Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Kürtlerde Felsefe Geleneği
GÜRGÜN KARAMAN 1. “Kürtlerde Felsefe Geleneği”ni işlerken haliyle ilk önce felsefenin temel özelliklerini ve filozofun nasıl bir kişilik ve karaktere sahip olduğunu kendi yaklaşımımızla, fazla detaya boğmadan ortaya koyacağız. Tarih boyunca filozof ve felsefe üzerine sayısız tanımlar yapılmıştır. Burada bunları tekrar etmeyeceğiz. Yine kendi cephemizden bu iki temel kavramı soruşturacağız. Belki de öncelikle felsefenin ne olmadığını, filozofun da kim olmadığını serimlemek gerekmektedir. Her şeyden önce felsefe tarihini işlemek felsefe yapmak değildir, felsefe tarihini ve filozofik düşünceleri yazanlar, anlatanlar da filozof değildir. Bu tavra sahip olanlar, felsefe tarihçisi ve felsefe/ci olabilirler. Öncelikle filozofu filozof yapan en temel şey, onun düşünmeyi düşünmesi ve “şey” üzerinde düşünüp onu bir soruşturmaya tabi tutarak radikal, kimsenin sormaya cesaret edemediği soruları sormasıdır. Bu yönüyle filozof analitiktir, eleştireldir, sorulmayanı soran ve sorgulayandır; efsane ve masal anlatmaz; din adamı değildir, vaaz vermez; o, bir mit anlatıcısı da değildir. Felsefenin temeli, esaslı “sorular” ise filozofun temel özelliği ve özgünlüğü de tüm var oluş biçimlerine esaslı “sorular” sormasıdır. Felsefe, mitos ve din değildir; tüm bilgi sistemlerinden beslenen, farklı bilgi bloklarını yeri geldiğinde yapı sökümüne uğratıp geçersiz kılan, yeri geldiğinde de bu farklı bilgi bloklarını sentezleyerek yeni inşalar gerçekleştiren akli bir faaliyet, rasyonel, nazari, gerekçeli ve tutarlı düşünmenin ürünüdür. Yani felsefe, filozofik bir üretim olup kendinden menkul bir sistem değildir. Felsefe tamamlanmış, bitmiş bir sistem değil, önü her zaman açık olan düşünsel bir eylemdir. Sistemleşmiş gibi görünen felsefi akımlar dahi bu açıdan nihayete eren sistemler değildir. Zaten tarih boyunca ortaya çıkan felsefi akımların her zaman tartışma konusu olması da onların önü açık düşünsel faaliyetler olduklarını imler. İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkan dinler, mistik, mitolojik, edebi vb. akımlar ise önü kapalı sistemlerdir. Bu sistemlerin varlıklarını devam ettirip ettirmemeleri de felsefi soruşturmalara ne kadar açık olduklarıyla bağlantılıdır. Ufkunu akla ve düşünmeye tamamen kapatan sistemler, kendi dönemleri için çözümler üretmiş olsalar da sonraki dönemler için bunlar artık birer kutsal, kült, dogma, mitos, efsane vb. olurlar. Çünkü akıl ve düşünmenin önü artık kapatılmıştır. İşte tam da burada, bunların donmalarını ya da ölümlerini engelleyecek tek şey felsefi düşüncedir. Felsefe, mitosa karşı logosun direnişidir. Mitosun afyonuna karşı logosun başkaldırmasıdır. Mitos efsaneyi ve miti, salt korkudan beslenen bir duygulanım içinde gerekçesiz ve tutarsız ortaya koyarken; logos gerekçeli konuşur, iç ve dış tutarlılık arar, nazari düşünmenin temel ilkeleriyle hareket eder. Logos, nazari düşünmeye dayalıdır; mitos ise travmaları bastırmak için güvenlik merkezli düşünerek