Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

400 syf.
·
Puan vermedi
·
13 günde okudu
Güce sahip olanların olmayanlara boyun eğdirdiği bir düzen
Kitap alacağım, okuyacağım ya da kaba taslak kitaba bakacağım zaman yaptığım ilk şey, ilk noktaya kadar olan giriş cümlesini okumak oluyor. Çünkü o yazı beni hemen kitaba bağlıyor. Şikago mezbahalarına gelecek olursam, ilk bölümü okuduğumda sanki Upton Sinclair değil de Yaşar Kemal okuyormuşum gibi hissettim. Yazar ilk 27 sayfayı o kadar güzel bir şekilde betimlemiş ve karakterlerin en ince ayrıntısına kadar o kadar güzel anlatmış ki tıpkı Yaşar Kemal'in İnce Memed romanını okuyormuşum gibi hissettim. Kitap bir panayır ile başlıyor, bu panayır Ona ve Jurgis'in tanışmasına vesile oluyor. Jurgis koca, heybetli, güçlü bir erkek izlenimi verirken, Ona daha zarif,ince bir kadın izlenim veriyor. Daha sonra Ona ile Jurgis binbir zorluk ile evleniyor. Bu kısımda şunu demek istiyorum; aslında hayatın tam merkezinde de bu vardır; tezatlıklar. Tıpkı romanda olduğu gibi düğün yapılan yerin yanı başında mezhaba vardır. Yani bir yerde bir gecede insanlar düğün sayesinde çok mutlu olurken yaşadıkları sıkıntıları o gün unuturken, uyandıkları yeni günde o mezbahaya gidip saatlerce çalışıp hak ettiklerinden çok düşük bir para alarak hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Mahvetmeme duygusu düğünde hem barmene karşı hemde düğüne gelip kimseyi tanımayıp sırf o gün her şey düğün sahibi tarafından ücretsiz şekilde sunuluyor diye yiyip içip gidenlere karşı var, gerçi düğün sahibi bir yerde bu konuya el atmak istese de böyle bir günü bozmak istemediğinden çok da sesini çıkarmıyor. Meyhaneci ise yarım fıçıları tam fıçı gibi gösterip düğün sahibinden fazladan para almanın peşinde. Beni meyhaneci kısmında etkileyen şuydu; meyhanecinin bölgedeki siyasilerle ile ilişkileriydi. Meyhanecinin Jurgise fazladan bira içilmiş gibi yapması ve düğün günü çok daha fazla para alması hırsızlıktı ama onun yaptığı hileden dolayı adalete başvurmak cennete gitmekten daha zordu. Sanki bu kaide hiç değişmemiş aradan onca yıl geçmesine rağmen günümüzde de geçerliliğini korumuş gibi. Jurgis iri yapılı vücudu sayesinde geçmişte olduğu gibi şikagoda da kolayca iş bulabilmişti, üstelik bu iş tam da onun vücudunun ayarına göre olan bir işti. Jokubas'ın, Jurgis ve ailesini şikogonun ünlü mezbahalarından biri olan Durham'da gezdirmesi Jurgisi büyülemişti çünkü ona göre bu kadar çok insanın çalıştığı domuzların ineklerin ve koyunların bir murtazamlık içinde hiçbir aksaklık olmadan, hayvanın derisinden kemiğine kadar vücuduna dair her şeyini kullabildikleri yer muhteşemdi. Ama burada önemli olan bir nokta var ki o da; fabrika da çalışan işçilerin, insanı insan yapan duygularını kaybetmiş ve tıpkı fabrika da olan makineler gibi hissiz olmaları. Hayvanların mezbahaya getirilip ayaklarından asılıp tek bıçak darbesi ile kesilip kaynar sulara atılması ve en acısı da bağırmaları. Evet belki hayvanın o an bağırması çoğu insanı etkilemeyebilir ama yazar gibi beni de etkilemiş durumda çünkü yazarın dediği gibi o hayvanın da duyguları var. Peki kendini feda etti diye nasıl ödüllendirilmeli bunu hiç düşündük mü acaba? Jurgis'in mezbahaya gidip uzaktan çalışan işçileri izlediğinde asıl düşünmesi gereken şey mezbahanın pis, kokuşmuş, canice, bir nevi ölüm makinesi gibi işleyen işçilerine baktığında hayranlık duyması aslında Jurgis'in merhametini kaybettiğini