Gönderi

260 syf.
10/10 puan verdi
Bulantı Kavramı Üzerine
Kitaptan alıntılar yaparak bulantı kavramından bahsetmek istiyorum. Kenan Gürsoy Sartre'ın nesneleri, olayları görüşü için "bilinmeyen, tecrübe edilmeyen, kendisini şuura vermeyen herhangi bir varlık sahasını kökünden reddetmektedir. Şuur ise ancak karşısındaki objeyi tanımakta olan şuurdur" diyor. Esası varlık olarak ele alan birisinin tanrı algısına kapalı olduğu rahatça söylenebilir. Varoluşçu felsefe de ayak bağı olarak görülen tanrı (en azından ateistler ve Sartre için öyle) bu romana da hiçbir şekilde konu olmuyor. Kitaba ismini veren bulantı işte bu bahsettiğim esesı varlık olarak alan insanın her türlü metafizik algıları kabul etmemesinden dolayı yaşadığı psikolojik durumu ifade ediyor. Bu bulantı dediğimiz tiksinme duygusu ölüm, yalnızlık, varoluştaki anlamsızlık, nesne korkusu, fazladanlık bulantı kavramını oluşturur. “Bir şeyler başlıyor bitmek için: serüven uzamaya gelmez; bitişiyle anlam kazanır. Ben de bu bitişe, belki benim de ölümüm olan bu bitişe doğru sürükleniyorum. Her an başka anları getirmek için var olur. Bütün yüreğimle yapışıyorum her an'a: bu anın tek bir an olduğunu, öteki anların onun yerini tutmayacağını biliyorum, ne var ki yok olmasın diye tek bir hareket bile yapamazdım.” Burada ölüm karşısında çaresizlik, varlığına hükmedemeyiş insanın bulantıya gebe olduğunun habercisidir. Aslında ölüm Roquentin’in hayatında bir anlam ifade etmiyor. Çünkü varlık ile yokluk arasında bir fark görmüyor. “Elbette, ben de böyle acı çekmek isterdim, ölçüyle, hoş görüşüz, kuru bir yalınlıkla, kendime acımadan. Ama bardağımın dibindeki bira ılıksa bu benim hatam mıdır, aynanın üzerinde koyu lekeler varsa, ben fazlalıksam, acılarımın en özdeni, en kurusu, ayı balığı gibi fazladan bir et ve aşın geniş bir deriyle, ıslak, dokunaklı, ama öylesine çirkin kocaman gözlerle sürüklenip hantallaşıyorsa bu benim kabahatim mi?” Ve başka bir pragrafta “çıkmak, gerçekten kendi yerim olan bir yere, uyabileceğim herhangi bir yere gitmek istiyorum... Ama benim yerim yok; fazlalığım bu dünyada.” Hiçbir şeyi kendisine dayanak olarak göremeyen insanın -kendiliğinden var olan insanın- fazladan olduğunu keşfiyle yukarıdaki paragrafta bahsettiğim gebeliğin ilk sancılarını çekmeye başlar. Fazladanlığın keşfi varoluşun saçmalığını ortaya çıkarır. Domino taşları gibi düşünelim. Hepsi aslında birbirini tetikleyen bir etkiye sahip. “Göğüs geçirip iskemlenin arkalığına iyice yaslandım, dayanılmaz bir yalnızlık duygusu kapladı yüreğimi. Saat dördü çalıyor, işte bir saat var ki, kollarımı sarkıtmış, iskemlede durup duruyordum. Ortalık kararmaya başlıyor. Bunun dışında hiçbir şey değişmedi bu odada: ak kâğıt hâlâ masanın üzerinde, dolmakalem ve mürekkebin yanında...” Ve başka bir pragraf “Bu yitik günlerde sık sık bakarım bu yüze. Hiçbir şey demiyor yüzüm bana. Başkalarının yüzlerinin bir anlamı var. Benimkinin yok. Güzel ya da çirkin olduğuna bile karar veremem. Çirkin olduğunu sanıyorum, çirkin olduğunu söylediler çünkü. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel çirkin denilebilirmiş gibi, yüzümde bir nitelik bulmaları, çirkin bile demeleri şaşırtıyor aslında beni.” Paragraflarda tanrı tanımaz insan terk edildiğini, yalnız olduğunu düşündüğü için acı içinde yaşar (yalnızlık acısı değil). Bulantıda kahramanımız insanlarla yüzeysel ilişkiler kurar, onlar gibi olmayı problem olarak görür. Bu yüzden kendisin onlardan ayrı tutarak tercihi bir yalnızlığı yaşar. Bu tercihi yalnızlığı sartre’ın çağdaşı ahmet hamdi tanpınar’da şu cümlede görüyoruz; “bir duvarın arkasındayım ama benim duvarımın freksleri çok güzel.” “Cumartesi günü, çocuklar denizde taş kaydırıyorlardı, ben de onlar gibi, bir çakıl taşı alıp kaydırmaya kalktım ve hemen işte o anda durup, taşı elimden bırakmamla oradan uzaklaşman