logosu kilitlemeye çalışırken logos buna karşı rasyonel delillerle cevap verir. Logos, hem fiziksel gerçekliğe hem de metafiziksel olguya dair var oluş biçimlerini çözümleyip anlamaya çalışırken, mitos ise bunları kutsal, dokunulmaz bir haleyle çevreleyerek cam bir fanusun içine koyup onu irrasyonel alana çeker. Dolayısıyla burada öncelikli olarak realite ve rasyonalite değil, irrasyonalite hâkimdir. Logos, varlığın bağrına derin sondajlar yaparak onu rasyonel bir zemin üzerinden inşa ederken mitos ise varlığı buharlaştırır. Tarih boyunca filozoflar, mitosun bu yapısını ortadan kaldırmanın düşünsel mücadelesini vermişlerdir. Özetle felsefenin ve filozofun bir görevi varsa –ki bize göre vardır- o da tüm bilgi sistemlerindeki, dinlerdeki, mitoslardaki “hurafeleri ve irrasyonaliteleri” demitolojizasyonla yapı söküme uğratmak ve akla rasyonel düşünme alanları açmaktır. Burada “Filozofun işlevi nedir?” sorusu devreye girer. Filozof, mitosa karşı logosun safında yer alarak var oluşu her yönüyle kuşatan ve buna dair kavramlar üreten, önü açık sistemler kuran ve bununla topluma da yön veren kişidir. Derrida’nın yerinde tespitiyle “piç mitosa” karşı filozof, logosun onurlu bir şövalyesidir. Filozofun en büyük özelliği, Deleuze’un deyimiyle “Filozof kavram avcısıdır; kavram üretemeyen filozof neye yarar ki?” Bu anlamda Kürt filozoflar arasında Sühreverdi, kavramsal üretimde zirvedeki isimdir. Şimşek hızında düşünen Şeyhü’l İşrak, varlığın bağrına, bilincin dehlizlerine öyle sondajlar yapar ki kavramlar onun felsefi sistemine bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur gibidir ve düşüncenin çölünde boy vermeyi bekleyen tüm tohumlar, onun kavramlarıyla anlamlarına kavuşarak yeniden yeşermeye başlarlar. Bu yönüyle İşrakilik bir kavram deryasıdır. O, kavramları varlığın bağrından, semadan sökerek getirir ve anlam dairesini yeniden inşa eder. Filozofun kavramları, kendi asrının anlam deposunu aşan evrensel logostan, duyumsamadan, keşiften beslenir ve tüm çağlara damga vurur. Bir anlam inşacısı olarak filozof, sistematik bir bütünlük içinde tüm disiplinleri kuşatan, onları yeri geldiğinde yıkan, yeri geldiğinde reforma tabi tutup yeniden inşa eden dehadır. Bir filozof, içinde çıktığı coğrafyadan, kültürden, dilden, gelenek ve göreneklerden de bağımsız değildir. Filozofun pergelinin bir ayağı yerelde iken diğer ayağı evrensel olandadır ve filozof, bu ikisini bir ordinat düzleminde tam merkezde çakıştırır. Kimi filozofların yereldeki ayakları daha baskındır. Bu anlamda Heidegger’in felsefesi, Alman yerelliğinin sözcük dağarcığının merkezde olduğu bir felsefedir. Kimi filozofların da evrensel ayakları daha baskındır. Kimilerinde de pergelin iki ayağı arasında bir denge vardır. Bir filozofu ve onun felsefesini, içinde çıktığı coğrafyadan ve ait olduğu milletin karakteristik özelliklerinden salt bir soyutlama ile ele almak mümkün değildir. Yunanların Olimpos despotizmine karşı bir direniş ruhu vardı ve Demostenes de bu ruha sahip olan biri olarak agorada