Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İLAHİ İYİLİK
Sevgi sabırlıdır ve sevgi bağışlayabilir...ama Sevgi asla sevgisiz bir nesneyle uzlaşmaz... Bu nedenle asla günahımızla bağdaşmaz, çünkü günahın değiştirilmesi mümkün değildir. Ama Sevgi sizin şahsınızla bağdaşabilir, çünkü şahsınız değişip yenileşebilir. THAERNE, Centuries of Meditation, 11,30 Tanrı'nın iyiliği üzerinde düşünmeye başladığımızda aşağıdaki ikilemle yüzleşiriz. Bir yandan, Tanrı bizden daha bilge olduğu için sadece iyilik ve kötülük üzerinde değil, birçok konu üzerindeki yargısı bizden çok farklı olacaktır. Bu nedenle, bizim gözümüzde iyi olan, O'nun gözünde iyi olmayabilir. Bize kötü gibi gelen de kötü olmayabilir. Öte yandan, Tanrı'nın ahlaksal yargısı, bize "kara" gelen O'na "ak" gelecek şekilde farklılık gösteriyorsa, O'na iyi dememizin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Tanrı iyidir derken, O'nun iyiliğinin bizimkinden tümden farklı olduğunu söylüyoruz ve aslında "Tanrı bizim bilmediğimiz bir şeydir" demeye getiriyoruz. Tanrı'nın hiç bilinmeyen bir niteliği, O'nu sevmek ve sözünü dinlemek için ahlaksal bir gerekçe oluşturmaz. Eğer Tanrı, bizim anladığımız şekilde "iyi" değilse, sözünü dinleyeceksek bile bunu korkudan ötürü, her şeye gücü yettiği için yaparız. Tam düşkünlük öğretisi -tümüyle günahlı ve düşkün olduğumuz için iyilik düşüncemizin de hiçbir anlamı da olmayacaktır- Hristiyanlığı bir tür Şeytan'a tapma etkinliğine dönüştürebilir. Bu ikilemden kaçmanın yolu, insan ilişkilerini gözlemlemekten geçer. Ahlak standartları düşük olan bir kişi, yüksek standartları olan insanların oluşturduğu bir topluma girip onların standartlarını yavaş yavaş öğrendiğinde neler olur -ben bu süreci oldukça doğru tanımlayabilirim çünkü bizzat içinden geçtim. Üniversiteye ilk girdiğimde, bir delikanlı olarak ahlaksal vicdandan yoksundum. Zalimliğe eğilimli bir yapım ve para hırsım vardı. Bir maymun klasik müzikten ne kadar anlarsa, ben de iffet, doğruluk ve özveri gibi kavramlardan o kadar anlıyordum. Tanrı'nın merhameti sayesinde, düşün ve hayal gücü açısından bana yakın ama ahlak yasasına uygun davranmaya çalışan (ama Hristiyan olmayan) gençlerin arasına düştüm. Onların iyi ve kötü yargılarının benimkilerden çok farklı olduğunu gördüm. Böyle bir farklılık, şu ana dek kara denilen bir şeye "ak" muamelesi yapmak değildir. Yeni ahlak yargıları, akla önceki yargıların tersi olarak değil, zaten olması gereken birer gelişme olarak girerler. Hareket ettiğiniz yönle ilgili kuşkunuz yoktur. Bunlar zaten sahip olduğunuz iyilik kırıntılarının devamı ve daha büyük parçaları gibi görünürler. Ama büyük sınav, yeni standartlara utanç ve suçluluğun eşlik edildiğinin fark edilmesidir. Kişi aslında uymadığı bir topluma katıldığının bilincindedir. Tanrı'nın iyiliğini bu tür deneyimlerin ışığında düşünmeliyiz. Hiç kuşkusuz, Tanrı'nın iyiliği bizimkinden farklıdır. Ama O'nun iyiliğine doğru yöneldikçe ahlak standardınızı tersine çevirmeniz gerekmeyecek. Tanrı'nın ahlakıyla sizin ahlakınız aranızdaki fark ortaya çıktığı zaman, zaten daha iyi olduğunu