Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

1808 syf.
·
Puan vermedi
·
25 günde okudu
Tolstoy
Cilt I Bir tarafta savaş bir tarafta aşk... Kadın ahlaksızlığı desem çok mu Tolstoy'a benzerim bilmiyorum ama gerçekten bazı karakterlerin erkekler karşısında takındığı hafif tavırlar hoşuma gitmedi. Tolstoy yine kadınları hedef göstererek yapmış yapacağını. Virginia'nın Tolstoy hakkında ahlak bekçisi dediği kadar var :) Ne olursa olsun ben yine severim Tolstoy'u. Tolstoy'un anlattığı dönem Napolyon önderliğindeki birlik ile Ruslar arasındaki savaşı konu alıyor. Albayın birinin sırf bir üst rütbeye atlamak için ölen askerleri umursamaması ve hatta ölen askerler hakkında bilgi verirken sevinmesi... Ne bileyim olacak iş değil bu iş! "Pek kayıp yok." Dedi, "iki süvari yaralandı. Biri de yere serildi." Bunu görünür neşeyle, gülümsemesini gizleyemeden... devamını getiripte uzun olacak bir incelemeyi daha da uzatmak istemem açıkçası. Sadece bu değindiğim konuşma bile üstte açıklamaya çalıştığım konuyu destekler mahiyette. Aslında tarihi bilgiler hususunda da çok değerli bir kitap. Napolyon'un mektuplarını da içinde barındıran bir eser. Bu yönüyle baya da hoşuma gitti. Öyle ki politika ve siyaset konuşmalarını aşk ile ilgili konuşmalara yeğler oldum :)) Bazı karakterlerimiz gerçek hayatta yaşamış insanlardır. Bunlardan birisi Kutuzov- Rusya öncülüğünde Osmanlı ile savaşa girmiştir- ,Prens Murat, Prens Bagration, Karl Mack, ayrıca bu adama burada da değinmek isterim kendileri Ulm Muharebesi'nde I. Napolyon'un Büyük Ordu'suna teslim olan Avusturya kuvvetlerinin komutanı olarak bilinir. Nikolay'ın Çar'a duyduğu sevgi ve bağlılık yeter dedirtti gerçekten. Abartılmış bir sevgiden başka bir şey değil benim gözümde. Mesela Prens Andrey'in şan ve şeref uğruna babasını, kardeşini, eşini feda edebileceğini söylemesi üzerine savaş esnasında ağır biçimde yaralanmasından sonra aslında yaşamın ne kadar da önemli bir şey olduğunu en acı şekilde tatmıştır. Karısının doğum esnasında ölmesi sonucunda tamamen bir depresyona girer. Daha sonra bu depresyondan Nataşa'ya duyduğu sevgi ile kurtulsa da Nataşa'nın ihaneti onu yine sarsıyor. Öyle ki düello yapmak için düşmanını Türkiye'ye kadar gelerek takip ediyor. Öyle de intikam duygusuyla yanıp tutuşuyor. Ve bir bakarsınız o düşmanını ağır yaralı bir şekilde tam da burnunun dibinde bulur. Lakin bir anlamı kalmaz intikamın, çünkü ölüm ikisinide kapının ardında beklemektedir. Piyer çok değişik bir adamdı ya, daha karakterini tam oturtamadım. Karmakarışık birisi. Ne yapacağını bilemiyor oradan oraya savruluyor. Ateist iken bir bakıyoruz Piyer koyu mason olup çıkıyor yine de eski davranışlarından vazgeçemiyor. Ancak Masonluğun sadece görünüşte olduğunu farkediyor ve ister istemez bir şüphe oluşuyor. Bu şüphesini şöyle dile getiriyor Piyer; "Benim mason kardeşlerim insanlar için her şeyi feda etmeye hazır olduklarını kanları üzerine yemin ederler, ama yoksullar için toplanan paraya bir ruble katkıları yok." Der. Döneminin toplumuna baktığımızda diğerlerine göre karakterli bir insan, belki de bu yüzden garipseniyor, bu yüzden hor görülüyordur. Üzüldüğüm bir karakter aslında, insanların ona katı bakış açısı olsun, eşi Elen'in erkeklere karşı hafifliği ve karısının kendisine takındığı o soğuk tavırlarıyla Piyer'e üzülmemek elde değil. Tolstoy korkusuzca kendi mensup olduğu-ki sonra aforoz edilecektir- Ortodoksluğu feci bir şekilde eleştiriyor. Ortodoksları savaş esnasında yağmacı bir topluluk olarak gösteriyor. Bunca kan ve perişanlıktan sonra ne mi oluyor? Rusya ve Fransa arasında bir barış imzalanıyor. Hatta öyle ki Rusya eski müttefiki Avusturya'ya karşı Napolyon'un yanında yer alıyor. Bir nevi o dökülen kanlar ve intikam duygusuyla haraket edilen her şey boşa gitmiş oluyor. Mesela Çar'ın yaralı bir askeri görmesi üzerine savaşı kötülemesi ama onun üzerine hiçbir savaştan