Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

256 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
6 günde okudu
DELİ HABİP, OSMANLI ve YÖRÜKLERLE İLGİLİ BİR İNCELEME
Ali Küçükaydın, çocukluğunda çobanlık yaparak doğayı tanıma şansına sahip olmuş, sonra öğretmenlik, kaymakamlık ve milletvekilliği yapmıştır. Fakat arkadaşları ona, “Yörük Ali” diyorlarmış ki, en yakışanı ve üzerine oturan unvan da bu galiba. Şimdi ise, sözlü yerel tarih derlemesi yapıyor ve yazıyor. Bizim gibi Doğu toplumlarında okumak, yazmak, düşünmek, bir fikir ve görüş sahibi olmak, hele de bunu ifade etmek sürüye dahil olmamak anlamı içerdiği için bu, muktedirler nezdinde daima en ağır suç sayılmıştır. Bunun bir sonucu olarak kendi sözümüzü söyleyemediğimizden tapınakların, tarikatların, şeyh, şıh, hacı, hoca efendilerin, kahramanların, kabilelerin, efsane ve mitlerin arkasına saklanır, onlara öykünür ve onların ağzıyla konuşuruz... İşte bunun için binlerce yıldır bizim kültürümüz, şiirimiz, sanatımız, tarihimiz daima sözlü olmuştur. Zira şimdi olduğu gibi bizde binlerce yıldır kitaplar ve yazı bombalardan daha tehlikeli sayılmıştır. Bu sebeple de yerel tarihimiz yazılamamıştır, yerel tarih yazılamayınca genel tarihimiz de eksik, yanlış, hurafe, efsane ve yalanlarla doldur. Ne zaman ki bizler günlük tutmaya, kendi aile, oba tarihimizi yazmaya başlarsak gerçek tarihimiz de işte o zaman ortaya çıkmaya başlayacaktır. Ali Küçükaydın 1950'li yıllarda Alman etnolog Ulla’nın kendi obaları ve yurtlarında yaptığı tez çalışmasının Türkçeye çevrilmesi ve basılmasını sağlamış, akabinde bu kitabın arka planını anlatan “Yörük Obasında Bir Alman Kızı Ulla” kitabını yazmıştı. Ben Küçükaydın’ın edebi yönünü işte bu kitabıyla tanıdım. Küçükaydın, Ulla kitabında bir yandan Ulla Hanımefendi ve kendi obasını anlatırken, diğer yandan Yörüklerin bu topraklardaki bin yıllık o çileli ama kutlu ve mutlu hayatını, bu yaşama tarzının nasıl sonlandırılmaya çalışıldığına ışık tutar. Küçükaydın Deli Habip’in hayatını anlatırken de Osmanlı’nın çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin de adeta bir duruşmasını yapar. Deli Habip: Nasıl bir cani, nasıl bir eşkıya ki, Osmanlı onu öldürmekle kalmamış, üstelik bir de çocukları, eşleri ve obasının gözleri önünde kafasını testereyle kesip Adana vilayeti ve Sis sancağı meydanlarında sergileme ihtiyacı duymuş diye baktığımızda, burada anlatıldığına göre onun bir eşkıya ve katil olmadığı gerçeği vurur yüzümüze. Deli Habip denen bu Yörük genci 1900’lerde Sis (Kozan) sancağında devlet yanlısı bir Ermeni vatandaşımız olan ve 1914-1918 Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Sis Sancağı mebusluğu da yapan Matyos Nalbantyan’ın Nalbant Köyü'ndeki (Ufacıkören) çiftliğini basar ve çitlikteki sığırların bir kısmını sürer götürür. Nalbantyan’nın bakılması için Kurtluuşağı Köyü’nde bir Türk aileye bıraktığı iki atı da aynı gün zorla alır. Dönemin Sis jandarma komutanı Arnavut Hacı Meto, sancak merkezinin hemen yanı başındaki bu hadiseye müdahale edip en azından kaçırılan hayvanları sahibine iade etmesi gerekirken bunu bile yapmaz. Fakat bir süre sonra 150 kilometre uzakta, Yahyalı / Faraşa – Gücüksu’ya bir müfreze gönderir ve Deli Habip’i orada öldürtür ve küçük çocuklarıyla eşlerinin gözü önünde testereyle başını kestirir. Elbette suç işleyen