Gönderi

NOTLAR: Yazar: Anthony Giddens Çevirmen: Cumhur Atay Ulus-devletlerin gelişimi, geleneksel devletler açısından temel olan şehir/kırsal kesim ilişkilerinin çözülmesini varsayar ve yüksek yoğunlukta idari düzenlemelerin (sınırlarla ilgili) ortaya çıkmasını gerektirir. Geleneksel devletler (sınıflara bölünmüş toplumlar) esasen karakterde parçalıdır. Bu devletlerde siyasal merkezin idari menzili oldukça düşüktür; bu nedenle siyasal aygıtın mensupları modem anlamda “yönelmezler. Geleneksel devletlerin sınırları değil, hudut bölgeleri vardır. Ulus-devletler, kelimenin aşağıda açıklanan anlamı ile özünde çokbaşlıdır (polyarchic). Hem kapitalizm hem de sanayicilik ulus-devletlerin yükselişini kesinlikle etkilemiştir, fakat ulus-devlet sistemi, bunların mevcudiyetine indirgenerek açıklanamaz. 20. yüzyılda, devletlerin sınırlarını aşan küresel bağlantıların gitgide artması, bunların egemenliklerinin aslında azalması şeklinde algılanmamalıdır. Tersine, bu durum, günümüzde ulus-devlet sisteminin dünya çapında yayılışının önemli ölçüde baş koşuludur. Modernite ile özdeşleştirilen dört “kurumsal kümeleşme” vardır: Yoğun gözetleme, kapitalist girişim, endüstriyel üretim ve şiddet araçlarının merkezi denetiminin pekiştirilmesi. Birey, belli bir ölçüde kaynak kullanma yetisine sahip olması anlamında, “muktedir” bir konumda (iktidar konumunda) olabilir. Eyleyici olmak (fail olmak), dünyaya bir farklılık getirebilmektir; bir farklılık getirebilmek ise iktidar sahibi olmaktır (burada iktidar, dönüştürme kapasitesi anlamına gelir). Bütün toplumsal yeniden üretim ve nihayetinde tüm iktidar sistemleri, gündelik rutinlerin “öngörülebilirliği”ne dayanır. Sürekli silahlı kuvvetlerin ilk oluşumu, dünya tarihine esasında yeni bir şey katmıştır. Ne var ki, sınıflara bölünmüş bütün toplumlarda, devlet tarafından komuta edilen silahlı kuvvetler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, merkezi aygıtın denetiminden kaçan önemli silahlı muhalefet kaynakları mevcuttur. Weber’in sunduğu “devlet” tanımı üç ana unsuru içerir: (i) Şiddet araçlarının denetimi üzerindeki meşru tekel iddiasını destekleyebilecek ve; (ii) Verili bir toprak parçasında bu tekeli onaylayabilecek; (iii) Düzene sokulmuş idari bir kadronun mevcudiyeti. Webber’in tanımı, Durkheim’m devletlerin genel özellikleri olarak saymamakla kesinlikle yanıldığı özelliklere (şiddet ve bölgesellik -territoriality-) ışık tutmakla birlikte, biz bu tanımdan tam anlamı ile tatmin olamayız Şiddet araçlarını tekel altına alma hakkının tahsis edilmesi ve bunun bir çeşit bölgesellik (territoriality) kavramı ile özdeşleştirilmesi devletlerin genel özellikleridir. Aydınlanma’dan beri, devletin kapsamı “dışında” kalan, çeşitli anlamlarda “sivil toplum” olarak anlaşılmıştır. Geleneksel devletleri veya sınıflara bölünmüş toplumları sınıflandırmanın çeşitli yolları arasında, Eisenstadt’ınönerdiği yol da diğerleri kadar kullanışlıdır. Eisenstadt, şehir-devletler; feodal sistemler; patrimonyal imparatorluklar; göçebe ya da fetih imparatorlukları ve “merkezi tarihsel bürokratik imparatorluklar” arasında ayrım yapar) Bu tür sınıflandırmalar esasında tehlikelidir, çünkü bu kategoriler arasında çeşitli çakışmalar ve iç içe geçmeler de mümkündür. Bu nedenle patrimonyal ve bürokratik imparatorluklar arasındaki ayrım çok keskin ve sabit değildir ve her ikisine de bir derece uymayan tarihsel bir örnek bulmak zor olabilir. Bazı açılardan bürokratik imparatorluğun tipik örneği olan Çin, tarihinin çeşitli dönemleri boyunca genel olarak patrimonyalizmin bir örneği olarak kabul edilmiştir. Yazı, devlet aygıtının hem nesneler hem de kişiler üzerinde uyguladığı idari denetimin kapsamını genişletmek üzere kullanılabilecek bir şifreleme bilgisi sağlar. Marksist düşüncede sivil toplum, onun asıl öncüsü olarak kalsa da, kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte, güya devlet sivil toplumdan ayrılır. Şimdi burada bir çarpıklık var ve benim, bu kitapta sivil toplum kavramını kullanmamamın nedenlerinden biri budur. Çünkü sınıflara bölünmüş toplumlarda ekonomik faaliyet, normalde siyasal arenadan, modem toplumsal düzende olduğundan çok daha açık biçimde ayrılmıştır. Bu demektir ki, merkezi bürokratik imparatorluklarda bile devlet, ekonomik yaşama ancak nadiren “müdahale eder,” köylü kitlesi ise siyasal merkezde olup bitenden bağımsız olarak kendi emeğini sürdürür. Modern kapitalizmin gelişimi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan siyasal biçim, yani ulus-devletle birlikte, siyasal ve ekonomik alanlar, daha önce hiç olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Yazı olmayan toplumlarda, “hukuk,” ancak muğlak bir biçimde formüle edilmiş olarak kalır ve esas itibariyle servete dayanır. Sınıflara bölünmüş birçok toplumda, yasal sahiplik hakları, modem toplumlardakine benzer bir netlikle tanımlanmaz. Roma hukuku, bu açıdan önemli bir istisnadır ve kuşkusuz daha sonra Batı Avrupa’da kapitalizmin ortaya çıkışı üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Bunlardan birisi taahhüt edilmiş hakların genişleyen sahasına izin veren ve koruyan garantilenmiş, merkezileşmiş bir yasal düzenin ortaya çıkması, bir başkası devlet gücüyle koordine edilen ve yaptırımı sağlanan parasal sistemin gelişmesi, yine bir başkası ise merkezi olarak örgütlenen vergilendirme sisteminin oluşmasıdır. Kapitalist girişimle doğrudan ilgili yasal kurallar esasında hiçbir şekilde Roma hukukundan türememiştir (Weber tarafından da işaret edilmiş bir şey). Yıllık kâr payları, hisse senetleri ve kambiyo senetleri Alman, İngiliz, İtalyan ve Arap hukukunun birleşiminden doğmuştur. Şirketlerin kimliği hakkındaki yasal koşulların kökenleri kısmen ortaçağ korporasyonlarında ve kısmen de kent hukukundadır. Vergi politikaları halkın dağılımının hem gözetimi hem de düzenlenmesi ve gözetim operasyonlarının bir bütün olarak oluşumuna katılmak için kullanılır. Denilmiştir ki, vergiler “nüfusu arttırmak için araç olarak (bekarlara vergi yükü, çocuklar için vergi indirimi), tembelliği azaltıp insanları çalışmaya zorlamak, bazı insani kötü alışkanlıkları kontrol etmek, tüketim kalıplarını etkilemek (özellikle gösteriş sel tüketim) ve benzeri için kullanılır. Bu tür vergi eğitimi ya da toplumsal hedefler karakteristik olarak mali hedeflerin üzerindedir”. Haberleşmenin yaygınlaşmasıyla ilişkili birkaç faktör ulus-devletin idari birliğinin pekişmesiyle derinden ilgilidir. Bunlar, taşımacılığın mekanizasyonu; iletişimin elektronik mecraların icat edilmesiyle taşımacılıktan ayrılması; ve devletin idari amaçlara tahsis edilen bilginin toplanıp tasnif edilmesinde artış gerektiren “belgeleme” faaliyetlerinin genişlemesidir. Farkları ne olursa olsun ulusçu idealler “anavatan” kavramını -bir başka deyişle bölgesellik kavramı- bu ideallerin taşıyıcısı olduğuna inanılan topluma kültürel otonomi veren köken efsanesine bağlanmak eğilimindedir. Ulusçuluk, o toplum içerisindeki değişik kesim veya sınıflar için oldukça farklı sonuçlara sahipolan politikalar uğruna genel ulusal toplumun desteğini seferber etmekte faydalanılabilecek bir duygu biçimidir. Totaliter Yönetim in Unsurları: 1) İzlemeye odaklanılması: a) Bilgi kodlanması, halkın faaliyetlerinin belgelenmesi; b) Faaliyetlerin gözlemlenmesi, yoğunlaşmış polislik. 2) “Töresel totalizm”: Halkın tarihsel mahiyeti içerisine gömülü olarak politik toplumun kaderi. 3) Terör: Polis gücünün azamileşmesi, endüstrileşmiş savaş ve tevkif araçlarının kullanımına bağlanmak. 4) Lider kişinin öne çıkması: Profesyonelleşmiş askeri role bağlı olarak değil kitlesel desteğin oluşturulmasıyla lider tarafından iktidara el konulması.
·
57 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.