da geri kalmaması felaket şekilde gülünç ve acınası. Tolstoy'u iyi tanırım ve giderekte tanıyorum. Tolstoy'un belki de ölene kadar hissettiği o ölüm korkusunu eserinde bile hissedebiliyorum. Korkusunu eserlerine işlemiş. Ölüm korkusuna 'İtiraflarım' adlı eserinde şöyle değinir; "Ve işte ben, her gece tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin kirişine kendimi asmayayım diye, odamdaki ipi yanımda taşıyan o şanslı ben, şeytana uyarsa hayatıma son veririm belki diye silahımı yanıma alıp ava çıkmaya son verdim. Ne istediğimi kendim bile bilmiyordum. Hayattan korkuyordum; Ondan kurtulmaya çalışıyordum. Fakat hâlâ hayata dair bir umudum da vardı." Ve tek ölüm de değil bu işlediği konu, bir konu da daha var; Din. Ateistlik, Anna Karenina eserinde Levin karakteri ile gözümüze sokulurken burada da Piyer karakteri ile hayat bulmuş durumda. İkisinin ortak bir özelliği ise dine yönelmeleri. Peki ya Hristiyanlıktan aforoz edilen Tolstoy hakiki dine dönebilmiş miydi? Burasını bilemiyoruz ancak onun İslam'ı öven ve günümüze kadar gelmiş olan Hz. Muhammed diye bir kitabı mevcuttur. Kitabında "Müslümanlık Hristiyanlıktan üstündür." Dediği de yazar. Tolstoy eserinde bir diğer eleştiriyi Fransız hayranlığı üzerine yapmış. Giysilerin, duyguların, düşüncelerin Fransız olduğunu ve kadınların dizlerinin üzerinde bir Fransızın ardından gittiğini söylüyor. Hepimiz biliriz ki Tolstoy ahlaka çok düşkün bir adamdır. "Hamam tabelalarındaki kadınlar gibi neredeyse çıplak oturuyorlardı." Bu o dönem kadınları hakkında yaptığı bir eleştiri. Biraz göreceli bir eleştiri. Bazılarımız Tolstoy'u bu konuda haklı bulacak iken, bazılarımız onun bir ahlak bekçisi olduğunu söyleyecektir. Buna rağmen ne olursa olsun onun kitaplarını okumaktan vazgeçemeyecektir. Çoğu yerlerde ahlaki çöküşü bariz görebiliriz. "Ona gelinlik bir kız gibi değil, cinsiyeti olmayan tanıdık bir kız gibi davranıyordu." Mesela bu kısım. Kadınlar her erkekten davet alıyor ve bu davete icabet ediyorlar. Hele Piyer'in karısı facia. Evli bir kadın olmasına rağmen kur yapmaktan vazgeçemiyor. :) Ben kadınlar üzerinden yapılan ahlaki çöküşü okuduğumda garipsedim açıkçası. Biraz abartıldığını düşündüm. Tolstoy'a eleştiri yapma hakkını kendimde bularak bu ahlakı hep kadının sırtına yüklemesi ve bazı kitaplarında kadınları hedef alması uygun değil. Cilt II. Batı Avrupa 1811 yılının sonunda kuvvetleri toplamaya başlıyorlar ve Napolyon üzerine karşı bir savaş başlatılıyor. İkinci cilt resmen bir savaşla başlıyor. Ruslar, Fransızlar, Almanlar ve diğer milletlerin özelliklerine de değiniyor. Rusların diğer milletlerden farkını ortaya koyuyor. Napolyon'un perişan olmasının sebeplerini ise ilk olarak kışa hazırlık yapmaması ve şehirlerin yakılması akabinde halkın nefretini kazanmasını gösteriyor. Bu ikinci ciltte savaşın şiddetinin, açlığın, ölümün zirvesine ulaşıyor diyebilirim. Karakterlerimizin bir kısmı ölüyor ve 'ölse üzülmem' dediğim karakterlere bile üzüldüm. Savaşta sinsi bir rakiplik ve şahsi çıkar var komutanlar arasında. En belirgini ise rütbesi daha üstün olan Bagration'un kendinden daha altta olan Alman Tolly'nin komutası altına girmek istememesi ama yine de girmesi. Savaşta her insanın biraz merhametli ve vicdanlı olması gerekirken bazı insanlıktan payını alamamış kişilerin böyle zor bir zamanda bile her şeyi pahalı şekilde satışa çıkarması bana şuan içinde yaşadığımız deviri hatırlattı. Bu zamana has bir şey zannederdim bu kalleşliği -mesela yüzyılın depreminde fiyatların uçuşa geçmesi-kitaptan alıpta bugüne uyarlayacağım çok şey var aslında. Ahlaksızlık, savaş, soylu tabakanın zor zamanlarda maddi gücünü kullanması, savaşın bir aşkı yarım bırakması, ihanet, sevgisizlik üzerine kurulan evlilikler, maddiyata bakılıp yapılan evlilikler... Böyle şiddetli bir savaş ortamında millet açlıktan kırılırken yüksek tabaka insanlar ise balolar vermeye devam