Ciddi bir kıyafet giyip üniversiteye gittim. İlaç beni biraz sakinleştirmişti. İmalı bakışlara,
gülüşmelere, fısıldaşmalara hazırlıklıydım.
Doğrudan doğruya genel sekreterin odasına gittim. Bu kez göğüslerime bakmadı. Son derece
ciddiydi.
“Oturun Maya Hanım!” dedi. “Üniversitemizi çok zor bir duruma soktunuz.”
“Hayır” dedim. “Kabul etmiyorum. Basının yazdıkları yalan. Ben yanlış bir şey yapmadım.”
Genel sekreter beni alıp rektör beyin odasına götürdü. Özel kalemdekilerin bakışları arasında,
hiçbirine selam vermeden, başımı dikerek mağrur bir biçimde yürüdüm.
Rektör çok soğuk davrandı. Odasında birkaç hoca daha vardı.
Genel sekreter “Maya Hanım her şeyi reddediyor” dedi. “Hepsinin iftira olduğunu söylüyor.”
Rektör özel kaleme Süleyman’ı çağırmalarını söyledi. Süleyman yakınlardaymış herhalde, çok
çabuk geldi. Adam ezilip büzülerek girdi içeri. Ellerini önünde kavuşturup bekledi. Bana hiç
bakmıyordu.
Rektör “Maya Hanım, senin iftira attığını söylüyor” dedi. “Ne gördüğünü anlat.”
“Vallahi billahi, iki gözüm önüme aksın, ekmek Kuran çarpsın ki...”
“Bırak yemin etmeyi de ne gördün onu anlat” diye azarladı rektör sertçe.“O gün hava karanlıkken Şile’ye gittik. O adam deniz kenarında keman çalmaya başladı. Delirdi
sandım. Sonra onu donmasın diye otele götürdük. Araba bozulmuştu. Ben Şile’ye tamirci bulmaya
gittim. Üç saat sonra falan döndüğümde bu kadını, o adamla yatakta çıplak gördüm.”
Rektör bana döndü. “Ne diyorsunuz bu iddialara?”
“Doğru efendim” dedim.
Benden itiraz bekleyen bütün heyet şaşkınlıkla sarsıldı.
“Nasıl doğru?”
“Söylediği her şey doğru.”
Hayretle birbirlerinin yüzüne baktılar.
“O zaman suçunuzu itiraf ediyorsunuz!”
“Hayır, suçlu değilim.”
“Ne demek bu?”
“Olayların özeti doğru ama anlamı bu değil.”
“Profesör Wagner’le yatağa girdiniz mi, girmediniz mi?
“Girdim ama kastettiğiniz anlamda değil.”
“Peki nedir? Bir de sizden dinleyelim.”
“Eski bir anısını canlandırmak üzere, bizden Şile’ye gitmemizi istediği gün, yılın en soğuk günüydü.
24 Şubat’ı hatırlayın lütfen. Bir de o ayazın Karadeniz kıyısında ne kadar şiddetli olabileceğini hayal
edin. Kıyıda uzun bir süre duran profesör mutlak bir ölümle karşı karşıyaydı. Arabaya soktuk ama
bozulmuştu, ne kendi ne de kaloriferi çalışıyordu. İçinde olmanın hiç faydası yoktu. Profesörü tepenin
üstündeki bir motele sürükledik. Orada da hiçbir ısıtma yoktu. Onu yatağa yatırıp üstünü örttüğümde
morarmıştı. Elleri kasılmıştı. Ölmek üzere olduğunu anladım.”
Tam sustuğum sırada, burada hiç ara vermemem gerektiğini düşünüp devam ettim.
“Hayatını kurtarmak için yatağa girip vücut ısımı ona aktarmaya çalıştım. Gerçekten işe yaradı ve
hayatı kurtuldu. Daha sonra da zaten hastaneye kaldırdık. Raporları inceleyip, şiddetli bir soğuğa
maruz kalmış olduğunu anlayabilirsiniz. Konuğumuz olan Amerikalı bir profesörün soğuk yüzünden
ölmesi gibi bir rezalete üniversitemizin adı karışmasın diye üstüme düşenleri yaptım. Bütün suçum
bundan ibarettir.”
Hepsi yine birbirine baktı, rektör önündeki kâğıda anlamsız şekiller çiziktirmeye başladı.
Afallamışlardı, ne diyeceklerini bilemiyorlardı.“Bir şey daha var efendim” dedim.
Rektör “Nedir?” dedi.
“Süleyman, yani şoförünüz, amcaoğlunu işe almanız için size ricada bulunmamı istedi. Ben bunu
reddedince de kızdı ve intikam hislerine kapıldı. Ayrıca da bir suç işledi.”
