isimli eserleri veren şair Türklüğün manevî kuvvetini arttırmaya çalıştı. Mütareke devresinde de Sultanahmet meydanındaki mitingde meşhut nutkunu söyledi ve sonra Anadolu’ya geçerek milli hükümetle birleşti İnebolu’ya çıktığında bir telgrafçı, kendisine, Mustafa Kemal Paşa’nın çektiği, şu telgrafı verdi: «Türk milliyetperverliğinin ilâhî mübeşşiri olan şiirleriniz, bugünkü mücadelemizin ruh-u hamasetine ufku tulü olmuştur. Teşrifinizden duyduğum memnuniyeti beyan ile sizi milletimizin mübarek babası olarak selâmlarım.» Anadolu’ya geçtikten sonra «Aydın Kızları», «Vur», «Ilgaz Dağları», “Metristepe”, «Siperlerde», «Dağlüar», «Dante’ye» adlı eserleri kaleme alan Millî Şair, İstiklâl Mücadelesinde, gerek orduya, gerekse halka heyecan ve iman vere vere o cepheden o cepheye koştu. İstiklâl Savaşandan sonra Şarki Karahisar mebusu olan ve sonra Urfa ve İstanbul Milletvekilliklerini yapan Mehmet Emin Yurdakul, teşriî vazifesi sırasında da «İstiklâl Destanı», «Kurtarıcıya», «Anıt», «Ankara» ve «Devrim» isimli eserlerini verip, tercümeler de yaptıktan sonra, idealini gerçekleştirmiş, memnun ve rahat bir insan olarak 14 ocak 1944’te gözlerini hayata kapadı. Millî Şair ortadan ıızun boylu, şişmana yakın tıknaz, açık yeşil gözlü, beyaz tenli, geniş ve açık alınlı, yirmi altı yaşındayken bıraktığı ve son zamanlarında bembeyaz olan sivri sakalı ve bıyığı ile meşhur ve birçok kimsenin teslim ettiği üzere, nu- ranî yüzlü bir insandı. Ellerinin biçimi sanatkârlığının adeta sembolüydü. Uzun ve uçlan kıvrık parmakları, geniş ve muntazam ayaları olan elleri, ekseriya kurşun kalem tozu ile siyahlanmış görünürlerdi. Kendisini iyice tanıdığım tarihte yaşlanmıştı. Fakat dinçlik ve hayatiyetinden hiç kaybetmemiş bir kimseydi. Evde ve sokakta dimdik yürür, bastığı yeri titretirdi. Gerek yüzünün ifadesi, gerekse hal ve hareketleri ile etrafına hürmet telkin ederdi. Simasındaki berraklık sanki içinin aksi idi. Son derece açık kalpli, mültefit, samimî, mütevazı ve hassastı. Çabuk sinirlenir ve bu esnada burun delikleri oynardı. Fakat hiddeti, saman alevi gibi, uzun sürmezdi fazlasıyla alıngandı. Çabuk kırılırdı Lâkin asla kin tutmazdı. Kötü söz hiç sarf etmezdi Bir kimseyi kırmışsa, hemen gönlünü alırdı. En çok kızdığı hadise, yazı odasının ve masasının, şu veya bu sebepten karışmasıydı Böyle bir zamanda gözüne kimse görünmek istemezdi. Güzel bir yazı odası, ciltlerle dolu kütüphanesi vardı. Bir karıncanın taşıdığı erzak misali, eve her dönüşünde elleri kitaplarla dolu olurdu. Kütüphanesini Üniversiteye bağışlayacağı sırada evi yandığından, bu arzusuna nail olamadı. Çok terler, bu yünden fazla yürümezdi. Yürüdüğünde, bir süs vasıtası olarak baston kullanırdı. Sade, fakat oldukça temiz giyinirdi. Elbiseye umumiyetle «uruba» derdi. Kravatını kendi bağlamaz, bağlatırdı. Düğümü büyük bağlanmış kravat severdi. Sağ elinin yüzük parmağındaki yakut yüzük hiç çıkmazdı. Altın saat ve kösteğini yelek cebinde taşır, enfiye kullandığı için altın kutusu yeleğinin öteki cebinde bulunurdu. Hasta olmaktan, bilhassa nezleye yakalanmaktan çok çekinirdi. Sık sık hekimlere muayene olur, tavsiyelerini dinlerdi. Yatağının baş ucunda birçok ilâç şişesi eksik olmazdı. Son zamanlarda anjin döpuatrinden mustaripti, ölüm haberlerini - çok üzüldüğü için - dinlemek istemezdi. Bilhassa sevdiği kimseleri kaybettiği zaman çok sarsılırdı. Bu sebepten böyle acı haberli gazeteler kendisinden saklanırdı. Sigara kullanmaz, pipo veya puro içerdi. Dumanı içine çekmez, dışarı üflerdi. İçki hiç içmez, kumardan nefret ederdi. Yemeğe düşkündü ve iştahlıydı. Muayyen lokantalarda ve çocuklarının evinde, sevdiği yemekleri yemekten büyük bir haz duyardı. Bununla beraber hekimler perhiz tavsiye edince, istenileni derhal yerine getirirdi. Bu gibi ahvalde, piposuyla, tütün yerine, kurutulmuş papatya içer, şayet soğuk algınlığından rahatsızsa, konyak ve çayla yapılmış «punç» başlıca ilacı olurdu? Evine çok bağlıydı. 55 yıllık eşi ve çok akıllı bir kadın olan Müzeyyen hanımı tam bir hayat arkadaşı kabul eder, evlâtlarının arzularını yerine getirmek için çırpınırdı. Umumiyetle sabahları çalışır, öğleden sonraları ya çok sevdiği sinemaya gider yahut Beyoğlu’nda Turkuaz adlı pastahanede otururdu. Geceleri dış an çıkmaz, çocuklan, torunları ve sevdiği kimselerle oturup konuşmaktan büyük bir zevk alırdı. Yatmadan önce yakınlarını ayrı ayrı öperdi, ölümünden önce, geçen iki büyük olayın ağırlığı onu adeta yıkmıştı. Bunlardan ilki evinin ve çok sevdiği kütüphanesinin tamamen yanması, İkincisi ise çok sevdiği eşinin ölümüdür. Bu üzüntülerin neticesi kabul edilebilecek bir şekilde ve kısa bir zaman sonra Alman Hastanesinde hayattan ayrıldı. Nur içinde yatsın! -
·
265 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.