bildiğiniz bir yönde ilerlemeniz gerektiğini göreceksiniz. İlahi iyilik bizimkinden farklıdır, ama bu keskin bir farklılık değildir. Akla karanın farklılığından çok, bir çocuğun ilk tekerlek çizme girişimiyle mükemmel bir çember arasındaki farklılık gibidir. Çocuk çizim yapmayı öğrendikçe, aslında baştan beri böyle bir tekerlek çizmeye çalıştığını anlayacaktır. Bu öğreti Kutsal Yazılarda dolaylı olarak görülebilir. İsa Mesih insanları tövbeye çağırır. Tanrı'nın standartları, insanların bildiği ve ulaşamadığı standartlardan tümüyle farklı olsaydı, bu çağrı anlamsız olurdu. Tanrı bizim zaten var olan ahlaksal yargımıza seslenir: "Doğru olana neden kendiniz karar vermiyorsunuz?" (Luka 12:57) Tanrı, Eski Antlaşma'da insanları, onların kendi minnet, sadakat ve adalet değerlerine dayanarak uyarıyor ve bir bakıma yaratıklarının huzurunda kendisini duruşmaya çıkarıyor. "Atalarınız bende ne haksızlık buldular da Benden uzaklaştılar?" (Yeremya 2:5) Böyle bir başlangıçtan sonra, düşüncemize egemen olan bazı ilahi iyilik kavramlarının, sözlerle nadiren ifade edildiği halde eleştiriye açık olduğunu önermek yerinde olur. Tanrı'nın iyiliğiyle bugünlerde kastedilen hemen hemen sadece O'nun şefkatidir ve bu doğrudur. Bu bağlamda, sevgiden söz ederken çoğumuz şefkati düşünürüz. Kendimizden çok başkalarını mutlu görme, şu ya da bu anlamda mutlu değil, yalnızca mutlu görme isteğini kastederiz. Zevk aldığımız ne varsa, bunları yapmamıza izin veren Tanrı bizi gerçekten tatmin ederdi: "Onlar memnun olsun da, gerisi ne fark eder?" Bizim istediğimiz, Göksel Baba değil, göksel bir büyükbabadır - "gençlerin eğlendiğini görünce keyiflenen tatlı bir ihtiyardır. Evrenle ilgili tasarısı, insanların "günlerini vur patlasın, çal oynasın" diyerek geçirmelerini sağlamaktır. Bu ilahiyatı birçok kişi bu terimlerle dile getirmez, ama kafalarındaki esas kavram budur. Ben de bir istisna değilim. Bu hatlarla belirlenen bir evrende yaşamayı ben de çok isterim. Ancak, böyle bir evrende yaşamadığımız son derece açıktır. Buna rağmen Tanrı'nın sevgi olduğuna inanmak için nedenlerim var. Dolayısıyla hayal ettiğimiz sevgi kavramının düzeltilmesi gereklidir. Sevginin şefkatten çok daha ciddi ve muhteşem bir şey olduğunu öğrenmek için şairleri bile dinlemek yeterlidir. Sevginin karşı cinsler arasındaki türü bile Dante'nin söylediği gibi, "korkunç bir efendidir." Sevgide şefkat vardır, ama sevgi ve şefkat birbirine bitişik değildir. Şefkat, sevginin diğer unsurlarından ayrıldığında, sevilene temel bir kayıtsızlık gösterir ve hatta onu hor görür. Şefkat, hedefini kolayca ortadan kaldırmaya razı olur. Hayvanlara duydukları şefkatin, hayvanların acı çektiğini görünce onları öldürmeye götürdüğünü birçok kez gördük. Şefkatin tek amacı, hedefini acıdan kurtarmaktır; onun iyi ya da kötü olmasına aldırış etmez. Kutsal Yazıların gösterdiği gibi yasadışı evlatlar şımartılır, aile geleneğini devam ettirecek olan meşru çocuklar ise cezalandırılır. "Herkesin gördüğü terbiyeden yoksunsanız, oğullar değil, yasadışı evlatlarsınız." (İbraniler 12:8) Koşulsuz mutluluğu gerçekten hiç