demokrasi nutukları veriyordu. Felsefe ne kadar evrensel özellikler taşısa da bir o kadar da yerel özelliklere, içinde çıktığı toplumun tüm kodlarına sahiptir. Bu durum, birbirini dışlayan kategoriler olmayıp, tam aksine birbirlerini tamamlayan kategorilerdir. Kategorik düşünme, aklın bir konfor arayışının sonucu olarak bazen olumludur fakat genel anlamda bu düşünme biçimi bütünün ıskalanmasıdır. Kategoriler ancak bütünselliğin içinde ve onun bir parçası olarak ele alındıklarında olumlu sonuçlar verirler. Bu anlamda bir filozofu içinden çıktığı coğrafyanın ve bu coğrafyada yaşayan halkın kültürel özellikleriyle ele almak, ne onun filozofluğu ne de onun felsefesi açısından bir eksiklik değildir. Hakeza, onun evrensel aklından ve felsefesinden bahsetmek de bir eksiklik değildir ve onun yerelini dışlamaz. Bu durumu kategorik olarak ele alarak filozofu ve felsefesini, bu kategorik yaklaşımın mengenesine çekmek de nesnel bir yaklaşım olmayacaktır. 2. Mezopotamya’nın merkezi olan Kürdistan coğrafyasına bakıldığında Kürtlerde ortaya çıkan filozoflar ve onların felsefi üretimlerinin yerel özellikler taşıdığı fakat evrensel yönlerinin çok daha baskın olduğunu söylemek mümkündür. Bu argümanın gerekçelerini ileriki makalelerde ele alacağız. Bu makalenin sınırlılığını dikkate alarak “Kürtlerde Felsefe Geleneği” bağlamında şimdilik sadece birkaç hususa dikkat çekmekle yetinelim: Kürtlerde felsefe geleneğinin gerek üretici ve yaratıcı olması gerekse sürekliliğinin olmasının en temel kaynağı, onların kadim bir kültürel geleneğe sahip olmalarıdır. Mitrazim’den, Zerdüştlüğe, Ezidiliğe ve İslam’a gelinceye kadar Kürtler, kendi otantik köklerini özellikle yazıya oranla sözlü gelenek üzerinden korumayı başarmışlardır. Mezopotamya’nın tam merkezinde yer alan Kürtler, sürekli bir halde kadim Mezopotamya’nın güçlü metafiziğinden hem beslenmişler hem de onu inşa etmişlerdir. Müslüman olduktan sonra da coğrafyalarının ağır saldırılara uğraması nedeniyle onları yaşadıkları acılara karşı dirençli kılan da bu güçlü felsefi-metafizik düşünme ve duyumsamadır. Mitraizm’de korkunun haram olması, dini-felsefi bir özelliğe sahip olan Zerdüştlüğün temel ahlaki ilkelerinin (iyi söz, iyi düşünce, iyi eylem) onlarda bir karakter haline gelmesi vs. Kürtlerde metafizik duyumsama kitleselleşirken felsefi düşünüş, maatteessüf ki felsefi açıdan halk arasında hiçbir zaman kitleselleşememiştir. Bunun temel sebepleri olarak coğrafyanın geniş olması, kavşak bir noktada bulunması ve bu nedenle sürekli saldırılara maruz kalması, Kürtlerin aşiret yapılanmaları ve bu yapılanma türünün kapalı özellikler taşıması, tarım toplumlarını yapısal özellikleri vb. daha birçok etkeni saymak mümkündür. Fakat Kürt filozoflar, felsefeyi özellikle kültürel pratik yaşamın içine, bu dili özellikle metafizik/dini bir düzeye çekerek, hem kendi milletlerine hem de başka milletlere, onların sosyal gerçeklerinin inşasında büyük bir rol oynamışlardır. Kürt filozofları diğer filozoflardan ayıran en bariz özellik, onların kendi felsefi