ediyor. Asla o lüks balolarından taviz veremezler. Bu balolarda savaş hakkında konuşulur ve kendilerine düşman olarak görülen, şehirlerini yakıp yıkan Fransızlara bir hayranlık duyulur ve ilişkilerin kopmasından dolayı üzüntü duyulurdu. İnsan katiline aşık olurmuş ya, aynı onun gibi ruslar da Fransızlara aşıkmış. Kitabın bir yerine geçen şu cümle bunu doğrulayacak niteliktedir; "Fransızlar tanrımız, cennetimiz Paris'dir." Kutuzov'u sevmediğimi söylemediysem bile şuan bunu dile getiriyorum. Rus-Türk savaşlarında komutandı. Sürekli Türkleri at eti yemek zorunda bıraktığını dillendirmesi beni nefrete soktu yani sonunda. Neymiş Türkler at eti yemiş, Fransızlar'da aynısını yiyecekmiş. Sanki şey ya Fransızlarla sırf at eti yedirmek için savaşıyormuş gibi :) Rus ordusunda tamamen bir birlik yoktu. Sanki hepsi kafasına göre takılıyordu. Kont Rastopçin'in halkı sakinleştireceğini düşünerek kürek cezasına çarptırılan bir mahkumun -Kont Rastopçin ölüm cezasına çarptırıldığını zannediyor- üzerine sanki Moskova'ya düşman askerinin girmesinin tek sorumlu oymuş gibi göstererek galeyana gelen ayaktakımını kurbanın üzerine salması, vahşice katledilmesine göz yumması ve emir vermesi akabinde ayaktakımı adına 'etten başka bir şeyle sakinleşmeyen kurtlar gibi' demesinin elbette sakıncası yok. Buna lafım yok. İtiraz edeceğim nokta şu ki, "bu ayaktakımının önüne o eti atanlar kim?" Tek bir cevap kalıyor oda; kont Rastopçin gibi üst rütbeli adamlar. Fransızlar Moskova'ya çok düzenli bir şekilde girdikten sonra yağmalamaya başlamaları, şehrin zenginliğinden nemalanmaları neticesinde düzenli ordu diye bir şey kalmıyor. Artık o zengin Moskova ortadan kalkmış geriye yağmalanmış çamurlu bir şehir bırakılmıştı. Ayrıca üzerinde durmak istediğim Sonya karakteri var birde. İyi kalpli birisi ve onu hep fedakarlık yaparken görüyoruz. En büyük fedakarlığı (!) sevdiği ve delice tutkun olduğu Nikolay'ı başka bir kadınla evlenmesi için özgür bırakması. Fedakarlık yapacağım diye biraz kendini mahveden karakter de diyebilirim aslında. Tolstoy böyle bir karaktere neden böyle bir sonu hazırladı onu da tam çözmüş değilim. Nikolay'ın sevgisine gelince bana hiç samimi gelmedi. Sonya'yı delice sevdiğini söyleyip de Marya'ya tutulmasına ne demeli bilemiyorum. Erkekler yine bildiğimiz gibi :)) Hem Sonya Hem Marya karakterlerini çok sevdim ama dediğim gibi Sonya gibi temiz kalpli birisinin tatmin edici ve okuyucuyu memnun eden bir son beklerdim. Çünkü izlenimlerime göre okuyucuların çoğunluğu Sonya'nın daha iyi bir sonu olmasını dile getiriyorlar. Gerçi işin içinde bir Tolstoy var ise orada nelerin olup biteceğini tahmin etmek zorlaşır. Sonuçta Tolstoy bir Dickens değil ki iyilere mükafat, kötülere hakkettiği cezayı sunsun. Biraz daha gerçekçi Tolstoy. Çünkü hayatta fedakarlık yapan çoğu insan hiçbir zaman değer görmez. Sonya karakteri ile bize bunu öğretiyor. Nataşa kocasına saygılı bir ev hanımı olması, balolardan uzaklaşıp çocuklarıyla ilgilenmesiyle ideal karı olarak ortaya çıkıyor iken Piyer karısının sözünden çıkmayan, kılıbık, evin direği koca olarak örneklik teşkil ediyor. Öyle ki kadınlarla konuşurken bile gülmemeye özen gösteriyor, hanımcılık yine kazandı :) Ahlaksız kadınların sonu Tolstoy evreninde her zaman kötü bitmiştir. Bunu bizzat Anna ve Elen karakterleri ile görebiliriz. Bazı kısımlar hariç sonu güzeldi. Ama benim kalbimde yer edinen tek bir isim var oda hepimizin kalbinde yer kaplayan Prens Andrey. Ben ve Andrey bunları hak etmedik be :( En son bölümde Tolstoy tarih hakkında güzel bir yazı sunmuş. Politikadan, iktidardan, halkların eyleminden bahsetmiş, fazla uzun olması beni biraz sıksa da okunmaya değer bir bölümdü.
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)Lev Tolstoy · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202220,9bin okunma
··
400 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.