herkes cezasını çekmeli ama kafa kesmek ve bunu sergilemek hangi hukuk anlayışına, geleneğe, göreneğe sığar diye bugüne kadar hiç sorgulamamışız. Küçükaydın işte bu kitabında bu sorgulamayı enine boyuna yapıyor. İyi de yapıyor. Zira tarihimiz bu utanç verici hadiselerle dolu. Bunları biz konuşmadığımız, yazmadığımız gibi yazanları, hakkını, hukukunu arayan Ermeni, Rum vatandaşlarımızı da susturmaya çalışıyoruz. Oysa haksızlığın, hukuksuzluğun Ermeni’si Rum’u, Kürt'ü olmaz. Nitekim olmamıştır da. Etnik ayrımcılık içerdiği için Ermeni Tehciri, Dersim Tertelesi, 6/7 Eylül olayları, PKK yazılır söylenir ama Selçuklu ve Osmanlı bütün tarihleri boyunca kurucu unsurları olan Oğuz Boylarını / Türkmenleri kontrol altına almak için onlarla savaşmış, oradan oraya sürmüş, kırımdan geçirmiştir fakat hiçbir zaman buna tam olarak muvaffak olamamıştır. İyi ki olamamıştır. Zira Yörüklerin şehirlere hapsolmayı reddetmesinin altında elbette haklı ve hayati sebepler vardır. Oğuzlar / Türkmenler çok iyi bilirler ki arkanızı dağlara yaslamaz, şehirlere bağlanırsanız, İstanbul’un fethinde olduğu bir haftalık veya birkaç aylık bir su ve yiyecek ablukasıyla en güçlü devletleri bile esir alabilirsiniz. İşte Yörükler bin yıldır Türklerin Anadolu’daki milis gücü görevi yaptıkları için Haçlı, Moğol, Timur işgallerinde ve Kurtuluş Savaş’ında Sultanlar, Padişahlar, saraylar, ordular, şehirler ele geçirilmiş ama daima hareket halinde olan bu zinde kuvvetler ve Deli Habipler sayesinde bizi Anadolu’dan atamadılar, geldikleri gibi gitmek zorunda kaldılar. SONUÇ OLARAK Selçuklu 1237’de Bizans’tan asker kiralayarak kadın, çocuk, yaşlı demeden Malya Ovasında Oğuzları kırdırmıştır. Osmanlı son 400 yıl boyunca Yörükleri oradan oraya sürmüş ve obaları birbirine ve Kürt milis güçlerine kırdırmıştır. Osmanlı 1865’te Sis sancağının üzerine de İslâhiye Ordusu'nu göndermiş ve Ali Rıza Yalgın’ın Yörük kocalarından derlediği ve CENUPTA TÜRKMEN OYMAKLARI" kitabında aktardığı bilgilere göre bu zorunlu iskân ve sürgün hadisesinde sehilden (sahil) yaylalara çıkmalarına izin verilmeyen 40 bin çadır insan sarı sıcaktan, sıtmadan kırılmış, 40 bin çadır insan ise, kendi askeriyle, devletiyle savaşmamak için İran-Tebriz taraflarına göç etmiş, bir o kadarı da sürüldükleri Sivas, Yozgat, Kırşehir, Konya’ya giderken yollarda soyguna, talana, yağmaya ve kıyıma maruz bırakılmışlardır. Küçükaydın’ın obası da bu sürgünlerden nasibini almıştır. Ama resmi tarih kayıtlarımız, akademisyenlerimiz, binlerce yıl önce ve sonrayı bilen şu alleme hacı, hoca, şeyh ve şıhlarımız bunlara kör ve sağırdırlar. Biz bunlara kör ve sağır olduğumuz, bunları sorgulamadığımız için günümüzde iktidar sahipleri bir kararnameyle, aileleriyle birlikte milyonlarca eğitimli ve genç insanımızı yerinden yurdundan, işinden, aşından ediyor, Deli Habip’e de yapıldığı gibi adeta kafalarını, kafamızı kopartıyor. Küçükaydın ve onun gibi yerel tarihçilerimizin yazdıkları işte bunun için çok önemli, kıymetli ve vazgeçilmezdir. Şimdi onun “Bir Kaymakamın Serencamı” adlı kitabı baskı aşamasına gelmiş durumda. Küçükaydın’ın bu kitapta da kaymakamlık yaptığı dönemdeki çarpıklıkları, kafa koparmaları açığa çıkaracağı beklentisi içindeyim. Fakat burada şunu da eklemek gerekir diye düşünüyorum. Evet, Selçuklu ve Osmanlı sürgün ve iskân siyasetiyle kendi