düşünüşlerini metafizik/dini açıdan toplumsal tabana yayma başarılarıdır. Bunun en açık göstergesi ise Kürdistan’da tarikat ve tasavvufun aşırı yaygın oluşudur. Bu yönüyle Kürt mutasavvıflar, felsefi bir düşünüşe sahip olup özellikle dinsel açıdan diğer milletlere büyük oranda öncülük etmişlerdir. Kürt filozofların tamamı filozof-sufi insanlardır. Baba Tahir Uryan, Kemaleddin Bin Yunus, Şihabeddin Sühreverdi, Şemseddin Şehrezori, Seyfüddin Amidi, Siraceddin Urmevi vb… Tasavvufi yön, bu filozoflarda farklı düzeylerde baskındır. Kürtlerdeki felsefe geleneği filozoflarının en bariz bir başka özelliği ise onların kalenderi protest bir tavra ve politik bir yaklaşıma da sahip olmalardır. Kürt filozoflar, bu yönleriyle toplumsal durumlara kayıtsız kalmayan, topluma da yön veren pratikler ve teoriler ortaya koymuşlardır. Bunun en başarılı iki örneği kanaatimizce Siraceddin Urmevi ve Şemseddin Şehrezori’dir. Kürt filozoflar, felsefi kavramlar üretmede çok yetkin ve özgün kişiliklerdir. Kürt filozoflar, filozof olmalarının yanında âlim, kadı (Siraceddin Urmevi vb.) mutasavvıf (Sühreverdi vb.) özellikleriyle de ön plana çıkarlar. Kürt filozoflar, dine büyük saygı duyan ve güçlü bağlarla bağlanan, dini alanda (kelam, fıkıh, tasavvuf) da büyük eserler ortaya koyan insanlardır. Kadim bilgileri tevarüs ederek bunları ustalıkla sentezleyen düşünürlerdir. Bu anlamda insanlığın ve Mezopotamya’nın kadim miras geleneğine de büyük hürmetleri vardır ve onlardan sonuna kadar beslenmekten imtina etmezler. Yukarıda saydığımız temel özelliklerin yanında birçok özelliği daha saymak mümkündür. Tarih, temeller ve timeline Bir geleneğin sürekliliğini ele alırken onun temellerine inmek ve bir dönemlendirme (zaman çizelgesi) yapmak, geleneğin anlaşılması noktasında daha verimli olacaktır. Haliyle burada ele aldığımız geleneğimizin de önce temellerini ve zaman çizelgesini belirlememiz gerekecektir. Kürtler, tarih boyunca yaşadıkları coğrafyada mukim bir halk olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yaşadıkları coğrafya olan Mezopotamya havzası, insanlığın beşiği olarak tüm tarihsel verilerle sabit bir olgudur. Dolayısıyla bu coğrafyayı ve bu coğrafyada mukim olan Kürtlerle diğer toplumlar arasında nasıl bir etkileşimin olduğunu da ortaya koymak ve buna göre de bir timeline (zaman çizelgesi) belirlemek gerekmektedir. Çünkü burada sadece bizim iddiamız olmayan ve birçok bilimsel çalışmada da ortaya konulan hakikat şudur: MÖ. 4 ve 6. yüzyıllar arasında inşa edilen Yunan Felsefesinin kökleri de Mezopotamya’ya dayanmaktadır. İlk olarak felsefi geleneğimize bir “timeline” uygulayabilmek ve bu zaman çizelgesinin neye tekabül ettiğini anlayabilmek için tarihsel arka planı ele almak gerekiyor. Kürtler ve yaşadıkları coğrafya hakkında bilgiler veren, bilinen en eski kaynak Yunan tarihçi Ksenepon’un Anabasis-On Binlerin Dönüşü adlı eseri olup bu eserde şu bilgilere yer verilmektedir: “…Sonunda, Dicle’nin derinliğinden ve genişliğinden dolayı kesinlikle geçilemeyeceği bir noktaya