Gönderi

Konya IV
Sadreddin Konevi Yıllar önce -sanırım 2005 yılıydı- Ankara'da Sadredddin Konevî'nin Esma'ül Hüsna şerhi isimli bir kitabını almıştım İz Yayıncılık'tan. İlk orada tanışmıştım bu isimle. Sonra üniversite yıllarında okumalarım genişledikçe Mevlana ve İbn Arabi ile olan ilişkisini öğrenmiştim. Yıllar sonra ziyaret etmek nasip oldu. *** Şems-i Tebrizî'yi ziyaret ettikten sonra, yağmurdan arta kalan gökyüzünden güneşin tebessümü göründü. Alaaddin Camii'ne vâsıl oldum önce. On dört yıl sonra yine buradayım. Tahiyyet'ul mescid namazıyla hoş-âmedî faslı geçildi. Caminin kapısında İranlıların şamatasına maruz kaldım biraz. Ama yıllar önce bu yerlerde Farsça'nın konuşulduğunu hatırlamak için güzel bir vesile oldu itiraf edeyim. Acelem var Sadreddin Konevî'ye yetişmeliyim, ikindi için Aziziye Camii'nde olmam gerekiyor. *** Konya, yolların, hikâyelerin ve hayatların düğümlendiği bir şehir. Bir yol tâ Belh'ten gelir, bir yol tâ Endülüs'ten. Biri Tebriz'den gelir, bir diğeri Malatya'dan. Yollar Konya'da kesişir, yollar Konya'da ayrılır. Tolstoy'a atfedilen ve hiç aklımdan çıkmayan şu sözü tekrar etmem gerekiyor: "Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." İbn Arabî, Mevlana Celaleddin Rumî, Sadreddin Konevî, Şems-i Tebrizî... Farklı şehirlerden yola çıkıp, Konya'ya vâsıl olan, yolun, yolculuğun, vuslatın ve firkatin hikâyesini yazan yolcular... Kimine göre yol sahipleri... Şems ile Mevlânâ... İbn Arabî ile Sadreddin Konevî... Mevlânâ ile Sadreddin Konevî... Anlamak mümkün değil ama hissetmeye çalışıyorum. Konevî hazretlerinin dergâhına doğru ilerlerken o kadar çok Arapça söz işityorum ki! Yol üstünde çok fazla Suriyeli ile karşılaştım sanırım. Hayal dünyama yeni renkler geliyor Arapça'yı işitmekle. Belki yüzyıllar öncesinde hadis okumak için talebeler dergâha doğru giderken kendi aralarında, şu an kullandığım güzergâhta Arapça konuşuyorlardı. Sanki gökyüzüne sinmiş sözleri yeniden işitiyorum. Sanki üzerinde olduğum yolu boşuna yürümüyorum... *** İki Taş Aynı çağın insanları onlar. Yaşları da aynı. Doğumları ne kadar yakınsa ölümleri de o kadar yakın. Önce Mevlana terk edecek dünyayı, sekiz ay sonra Konevî hazretleri. Kaynaklara göre ilk başlarda araları yoktur ikisinin sonra aralarında bir muhabbet belirecektir tâ Mevlana'nın cenaze namazını Konevî hazretleri kıldıracaktır. Musalla taşındaki bu dostluktan önce bir kez de bir değirmen taşının yanıbaşında bir dostluk hikayesini anlatacaktır kaynaklar. Meram bağlarında geziye çıkarlar bir gün. Mevlana ortadan kaybolur. Sadreddin Konevî'nin de aralarında olduğu birkaç kişi onu bir değirmen taşının karşısında sema ederken bulurlar. (Konevî hazretlerinin önceleri semaya karşı olduğu bilinir.) Mevlânâ değirmen taşından Subbuh ve Kuddus isimlerini işittiğini söyler, Konevî hazretleri de onu doğrular. Bu dostluğua taşlar şahitlik ederken, bu dostluğun hayalini kurmak bana anlamlı geliyor. *** Alaaddin Tepesinden Konevî hazretlerine doğru ilerlerken güneş parlıyor ama göklerin de ayak sesi işitiliyor. Ne anlamı vardı gök gürültülüsünün kısa bir zaman sonra yağacak yağmurdan başka? *** Aman Allahım! Caminin içine öyle bir badana yapılmış ki! Güzelim ahşap malzeme dahi beyaza boyanmış! Duvarlar ve tavan anlamsız bir beyazlık içinde! Necip Fazıl'ın dediği üzere beyazın içinden beyazı nasıl sıyıracağız? Tek tesellim orijinal kalabilen firuze ve lacivert ile anlam katmanları korunmuş mihrabın güzelliği. Renklerin derinliğinde çok katmanlı tekrarlar... dervişin tesbih tanelerini parmaklarında yuvarlayışı gibi, bir musluktan havuza damla damla akan suyun birikmesi gibi... Sabırlı bir tekrarın ruhu olgunlaştırmasına mukabil sabırsız ve şuursuz bir tekrarın bir şeyin aslını unutturan beyaz badanaya dönüşmesi... Mavi ile yeşil arasındaki güzergâhta yapılan nice tekrar bize firûzeyi ve turkuaz rengini buldurmuş, biz neden bayağı badana beyazına tahammül etmek zorundayız?
·
161 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.