bindiği dalı kesmiş fakat yine de Yörük yaşam tarzını tam olarak bitirmeye güçleri yetmemişti. Biz bunları yazmayız, okumayız, bilmeyiz ama topraklarımızda gözü olanlar bunları çok iyi bilir, kaydını da tutarlar. Yörük ve geleneksel köy hayatı devam ettikçe bu milleti esir etmek, Anadolu'yu ele geçirmek mümkün olmamıştır ve olmayacaktır. Nitekim savaş ve işgallerle bizi Anadolu’dan atamayanlar son yıllarda yerli işbirlikçileri vasıtasıyla HES, maden ve taş ocakları, arazi tahsis ve satışlarıyla çalışan, üreten, kendi kendine yetebilen insanlarımızı topraksız bıraktılar, yaşama alanlarımızı gasp ettiler. Köy okulları ve köy karakolları kapatılarak köyler, dağlar insandan arındırıldı. Bu yolla geleneksel tarım ve hayvancılığa tamamen son verildiği gibi genç nesillere bu hayat tarzını öğretme ve öğrenme fırsatı da tanınmadı... Dolayısıyla da bu vatan, her noktasını nöbet bekler gibi kontrol altında tutan zinde kuvvetlerinden ebedi olarak mahrum bırakıldı... Bu kafa koparma hareketinin yapıldığı dönemde Küçükaydın iktidar partisinin milletvekilidir. Vekil olduğu dönemdeki kafa koparmalarla ilgili anıları, gözlemleri ve özeleştirilerini yazmasını da umuyor ve bekliyorum. Okuyarak kalmanız dileklerimle. KİTAPTAN ALINTILAR KOCA ANA AĞLAMAKLI, GÖZLERİ DOLU DOLU... Kaçıncı göç bu, kaçıncı sürgün; "Ey padişah, beni şu koca memleketinde anamın, babamın atamın mezarından ayırdın, Allah da seni atalarının mezarından ayırsın, ayırsın da bir mezarlık toprağa hasret git," dedi. Sayfa 52 BİRLİĞİ SEVMEZ OSMANLI Yıllarca yaşadığınız yerden bir "Alaman" kazmasıyla sökülmüş meşe ağacı kökü gibi sökülürken çektiğiniz acıyı ne gün duyacaklar. Göçle kardeşi kardeşten, seveni sevdiğinden, obayı obadan ayırırlarken çektiğiniz dramı ne zaman anlayacaklar? Anlamazlar, daha doğrusu anlamak işlerine gelmez. Maksat böl aşiretleri, darmadağın et obaları, kolayca yönet, felsefesi bu. Hep birlikte olursa aşiret güç olur, tehlike olur... Ne yazık ki Osmanlı birliği sevmez... Sayfa 52 ZULÜM VE ADALET Zulümle adalet getireceğini sanır Osmanlı... Gelir mi, gelmez. Gelseydi, bunca asma, kelle kesmeden sonra çoktan gelirdi. Sayfa 134 EMİR BÖYLE DEYİP KESTİLER HABİP'İN BAŞINI... Kanı durmayınca kesik başın üstüne biraz kireç attılar. Bu üç kadın hiç değilse başının kesilmemesi için feryat figan çırpınıyorlardı "Öldürdünüz, muradınıza erdiniz, başını götürüp ne edeceksiniz, ne işinize yarayacak," diye mücadele ediliyorlardı... Sayfa 159 KAVAL ELİN YEL ALLAH'IN ÜFÜR BABAM ÜFÜR... Deli Habip Nalbant çiftliğini basmış çiftliktekileri kırmış geçirmiş diye anlatıp dururlar. ...oysa ki tek doğru olan baskında hiç ölen de yok yaralanan da, tek doğru olan çiftlik kahyası Veli'nin atının yaralanması ve çiftlikten sığırların bir bölüğünün Habip'in adamları tarafından sürülüp dağlara doğru götürülmesi. Sayfa 243 OSMANLI'NIN ELİ KOLU MÜSLÜMAN TÜRK'E GELİNCE UZUN... Ermeniler çeşitli yerlerde Müslüman katliamı yapıyor, Osmanlı bütün buna nedense sessiz kalıyor, görmezden geliyor. Osmanlı'nın tokadından bıktık usandık. Döverse ona şükretmek gerek hem öldürtür hem de başını kestirir. Deli Habip'in kellesini bir de teşhir ettiler. Sadece Sis'te de değil, Adana'da da gösterdiler... Sayfa 250
Deli Habip
Deli HabipAli Küçükaydın · Gufo · 02 okunma
·
176 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.