Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Risale basımı ve Ayasofya için destek verenlere...
Üstadın bir yönetimden istediği sadece bunlar mıydı? Onun hükümetten beklediği adalet, liyakat, işi ehline vermek, hal ve yaşantıda iktisatla halkına örnek olmak, istibdadı kaldırmak, meşvereti tesis etmek, her türlü hürriyete serbestiyet vermek, kendine en muhalif olanla kendini destekleyeni ayırmayarak adaletten şaşmamak, uhuvvet-i İslamiyeyi inşa etmek, sosyal ahlakı ihya etmek gibi istekler niye gündemde bile değil? “Biz dinimizi severiz, dünyamızı da yine din için severiz” hakikati; Kur’an talebelerine hayatlarını, fikirlerini nasıl şekillendirmeleri gerektiği noktasında muhteşem bir ölçü verir. “Zihinlerin felsefede boğulduğu, aklın siyasete daldığı, kalbin dünya hayatında sersem olduğu” bir zaman diliminde; bu ölçüyü anlamak, yaşamaksa hadis-i şerifin ifadesiyle kor ateşi elde tutmaktan daha zor. Zaten ahirzaman hadiseleri bizi bu kadar yoruyorken, birbirlerine sığınak olması, daha da kenetlenmesi gereken Müslüman kardeşlerin bu zorluğu daha da katmerleştirmesi ne kadar acı... İslamın en büyük ahlakı hayayı, elden ve dilden bırakmadan, din kardeşine saldırmadan fikrini savunmak neden bu kadar zor? “Dünya için din feda olunmaz” Dinin temeli olan uhuvvet-i İslamiye de hiç feda olmamalı. Hele ki günlük, geçici, menhus siyaset hesapları uğruna. Ama nefsine perestiş etmekten doğan inhisar zihniyeti; bütün mukaddesatı menfur emellerine nasıl da fütursuzca alet ediyor. Bu üslup, bu tekelcilik, bu saldırganlık bütün değerlerimizi alt üst ediyor. Kim kimi sevip peşinden gidiyorsa, hali de iyice kendisine sirayet ediyor. “İnsanlar idarecilerinin yolundadır” hadisinin tezahürünü bu kadar acı bir şekilde gördükçe imtihanın şiddetini daha da iyi anlıyorum. Bu kaos ve kargaşa ortamında; sükunetle, derinleşerek, akl-ı selimle, hazmederek akla ve kalbe damla damla nakşedilmesi gereken hakikatler; sathi bir şekilde okunup, sadece muhatabının yüzüne çarpmak ve kendini her şekilde haklı çıkarmak için kullanılıyor. Algısını hakikate göre şekillendirmesi gerekenler, hakikati kendi sığ algısına sığdırarak servis ediyor. Ve biçare hakikatler ehil olmayan ellerde nasıl da kıymetsizleşiyor. Bir bataklığın içinde debelenirken kendini mürşid sanıp, parmağını sallaya sallaya ahkam kesip dünyaya nizam vermeye kalkanlara kalmış meydan. Oysa hakikati ayan beyan görmek bu kadar kolay mı? Peygamberimiz neden bizi o kadar şiddetle uyardı ? Neden on dört asırdır ümmet ahirzamanın fitnesinden sığındı? Neden Üstad Hazretleri talebelerine mesleğinden ayrılmayacaklarına dair Kur’an’ın üzerine yemin ettirdi, neden Van’da inzivaya çekildiğinde günde kırk defa “Allah’ım bana hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasib et, batılı batıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasib et” diyerek yakardı? Neden Nur mesleğinin değil dünyevi, uhrevi makamlara bile alet edilemeyeceğine bizleri şiddetle ikaz etti? Zahir nasıl da aldatıcı! Bak; dilinde iman, elinde Kur’an; o zaman her şey tamam, gerçekten bu kadar basit mi tercihlerimizi şekillendiren? Münafıklık; niye Mekke döneminde değil de Medine‘de zuhur etti? Müslümanlar ezilmiş durumdayken böyle bir tehlike yokken; kaderin bir sırrı; gerçekten iman edenle etmeyeni ayırt etmek için; İslam devleti güçlendikçe, imtihan daha şiddetli devam etti, bu sefer kafirlerin eliyle değil münafıkların eliyle geldi darbeler. İnanmadığı halde inanç maskesini takıp, menfaati için güçlüden yana duranlar tarafından; hem de çok daha sinsice, daha şiddetlice, daha parçalayıp yutarcasına... “Nifakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmî zelzeleye maruz bırakan, nifaktır.” “Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dâhilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü dâhilî düşman, kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis asabiyeti, millî duyguları şiddetlendirir, salâbeti arttırır.” Divan-ı Harbi Örfi’de nifakı oluşturan hal ise şu çarpıcı cümlelerle anlatılır: “Herkesin bir fikri var. Ben de hürüm... Selamet-i millet için bir fikrim var. İşte: Sulh-u umumî ve aff-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.