ulaşınca, kıyı boyunca da herhangi bir geçit yokken ve Kürt dağları nehrin üzerinde büsbütün yükselirken generaller, aşağıda bahsedilen dağlar üzerinden bir geçidi zorlamaya karar verdiler. Tutsaklardan aldıkları bilgiye göre Kürt dağlarını geçtikten sonra -eğer isterlerse- Dicle’yi, Ermenistan’da kaynağından aşabilecekler ya da eğer tercih ederlerse nehrin etrafından dolaşabileceklerdi. Ayrıca rapor edildiğine göre, Fırat’ın kaynakları da Dicle’ninkilerden çok uzak değildi ve gerçekten de durum böyleydi. Kürtlerin ülkesine doğru ilerleme planı, düşman geçitleri işgal etmeden önce ülkeye girişlerini sağlamak için biraz gizlilik, biraz da hız görüşüyle yönetildi.” (Ksenepon, Anabasis-On Binlerin Dönüşü, Parola Yay., İst. 2014, s. 105). Ksenepon, Yunanlıların yaptığı seferde Kürtlerle çok sıcak temaslarının olduğunu belirtir. “Bunun üzerine, Kürtler mesken yerlerini terk ettiler, kadınları ve çocuklarıyla dağlara kaçtılar. Böylece orduya, erzak olarak alabilecekleri çok sayıda ürün kaldı. Orada bulunan çiftlik evleri de Yunanların ellerini sürmedikleri çok sayıda tunçtan yapılmış araç ve gereçlerle doluydu. Yunanlar dağlara kaçan halkın peşine düşmedi çünkü Kürtlerin ülkesinden geçerken, kendilerine yardımcı olup doğru yolları gösterebilecekleri umuduyla onlara oldukça kibar olmaya çalıştılar. Böyle bir umuda kapılmalarının altında yatan en büyük neden de her iki grubun da kralın düşmanı olmalarıydı. Yine de tamamen zorunlu nedenlerden dolayı ilerlemeleri sırasında, ihtiyaç duyacakları ürünleri kendilerine fayda sağlamaları için aldılar. Bununla birlikte, Yunanlar onları çağırdıklarında, Kürtler onlara ne kulak verdi ne de herhangi bir olumlu işaret yolladı. Artık son Yunanlar da geçitten köylere doğru inerken, hava çoktan kararmıştı. Yolun darlığından dolayı bütün günleri iniş ve çıkışlarla geçmişti. O anda, toplanmış bir Kürt grubu, en gerideki adamlara bir saldırı gerçekleştirdi ve saldırıya geçen bu adamlar oldukça küçük bir grup olmalarına rağmen, taş ve oklarla, Yunan askerlerinin kimisini öldürdü, kimisini yaraladı. Gerçek şu ki Yunan ordusunun yaklaşması onlarda şaşkınlık yaratmıştı. Bununla birlikte, o anda Kürtler sayı olarak daha büyük bir kuvvetle gelmiş olsalardı, ordunun büyük bir bölümü yok olacaktı. Böyle olunca, Yunanlar bölüklere ayrıldılar ve o geceyi köylerde açıkta geçirdiler. Öte yandan Kürtler de dağlarda bir daire şeklinde alevlenen çok sayıda işaret ateşi yakıp birbirlerini kolladılar.” (A.g.e. s.145-146). Kürtlerin Botan Çayı etrafında ve dağlarda çok mukim bir halde yaşadıklarını Ksenepon’dan öğreniyoruz “O gün, geceyi yaklaşık iki yüz adım genişliğindeki Centrites nehri yakınındaki düzlüğünün yukarısında uzanan köylerde, açıkta geçirdiler. Bu nehir Kürtlerin ülkesi ile Ermenistan arasında sınır görevi gören bir nehirdi. (A.g.e. s. 155). Botan, Dicle Nehri’nin bir koludur. Aynı zamanda Şırnak bölgesini kapsayan tarihsel bir bölgeyi ifade eder. Şırnak, Siirt, Mardin’in Doğusu ve Batman Bölgesi’ni kapsar. İsmini geçmişteki Botan Beyliği’nden