göstermez mi? çünkü orada ölen hayvanlar da bir anneden doğmadı mı? Dostoyevskinin Suç ve Ceza romanında dediği gibi o da bir anneden doğdu bunun için her can kıymetli ve değer verilmesi gerekir. Mezbaha patronlarına göre hayır gerekmez onlara göre yavaş çalışan dişli (insan) atılıp yerine yenisi alınmalı ki bu hızlı ölüm makinesi devam edebilsin. Yaşlı Durham'ın (patron) başka yerlerden insanları reklamlar aracılığı ile çağırıp romanda da denildiği gibi gelen insanların hepsinin sıkıp sularını çıkarmış, hızlandırıp paramparça etmiş ve yerlerine yenilerini getirmişti. Sadece mezbahada çalışmak insanların sömürüleceği anlamına gelmez Şikagoda tıpkı Ona'ya olan gibi. Kış geldiğinde Ona'nın bir gün bile olsa ile gitmemesi geç gitmesi veya işe giderken kullandığı tramvayın o gün çalışmaması Ona'ya o işi kaybettirip, iş yerine daha yakın olan birinin girmesine neden olabilirdi. Kapitalist düzenin çarklıları asla hız kesmeden devam etmeliydi çünkü. Fakirlik içinde bazen o kadar çaresiz durumda kalır ki insan sırf ailesine zarar gelmesin diye herşeyi yapabilir işte Ona'da onları yapanlardan biriydi. Bu ne kadar doğru ne kadar yanlış? onu sadece yaşayan insana sormak lazım, çünkü bu tercihi o yapıyor ve hayatında derin izler bırakıyor. Her yılbaşında Amerikan filmlerinde gördüğümüz o koca aile yemekleri, masanın üzerinde kıpkırmızı olan etler, sosisler, jambonlar. Bunlar bize ne kadar güzel görünsede bizi sadece o mutlu aile tablosuna hapsetse de düşünmemiz gereken birşey varsa o da bu masayı asıl kuran o yemekleri imal eden insanları da düşünmektir. Jurgis, Ona, Elzbieta ve onlar gibi binlercesi böyle günlerde sadece 8 saatlik uyku ve tek öğün ile çalışmaları, yaşamları, hakları sömürülerek 16 saat çalışmak zorunda kalıyorlar. İşte çark hız kesmeden hatta hızını arttırarak böyle günlerde paramparça ediyor insanları. Zalimlik kendini sisteme karşı koyanlara karşı en kötü şekilde gösteriyor. Jurgis'de başına gelen bir olaydan dolayı şikagoda iş bulamaması, bir olay resmen diğer olayların gidişatını da etkilemesi zalimlikti ama adı bir kere kara listeye alınmıştı. Bu liste sayesinde patronlar işçileri siyasi denetim ve dernek hakkından alıkoyuyorlardı. İşçilerin sadece çalışması yetmez susması, sadece işine gelip evine gitmesi ve düşünmemesi gerekiyordu. Aslında burada bir nevi distopya da vardı. Düşünme, sana söylenene uy ve çalış, işte zalimlik asıl buydu. Şikago sadece bundan ibaret değildi, Jurgis'inde sonradan görüp hayret edeceği gibi bir yeraltı dünyası da vardı. İşçiler her ne kadar ezilse de sömürülse de onları sömüren insanlar ile işçilerin kendi yanlarında sandıkları insanlar kol kolaydı aslında. Yozlaşmanın tüm temsilcileri yekvücut olmuş, siyasetçiler ve polisle kan kardeşliği yemini etmişlerdi. Şikago Mezbahalarının bir yerinde (s.347-356) yazar Upton Sinclair işçi haklarına öyle güzel değinmişki kendimi sanki Komünist Manifesto okuyormuşum gibi hissettim. İşçilerin kalkmalarını, birleşmelerini ve onları ezen sınıfın karşısında olmaları gerektiğini güzel bir konuşmacı vasıtasıyla aktarmış. Komünist manifesto'nun sonunda "dünyanın bütün proleterleri birleşin" dendiği gibi, Şikago Mezbahalarında da işçiler ve sosyalistler tarafından "Şikago bizim olacak, Şikago bizim olacak, Şikago bizim olacak" deniyor.
Şikago Mezbahaları
Şikago MezbahalarıUpton Sinclair · Sel Yayıncılık · 2021909 okunma
·
112 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.