Gönderi

600 syf.
7/10 puan verdi
·
Beğendi
·
9 günde okudu
Sineklerle hep savaşsak da, savaşı yine de onlar kazanıyor!
Konu olarak son derece ilginç, edebi olarak ise iddialı Proust özentisine rağmen -daha doğrusu, tam da bu yüzden- bekleneni verememiş bir eser bence Kaputt. 2. Dünya Savaşı’nı önemli cephelerde, gazeteci kimliği ile izleyen ve her iki tarafın da ileri gelen devlet adamlarının yakınında bulunan yazarımızın aktardıkları, dönemi içeriden -ve üstelik ayrıcalıklı ekibin yaşayışı üzerinden- görme fırsatı sağladığı için muazzam bir tarihi kaynak. Öte yandan yazarın Proust hayranlığı üst seviyede ve böylesi bir tarihi atmosferi Proust tarzı uzun betimlemelerle süsleme isteği; olaylardan ziyade insanlar, doğa, yaşanan an, duygular üzerine uzun cümlelerle sonsuz konuşma arzusu, bir yerden sonra beklenenin tam tersi etki yapıyor. Yaşanan adaletsizlik, acımasızlık, sefaleti hissedecek yerde dönemin salon beyefendisi ve hanımefendilerinin mekanlarındaki ya da kıyafetlerindeki detaylara takılıyor buluyoruz kendimizi ve aynı onlar gibi yaşananları kanıksıyoruz sanki. Curzio Malaparte 1. Dünya Savaşı gazisi bir subay olmasına karşın sivri diliyle Mussolini İtalya’sında barınamayan, biraz da sürgün niyetine gazeteci kimliğiyle savaşı izlemesine izin verilen bir yazar. Özellikle doğu cephesinde; Rusya, Finlandiya, Polonya, Ukrayna, Çek Cumhuriyeti topraklarında izliyor savaşı. Anıları çoğunlukla savaşın Almanların üstün göründüğü, ancak Rusya yenilgilerinin de başladığı dönemi içeriyor. Savaş Almanlar ve müttefikleri İtalyanlar için zorlaşmaya başlayınca Malaparte’ın hayatı da zorlaşacak, İtalya’da hapse atılacak ve savaşın bitimine kadar da hapisten çıkamayacak. Sürekli asker ve diplomatların çevresinde dolaşan yazar, notlarını zorlukla tarafsız bölgelere kaçırabilmiş ve sonrasında yine çeşitli zorluklarla toparlayabilmiş. Almanların kuş uçurtmadığı, en ufak suçun idam ile cezalandırıldığı o dönemde bunu yapmak büyük cesaret işi. Belli ki muhalif kişiliğine rağmen politik dili ustalıkla kullanan Malaparte’dan şüphelenmemişler. Üst düzey bürokrat ve askerlerin bu kadar yakınından, birinci ağızdan hikayeleri aktarması bakımından bu yaptığının tarihe katkısı muazzam. Proust’vari dili de belki o yüzden, olayları bir sis perdesi ardından anlatmasını sağlayabileceğini düşünerek, ön plana çıkarmış olabilir. İnsanlar cephelerde, gettolarda, kamplarda ya da şehirlerde sinekler gibi ölürken, üst sınıf şaşaalı hayatına aynen devam ediyor. Acımasızlığın sınır tanımadığı, güçlünün zayıfı bile isteye ezdiği korkunç bir düzen bu: Rus cephesinde esirlerle uğraşmak yerine onları yol ortalarında donduran ve işaret tabelası niyetine dizen Alman askerleri var örneğin. İaşi’de şenlik havasında geçen bir Yahudi pogromu. Rusların baş edilmez Alman tanklarını, üstlerine cephane bağlanmış köpeklerle havaya uçurması. Dönemin en korkunç canilerinden Paveliç’in Belgrad’da, oyduğu insan gözlerini gururlar yazarımıza göstermesi: “İstiridyeye benziyorlar, tam 20 kilo!“. Saklandıkları tarlalardan toplanıp geneleve yerleştirilen, günde sayısız askere hizmet (!) vermeye zorlanan ve her 20 günde bir yenileri ile değiştirilen -tabii kendileri kurşuna dizilen- gencecik Yahudi kızları. Kurşuna dizilen küçücük çocuklar… Gettolarda korkunç şartlarda yaşamaya zorlananlar… Tüm bunlar olurken asker ve bürokratların lüks sofraları, sauna sefaları, balık tutma maceraları, bir geyiği kurtarmak uğruna harcadıkları büyük çaba… İnanılmaz gibi geliyor, ama doğru. Sokakta yüzbinler can çekişirken hepsini görmezden gelebilecek bir ahlak anlayışı hemen devreye alınıyor. Olanlara bahane bulma, öldüren yerine ölenleri suçlama, kendini yaşananlardan soyutlama ve dünyevi konulara odaklama şeklinde özetleyebileceğimiz bir ruh hali, her ülkede ve her üst düzey ortamda mevcut. Bence bu, insanoğlunun böyle büyük yıkım dönemlerinde insanlık değerlerini nasıl kolayca kenara atabildiği, yaşadığı büyük korku ve kendini koruma güdüsü ile, tam da o korktuğu canavarlara dönüştüğünü göstermesi bakımından muazzam. Malaparte’ın Proustvari anlatımı dikkat çekici. Kötü mü, kesinlikle hayır, ama başarılı da sayılmaz. Uzun tasvirler merakı çoğunlukla tekrarları da beraberinde getiriyor; duyguları bu uzun tasvirlerle verme konusundaki takıntısı okuyucuyu romana çekmekten ziyade boğucu etki gösteriyor. Evet Proust da böyle, ama o Proust! Belki de beni en çok, Proust’un peşine gereğinden fazla takılarak kendi özgün dilini kaybettiğini hissetmem rahatsız ediyor. Yine de, böylesi önemli bir eserin kaleme alınması için verilen büyük çaba, büyük bir takdiri hak ediyor.
Kaputt
KaputtCurzio Malaparte · Can Yayınları · 2014158 okunma
·
256 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.