alır. Sokrates’in öğrencisi olan Ksenofon, MÖ. 400 yılında yazdığı Anabasis (Onbinlerin Dönüşü) adlı eserinde nehirden oldukça fazla bahsetmiştir. Büyük bölümü Siirt sınırları içerisindedir. Botan ismi Cizre’nin eski adı olarak da kabul edilir. (tr.wikipedia.org/wiki/Botan_%C3%...). Ksenepon, eserinde Kürtler’den ve Kürt ülkesinden geniş bir şekilde söz eder. Kürtlerin yoğun olduğu Fırat-Dicle havzası aynı zamanda bir Kürt ülkesi olarak belirlenir. Kürtlerin ilk atalarının, Ksenepon’un, Anabasis-On Binlerin Dönüşü adlı eserinde geçen Karduklar olduğu kabul edilen yaygın bir görüştür. Zaten etimolojik araştırmalar da bu hakikati açıkça ortaya koymaktadır. MÖ. 2600 yılındaki Gutiler, Sümerlerle birlikte ilk kez çivi yazısını kullanmış, atları evcilleştirerek binek olarak atlardan yararlanmışlardır. Gutiler/Karduklar, Mezopotamya’da hüküm sürdükleri dönemlerde birçok sanat eseri bırakmışlardır. Bu bölgedeki sanat eserleri tamamen bunların etkinliğinde gelişmiş ve bunların geliştirdikleri mimari tarz etkin olmuştur. Gutiler, siyasi ve dini alanlarda saraylar ve tapınaklar yapmışlardır. Bunlar, bakır ve diğer madenlerden tarım araçları ve ev eşyaları; kılıç, kalkan, mızrak ve ok gibi savaş ve av malzemelerini de yapıp ustalıkla süslüyorlardı. Gutiler, gerek Mezopotamya’da yaşadıkları dönemde olsun; gerekse Zağros dağlarında yaşadıkları dönemde olsun, bunların tarımla uğraştıklarını ve araziyi sulamak için su kemerleri, kanallar ve bentler yaptıkları anlaşılmıştır. Gutiler, yüzük, bilezik ve gerdanlık gibi kadın süs eşyalarının yanı ısıra altın ve gümüşten sürahi, kâse gibi eşyalar da yapmışlardır. Bunlar, aynı zamanda kaya resimleri ve heykelleri de ustalıkla yapmışlardır. Lulular (MÖ. 2300), Kasitler (MÖ. 2000), Mitanniler (MÖ. 1600), Haldi-Urartular (MÖ 8-7. yüzyıl), Medler (MÖ. 6-5. yüzyıl) ve Karduklar (MÖ. 400) milattan önce kurulan Kürt devletleridir. Bu devletlerde, çalışmamız gereği düşünceye/felsefeye kaynaklık teşkil edebilecek bazı detayları burada ortaya koymak gerekmektedir. Kürtlerin atalarından olan Lulular, kendi anadilleriyle yazdıkları “anubanin”i yazıtında, Akadlarla yapılan savaşları dile getirmişlerdid. (m.krdnews.net/news/dogu-kurdi...). Zagros Dağlarının yerleşik Kürt kavimleri olan Kasitler, Hititlerin Babil’i işgal hareketine karşı Babil’i savunarak Hititleri yenilgiye uğrattıktan sonra burada kendi egemenliklerini sağlamışlardır. Kassitler’in metal işleme sanatı çok ünlüydü. “Kasitlere göre ruhsal hastalıkların nedeni, Tanrılara karşı duyulan rahatsızlıktan ileri geliyordu. Bunun tedavisi de dua ve telkin yöntemiyle mümkündür.” İnsandaki ruhsal hastalıkların nedeninin var oluşsal (ontolojik) ve bunun modern anlamdaki tedavisinin de telkin terapisi olduğunun tespiti dikkat çekicidir. “Yine elde edilen belgelerden Babil’de M.