Eskiden ne güzel gazetelerde tefrika roman yayınlanırmış. Her sabah "Yazıyooor, yazıyooor" nidalari arasında bağrışan çocukların dağıttığı gazetelerde okunan ve "arkası yarın" heyecanı ile beklenen romanlar. 11 Eylül 1950- 20 Aralık 1950 arasında Yeni İstanbul okurlarını maceralı bir roman bekler:
Yalnızız
Yirminci asrın ikinci yarısına henüz girilmişken eski konaklardan birinde yaşayan 3 kardeşin öyküsü ile başlıyoruz. Kendi dünyasında yaşayan, içe kapanık, karamsar Samim, evhamlı, panik içinde senaryolar kuran iki çocuk annesi Mefharet ve evin küçüğü ama sempatigi, hayatın eğlenmek, yemek ve hazdan oluştuğunu düşünen(hedonist) en küçük kardeş Besim.
Ülkemiz kırık kalpler ve mutsuz insanlar ülkesi olmasına rağmen edebiyatımizda ütopya türüne cok rastlanmaz. Ama
Peyami Safa Samim'im hayattan kaçarak düşlerinde kurduğu ütopik bir evren yaratmış: "Simeranya". Yalanın olmadığı, eğitimin olmadigi, liderler ve kılavuzlar aracılığıyla öğrenme yollarının öğretildiği, tüm hastalıkların ilaçla değil de ruhi tedavilerlerle onarıldığı bir evren.
Romanda dikkat çeken ikinci özellik kadınların sürekli kötü özelliklerinin ön plana çıkarılması. Avrupa düşkünlüğü, aldatma, yalan... Yazar dönemin ahvalinin anlatırken kadınlara biraz fazla yüklenmiş.
Romanda çok güzel psikolojik analizler, ruhi tahliller ve duygu çözümlemesi mevcut. İnsanı "sosyal ben” ve “temel ben” olarak ikiye ayıran yazar asıl temel bene yatırım yapmamız gerektiğini söyler. Avrupa'da
Peyami Safa'nın bu kitabinda özellikle Id-Ego-Superego üzerine çarpıcı tespitler mevcut.
Analitik ve fizik çalışmalarının bu kadar arttığı, her yeni gelismenin insanin ferah ve huzurunu arttirmaya yönelik olduğu, nüfusun hızla çoğalarak insan kalabaliklarinin arttığı günümüzde "kalabalıklar içindeki yalnızlaşan insanın" ruh haline ayna tutar. Ve bunu "Yalnızım, yalnızız... Bu, işte, yakıcı ve boğucu yalnızlık korkusu, bu müthiş fobi, ferdiyetler nizamı üstüne kurulmaya doğru hergün biraz daha fazla giden yeni nizamların "Ben’ler" arasındaki mesafeleri açarak ruhların birbirlerine intikallerini ve kaynaşmalarını mümkün kılan polipsişik bir havadan onları mahrum etmesidir." diyerek açıklar.
Daha once sadece
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu okuma fırsatı elde ettigim, insanı derinden etkileyen psikolojik tahlilleri ve kalemine rağmen ülkemizde ve dünya edebiyatında hakkettiği yeri almadığını düşündüğüm yazarın kendi sözleri ile incelemeyi bitireyim. Okuyun, okutun.
"Ey insan! Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kudretli kaynağı uranium’da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparak çıkardığın korkunç tahrip âletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor.
Ey bahtsız! Tarihinin hiçbir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok.
Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan mânevilere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma:
Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş,
Gör ne var maverada ibrethî..." (Sayfa 411-412 )
Kitapla kalın