“ Demek ki; toplumsal barışa hizmet etmeyen, affın kuşatıcılığını takınmayan, bir başkasına haşerat nazarıyla bakan ve imtiyazı kaldırmayan hareketler nifakı oluşturuyor. Peki bu devletin en başındaki idarecilerin eliyle bizzat yapılırsa? Kendisini desteklemeyen herkesi vatan haini, dinsiz, ezansız gibi gösterip alkışlatırsa? Bunu kendisi gibi servis edenleri de el üstünde tutarsa? Biz hala bu idarecilere din namına nasıl sahip çıkabiliriz? Desteklediğimiz, nifakın haliyle halleniyorsa bunun açıklamasını nasıl yapacağız? Kendi kendimizi kandırmaya daha nasıl devam edebiliriz ? Aziz Üstadımızın “Beni anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar” serzenişi sanki bugünler içinmiş... Doğru ile yanlışın, haklı ile haksızın, ihlas ile riyanın birbirine sarmalandığı bir zamanda, bu sarmalı çözmek, hicapları kaldırmak için hakikatin rehberliğine çok şedit ihtiyacımız var. Ömründe bir defa Bediüzzaman’ın Adnan Menderes’e yazdığı mektubu dikkatle, defaatle, teenniyle okumayanlar tuti kuşları gibi aynı cümleleri tekrarlayıp duruyorlar. Üstadın isteklerini Ayasofya, Risalelerin basımına kilitleyip, biz bunu yapanlara desteğiz diyorlar. Bu ikisinin nasıl yapıldığı zaten ayrı bir tartışma konusu, ama buraya şimdilik girmiyorum. Gerçekten Üstadın bir yönetimden istediği sadece bunlar mıydı? Bediüzzaman Hazretlerinin hükümetten beklediği adalet, liyakat, işi ehline vermek, hal ve yaşantıda iktisatla halkına örnek olmak, sevad-ı azama uymak, istibdadı kaldırmak, meşvereti tesis etmek, her türlü hürriyete özellikle fikir hürriyetine şahane serbestiyet vermek, kendine en muhalif olanla kendini destekleyeni ayırmayarak adaletten şaşmamak, uhuvvet-i İslamiyeyi inşa etmek, sosyal ahlakı böylece ihya etmek gibi istekler niye gündemde bile değil? Bu konudaki karneye neden hiç bakılmıyor? Kur’an’ın dört temel esasından birisi adalet değil mi? İşaratü’l-İ’caz’da anlatıldığı gibi; hakiki ibadet; külli adalete götüren ve Allah’ın hükümlerine teslimiyetle boyun eğdiren değil mi? Adaletten uzak ibadet, mahşerde kişinin suratına çarpılmayacak mı? Üstad Hazretleri Adnan Menderes’e yazdığı mektubun ilk başında “ezan-ı Muhammediyeyi serbest bıraktığı için onu “İslam Kahramanı” diyerek taltif ederken; ilerleyen satırlarda o kadar çok uyarı, ikaz yapıyor ki! Bütün vurgusu da; adalet ve uhuvvet-i İslamiyeyi tesis, ırkçılık illetini def ve tek parti iktidarının yandaşlarına zevkli bir rüşvet olarak verdiği memuriyet istibdadını kaldırarak, sosyal hayatta güvenin tesis edilmesi üzerine. Diğer taraftan Türkiye tarihinin görüp göreceği en nezih, en beyefendi, en latif üslubu olan siyasetcisini; toplumu incitmemek ve ayrıştırmamak üzerine defaatle uyarıyor. Mektubun son satırlarında ise “yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikatı kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.” sözüyle de mana-ı muhalifiyle adeta “Ezan-ı Muhammediyi serbest bırakarak büyük hizmet ettin, ama yetmez, bunun devamını adalet, ahlakla tesis etmezsen, hizmetini buna uygun yapmazsan değil desteğe devam etmek, duaya bile devam edemem” diyor adeta. “Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar.” En şedid istibdad döneminde hiç korkmadan bu sözü haykırabilen bir Üstadın talebesi iddiasında olup da; Peygamberimizin emirlerini çiğneyip, mahz-ı edep olan Sünnet-i Seniyyenin ölçülerini fütursuzca çiğneyen idarecileri kayıtsız şartsız desteklemek, yanlışına yanlış diyememek; Kur’an’ı ve kudsi değerleri ağızlarına sakız yapmalarının hesabını soramamak, Allah adına bu manzaradan nefret ettiğini haykıramamak nasıl bir zül... Kimsenin kime oy verdiğine karışmak haddim olmadığı gibi, kimsenin de bana ya da hiç kimseye karışma hakkı yok. Ama bir seçimin sanki iman küfür seçimi gibi gösterilmesine; benim karşımda olanlar “dine, ezana, bayrağa” karşı vb. sözlere; tüm Müslümanların, özellikle Nur talebelerinin yeri göğü inletip tepki göstermesi gerekirken, bu korkunç cinayeti yapanlara değil de; “din siyasete alet edilemez, hesap vermemek için Kur’an’ı kendinize siper etme hadsizliğini yapamazsınız, dini tekelinize alamazsınız” diyen kardeşlerine tepki göstermesi, “Şeytandan ve siyaseten Allah’a sığınırım “ sözünü çok acı bir şekilde tefsir ediyor. Ayet-i kerimede şeytanın en büyük özelliği; mü’minlerin arasını açmak istemesi olarak ifade edilir. Bugün; anneyle babayı, kardeşle kardeşi, Müslümanla Müslümanı birbirine kırdıran gaddar siyaset; şeytanın işlevini görüyor. Bu acib tehlikeye karşı; daima “nura, ihlasa” koşanlar ve herkesin seçim hakkına saygı duyan, baki hakikatleri ve Nur kardeşliğini siyasetin çakıl taşlarına feda etmeyen Nur kahramanları; dünya ve ahirette kazanacak, derin çukurlara sukut etmeyeceklerdir inşallah... Nur Sözen
·
140 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.