Ö. 1800’’lerde devlet kuran Kassitlerin, hukuk ve felsefeyle uğraştıkları anlaşılıyor.” Adı geçen eserde bu bilgi, Arkeolog Maurice Meuleau’ya (Le Monde Antique) dayandırılıyor. Bu da Kassitlerin felsefeyle uğraştıklarını somut tarihsel bir delili olmaktadır. Mitanni, Hititler’in yıkılışından sonra bölgesel bir güç oldu. Yorgantepede (Nazi) ele geçen çivi yazısıyla yazılmış tabletler, Mitanniler hakkında bilgiler vermektedir. Bu tabletlere göre Mitanniler, tarımla uğraşan ataerkil bir toplum yapısına sahiptirler. Bunlarda miras, ticaret, evlilik, siyasal ve medeni haklar, hukuk kuralları; aynı bölgelerde onlardan önce yaşayan ve köken olarak ataları olan Gutiler vb.’lerinin etkisinde kalmışlar ve onların izlerini sürdürmüşlerdir. Yine bir bütünlük içinde bunların dini inançları ve yarattıkları sanatlar da ataları olan Guti’ler ve Kassitler’in izlerini taşımaktadır. Mitanniler, Hurri’lerin dilini kullanmışlar. Seramik ve yontularda göze çarpan özellikler; gül, yıldız, saç örgüsü, kanatlı güneş, akbaba, hurma dalları, çeşitli süs eşyalarındaki motifler… Bu da mitannilerin Guti, Kassit ve benzerlerinin izleyicileri olduklarını gösteriyor. Yarattıkları sanatlar da sonraları kolonizatör bir devlet olan Asurlular tarafından geliştirilmiştir. Urartulara ait birçok arkeolojik malzeme günümüze kadar ulaşmış olup bu konuda oldukça geniş bir bilgi birikimi vardır. Urartuların 79 tane tanrısının varlığı, onların çok geniş bir düşünsel ve inançsal yapıya sahip olduklarını göstermektedir. En tepedeki tanrı olan Evren Tanrısı Haldi, erkek figürüyle temsil edilir. Urartu sanatına, taş ve seramik, çeşitli eşyalar ve duvar resimlerine bakıldığında sanatsal düşüncenin epey geliştiği görülmektedir. Kürtlerin ataları olan Medleri ayrıcalıklı kılan en büyük olgu, kendisini Zerdüşt Peygamber ve Newroz Bayramı ile gösterir. “Böylece Asur devleti Medler ve Babilliler (Keldaniler) tarafından M.Ö. 612 yılında ortadan kaldırıldı. Bu yıl, yani 612 yılı Kürtlerin ulusal bayramı Newroz’un da başlangıç yılı olmuştur. Newroz, o tarihten beri Kürtler tarafından kutlanır.” (Tori, Kürtlerde Sanat, Koral Yayınları, İst. 1991, s. 19). Zerdüşt, Medler’in Magi aşiretine mensuptur ve Urmiye yakınlarındaki Rey şehrinde doğmuştur. Yunan Tarihçi Heredot Medler’den şu şekilde söz etmektedir: Asurlar, Yukarı Asya’yı beş yüz yirmi yıldan beri egemenlikleri altında tutuyorlardı; ilk olarak Medler ayrıldılar, bağımsızlıkları için Asurlara karşı savaşarak yiğitlik kazandılar; kölelikten kurtulup özgürlüğü elde ettiler. Onlardan sonra aynı şeyi başka halklar da yaptılar. Şu anlatacağım şekilde yeniden tiranlığa döndükleri zamanlarda, boydan boya hepsi özgürdüler: Medler arasında Phraortes oğlu Deiokes adında becerikli bir adam vardı. Bu Deiokes’in gözü yükseklerdeydi ve şöyle yapıyordu: Medler o zamanlar köylere serpilmiş olarak yaşıyorlardı ve Deiokes kendi köyünün en çok sayılan kişisiydi; büyük bir dikkatle ve bıkıp usanmadan yargıçlık yapıyordu… Deiokes’in hükmü altında toplananlar yalnız Media ahalisiydi; Medler çeşitli boylardan oluşmuştu: Bunlar, Paretakenler, Strukhatlar, Arizantlar, Budiler, Maglar. (Heredot, Heredot Tarihi,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İst. 2019, 96-101. Paragraflar). Med