bir oldu. Şaşkına dönmüş olmalıyım ki çocuklar ardımdan güldüler. İşte dıştan görünen. İçimde olup bitenler, hiçbir belli iz bırakmadılar geride. Bir şey vardı, gördüğüm, tiksindiğim, ama denize mi bakıyordum: çakıl taşına mı bakıyordum, şimdi bilemiyorum artık. Düz bir çakıl taşıydı bu, bir yüzü kupkuru, öteki yüzü ıslak ve çamurlu. Elim kirlenmesin diye, parmaklarımı iyice ayırmış, taşı kıyılarından tutuyordum.” Ve başka bir paragrafta “ateş kümeleri yuvarlanıyor aynalarda; duman halkaları, ışığın katı gülücülüğünü bir yandan perdeleyip, bir yandan bu gülücüğün üstündeki örtüleri atarak ateş kümelerini kuşatıyor, ve dönüyor. Bira bardağım küçüldü, masaya yapışıyor: yoğun, kaçınılmaz bir hali var bardağın. Uzanıp bardağı almak, ağırlığını elimle tartmak istiyorum, elimi uzatıyorum.. Tanrım! Değişen, özellikle buymuş, benim davranışlarım” burada da nesne korkusu bulantı hissini ortaya çıkarıyor. Nesnelerin kendi formlarının dışına çıkarak yani bildiğimiz varoluşlarının dışına çıkarak bu bulantı hissini tetikliyor. Nesne kokusunu ayrıca insanlarla olan bağlarında -insan korkusu diyebiliriz- görüyoruz. Nesnelerde olduğu gibi tanıdığı insanlara karşı yabancılaşması, onları tanıyamaması aynı tiksinti hissini uyandırır. "Her yerde açılışlar, gelişmeler görülüyordu; kulaklarım varoluşun uğultusuyla doluydu; etim zonkluyor ve açılıyor, kendini bu evrensel uğultuya bırakıyordu; iğrenç bir şeydi bu." "Peki ama, birbirlerine bu kadar benzediklerine göre, niçin bu kadar var olan var? Diye düşünüyordum. Birbirinin eşi bunca ağaç neye yarar ki? Bunca boşa gitmiş ve inatla yeniden başlayarak yine boşa gitmiş var olan niye? Sırtüstü düşmüş bir hayvanın güdük çabalarını (bu çabalardan biri de bendim) andıran bu uğraşma niye? Bu bolluk, yüce bir el açıklığına benzemiyordu. Tersine, kasvetli, acı çeken, kendi kendinden sıkılan bir bolluktu bu. Şu ağaçlar, şu koca beceriksiz gövdeler..." kontrolün kendinde olmadığını farkına varan insanın bunalımları (evet bunalım), kendi varlığı dışında dışarıda devam eden hayata karşı çaresizlik insanı varoluşun anlamsızlığına itiyor. Roquentin hayatın anlamsızlığını burada keşfederek bu bulantının (kendi) öz varlığının çaresi olmayan bir parçası olduğunu anlıyor. Bu yüzden roquentin için hayatın bir anlamı yoktur ve hayat saçmadır. Ek: yalnızlığın bir parçası olarak kahramanımızın eski sevgilisi anny’den bahsetmek istiyorum. Yıllar sonra ikilinin ilk buluşmasında anny’nin ilk tepkisi “anny, üstünde kara uzun bir giysiyle kapıyı açtı. Her zamanki gibi, ne elini uzattı, ne merhaba dedi. Sağ elim yine pardüsümün cebinde kaldı. Beylik sözlerden kurtulmak için, çabuk ve yavan bir sesle : «Gir ve istediğin yere otur, pencerenin yanındaki koltuktan başka,» dedi. Ta kendisi, tam Anny. Kolları yine iki yanma sarkık. Huysuz bir yüzü var. Yüzündeki bu huysuzluk bir zamanlar ona ergenlik çağındaki küçük bir kız havasını verirdi.” Ardından bir iki ufak diyalogdan sonra Anny; “«ne budalasın! Seni görmek istediğimi mi sandın? Demek istediğin buysa yanlış, elbette seni görmek ihtiyacını duymuyorum. Seyredilecek kadar sevimli olmadığını sen de biliyorsun. Benim ihtiyaç duyduğum senin var olman ve değişmemelidir. Paris'te ya da paris dolaylarındaki bir yerlerde duran şu platin metre gibisin. Kimsenin seni görmek ihtiyacını duyacağını sanmam.» … «ama seni, yalnızca soyut bir erdemi, bir tür sınır düşünür gibi düşünebileceğimi bilirsin. Sık sık yüzünü hatırladığım için teşekkür edebilirsin bana.»” gördüğünüz gibi Anny tam bir megolaman ayrıca para avcısı, acımasız bir kahraman. Silik kahramanımız Roquentin’in bir ayrılık sonrası yukarıda bahsettiğimiz bunalıma nasıl sürüklendiğini göz önünde bulundurmak gerekir.
Bulantı
BulantıJean-Paul Sartre · Can Yayınları · 202122.9k okunma
·
84 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.