“Ne suçu?”
“Profesörün Mercedes’te kalmış olan antika kemanının orada olmadığını söyledi. İlyas buna
şahittir. Tamirhaneye gidip kemanı bagajda paçavralar içine sarılmış olarak bulduk ve çalınmaktan
kurtardık, profesöre iade ettik. Buyurun, bu da tamirhanede olaya şahit olan Rıza Usta’nın kartı.”
Kartı rektörün masasına bıraktım.
Karşımdaki bütün duvarları yıktığımı hissediyordum. Kazanmak üzereydim, Süleyman işini
kaybetme korkusuyla tir tir titremeye başlamıştı.
“Suç işlemeye meyilli bir şoförün iftirası ve size düşmanlık yapmak için fırsat kollayan bir
gazetenin yalanları üzerine, sadık ve namuslu bir çalışanınızın onuruyla oynadınız” diye devam ettim.
“Ben bir anneyim, toplum içinde saygın bir yerim, öğretmenlikten emekli olmuş annem ve babam var.
Bana bu muameleyi yapmanızı hiç beklemezdim.”
Rektörün kafasında bir şeylerin değiştiği açıkça belli oluyordu. Neredeyse ayağa kalkıp benden
özür dileyecekti. Tam kazandığımı düşünmeye başlamıştım ki o uğursuz genel sekreter söze karıştı.
“Size bir soru sorabilir miyim Maya Hanım?”
“Buyurun hocam.”
“Profesör hastaneden taburcu edildiğinde sağlıklıydı değil mi?”
“Evet!”
“Pera Palas’ın da kaloriferleri yanıyordu.”
Sözü nereye getirmek istediğini anlamıştım ama duraklayarak olumsuz bir durum yaratmamak için,
kesintisiz bir şekilde cevap vermeye devam ettim.
“Yanıyordu.”
“Yani profesör Şile’deki gibi donmuyordu.”
“Hayır, donmuyordu.”
“Peki, o zaman geceyi niçin onun odasında, onun yatağında geçirmeyi tercih ettiniz? Bu da mı hayat
kurtarma gayesine yönelikti?“Hayır efendim.”
“Bir şişe Martell konyağını da profesörü daha çok ısıtmak için mi ısmarladınız?”
“Bunların hepsinin açıklaması var” dedim. “Profesör çok acı çekmiş bir adam. İstanbul’da
bulunduğu yıllarda başından korkunç olaylar geçmiş. Bunları bana anlatıyordu, onu teselli etmek
istedim.”
Genel sekreter bu sefer açık açık göğüslerime bakarak güldü: “Epey etkili bir teselli yöntemiymiş”
dedi.
Rektör hariç ötekiler de güldüler. Rektör galiba beni seviyor, dürüstlüğüme de inanıyordu ama
sesini çıkaramıyordu.
O anda oyunu kaybettiğimi anladım. Artık ne desem dinlemeyeceklerdi. Hikâye cinsel bir mecraya
girmişti ve bir kez cinsellik açıldı mı başka konular ikinci planda kalırdı.
Rektör,
“Çok üzgünüm Maya Hanım” dedi. “Ama bu olaylardan sonra birlikte çalışmamız güç görünüyor.
Bugüne kadarki mesainiz için size teşekkür edelim. İstifa etmeyi mi tercih edersiniz, yoksa disiplin
soruşturması sonucunda işten uzaklaştırılmayı mı?”
Nedense burada da hiç duraklamamam gerektiğini düşünüp hemen cevap verdim.
“İstifa dilekçemi hemen yazarım.”
Rektör diğerlerine çabuk bir şekilde ama tek tek baktı.
“Toplantı bitmiştir” dedi.
Hiç oyalanmadan kalkıp çıktım, odama gittim. Bilgisayarda bir Word sayfası açıp, “Haksız bir
iftiraya kurban gittiğim ve üniversite yönetimi beni desteklemediği için, istifa ediyorum.
Saygılarımla” yazdım. Bu yazıyı bastım, imzaladım ve masamın üstüne bıraktım. Raflardan bana ait
olan kitapları, masanın üstünden Kerem’in resmini, zamanla çekmecelerde birikmiş krem, tarak,
burun damlası gibi ıvır zıvırı aldım ve kimseye veda etmeden, bir daha dönmemek üzere o binayı terk
ettim.
Aslında arşivdeki Nermin Hanım gibi, gerçeği anlatarak vedalaşmak istediğim kişiler vardı ama o
anda bunu yapacak gücü bulamıyordum kendimde. Çünkü ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ve
takside kendimi tutamadım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Zavallı şoför ne yapacağını bilemedi.
“Geçer be abla, üzülme” dedi. “Bi tek ölüme çare bulunmaz.”