konfederasyonu, daha önce kurulan Kürt kökeni Ari grupların kurdukları konfederasyonların sonuncusu idi. Daha önce ayrı tarihlerde ve aynı bölgelerde kurulan ve yaşamlarını yüzyıllarca sürdüren Lulu-Guti, Hurri-Mitanni ve Nairi-Urartu konfederasyonları, Sami halk Akkad, Babil ve Assurluların güçlü yağmalama saldırıları karşısında yönetim erklerini yitirmiş, grup yaşamlarına dönmüşlerdi. Med konfederasyonu kurulurken Nairi-Urartu konfederasyonu henüz dağılmamış, fakat yönetim erklerini koruyorlardı. (Prof. George Rawlinson, Medya Krallığı, Doz Yay., İst. 2006, s.8). Bu tarihsel veriler ışığında denilebilir ki su kaynakları çok zengin olan Mezopotamya, kavşak bir noktada bulunması hasebiyle büyük toplumsal hareketlerle ve etkileşimlerle de maluldür. Gerek yapılan arkeolojik kazılarda, gerekse diğer tarihsel kaynaklarda Mezopotamya, insanlık tarihinde matematiğin, geometrinin, metafiziğin, astronominin, felsefi düşünüşün vb. alanların temellerinin burada inşa edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla buradaki kültürel etkileşim yeni sentezlere de zemin hazırlamıştır. Kürtlerin, karakteristik bir özelliği olarak yüksek bir metafizik duyumsamaya sahip olmaları da özellikle felsefe, şiir ve sanat alanlarında da büyük üretimler yapmalarını sağlamıştır. Bu tarihsel arka plandan hareketle felsefi geleneğimizi, tarihsel sürekliliği ve düşünsel üretimin tekâmülü açısından şöyle bir timeline oturtmak mümkündür: 1. Antik Dönem: Zerdüştlük – MÖ. 1200’lü yıllar. Felsefe/metafizik, kadim dönemlerde tüm bilimsel alanları kendi içinde barındıran tümel bir kavramdır. Felsefenin salt bir soyutlama ve varlık soruşturması ya da ahlak, hukuk, siyaset vb. alanlardaki yine salt soyut düşünme faaliyeti olarak ele alınması modern dönemlere ait bir durumdur. Kadim dönemlerdeki felsefi anlayış genel olarak üç temel üzerinden hareket etmiş ve diğer disiplinleri de bunun üzerinden ele almıştır: 1. Felsefe hikmet sevgisidir. 2. İnsanın gücü ölçüsünde Allah’ın fiillerine benzemesidir. 3. İnsanın kendini bilmesidir. Makalemizin başından buraya kadar yaptığımız değerlendirmeler çerçevesinde bu üç ilke ve tarihsel serüvenle birlikte Mezopotamya’da ortaya çıkan Zerdüştlük, insanlık tarihinin tek tanrılı bir din olarak karşımıza çıkar. Zerdüştlük sadece bir din değil, dini-felsefi bir akımdır. 2. İslami Dönem: A) 9-12. Yüzyıllar. Bu yüzyıllar arasında karşımıza çıkan Kürt düşünürlerde dini-felsefi üretimlerin çoğu felsefi bir sistematiğe sahiptir. Özellikle 11 ve 12. yüzyıllar arası filozoflarımızın en verimli dönemidir. Kadim kökler, bu düşünürlerde kendi yatağında akmaya devam etmektedir. Bu dönemin büyük düşünürleri şunlardır: Ebû Hanîfe Dîneverî (ö. 282/895), Baba Tahir Uryan (970-1055), Aynu’l Kudat Hemedani (1098-1131), Şeyhü’l İşrak Şihabeddin Sühreverdi (1156-1191), Fahrüddîn el Mardini (1118-1198), Seyfüddin Amidi (1156-1233), Kemâleddîn Mûsâ b. Yûnus (1156-1211), İsmail İbrahim Mardini (1149-1232)…
·
587 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.