aldırış etmediğimiz insanlar için isteriz. Arkadaşlarımızın, sevgililerimizin, çocuklarımızın alçaltıcı ve tuhaf mutluluk hallerine girmelerindense fazlasıyla acı çekmelerine razı oluruz. Tanrı sevgiyse, tanım itibariyle şefkatten çok daha fazlasıdır. Tanrı bizi sık sık azarladığı ve kınadığı halde, bizi asla hor görmez. Bizi sevmenin dayanılması zor ücretini en derin , en trajik ve en çetin şekilde ödemiştir. Yaratıcı ile yaratık arasındaki ilişki elbette eşsizdir ve bir yaratığın diğerleriyle olan ilişkisiyle karşılaştırılamaz. Bu anlamda Tanrı, bize tüm diğer varlıklardan hem daha uzak hem de daha yakındır. Bizden uzaktır, çünkü varoluşunun temeli kendisi olan Varlık ile varoluşunu ona borçlu olan bir varlık arasında öyle bir fark vardır ki, bir baş melek ile solucan arasındaki farkı önemsiz kılar. Tanrı yaratandır, biz ise yaratılan. Tanrı köktür, bizler ise türevi. Ancak aynı zamanda ve aynı nedenle, Tanrı ile en değersiz yaratığı arasındaki yakınlık, bir yaratığın diğeriyle kurabileceği yakınlıktan çok daha fazladır. Hayatımız her an Tanrı'nın desteğiyle devam etmektedir. Bedenlerimizde bulunan ufacık, mucizevi özgür irade gücümüz sadece O'nun süreğen enerjisiyle varoluşunu sürdürmektedir. Böyle eşsiz bir ilişki yalnızca benzetmelerle kavranılabilir. Yaratıkların arasındaki çeşitli sevgi türlerine bakarak Tanrı'nın insana duyduğu sevgi hakkında yetersiz, ama yararlı bir kavrayışa erişiriz. Belki de sevginin en alt türü, bir sanatçının eserine bakarken hissettiklerini tanımlamak için yalnızca sözün gelişi kullanılan sevgi türüdür. Tanrı'nın insanla ilişkisi, Yeremya peygamberin çömlek ve kil görümünde resmedilir. "RAB Yeremya'ya şöyle seslendi: “Kalk, çömlekçinin işliğine git; orada sana sesleneceğim.” Bunun üzerine çömlekçinin işliğine gittim. Çark üzerinde çalışıyordu. Yaptığı balçıktan kap elinde bozulunca çömlekçi balçığa istediği biçimi vererek başka bir kap yaptı. RAB bana yine seslendi: “Bu çömlekçinin yaptığını ben de size yapamaz mıyım, ey İsrail halkı? diyor RAB. Çömlekçinin elinde balçık neyse, siz de benim elimde öylesiniz, ey İsrail halkı! Bir ulusun ya da krallığın kökünden söküleceğini, yıkılıp yok edileceğini duyururum da, uyardığım ulus kötülüğünden dönerse, başına felaket getirme kararımdan vazgeçerim. Öte yandan, bir ulusun ya da krallığın kurulup dikileceğini duyururum da, o ulus sözümü dinlemeyip gözümde kötü olanı yaparsa, ona söz verdiğim iyiliği yapmaktan vazgeçerim." (Yeremya 18:1-10) Elçi Petrus'un kiliseyi Tanrı'nın inşa ettiği bir binaya, üyelerini de taşlara benzettiği resim de aynı işlevi görür. "O sizi diri taşlar olarak ruhsal bir tapınağın yapımında kullansın. Böylelikle, İsa Mesih aracılığıyla Tanrı'nın beğenisini kazanan ruhsal kurbanlar sunmak üzere kutsal bir kâhinler topluluğu olursunuz." (1.Petrus 2:5) Elbette böyle bir benzetmenin sınırı, taşların gerçekten de diri oldukları için temsil edilmemelerinden kaynaklanan adalet ve merhametle ilgili sorulardır. Ama içerdiği anlam yönünden önemli bir benzetmedir. Bizler mecazen değil, tümüyle gerçek bir şekilde ilahi bir sanat eseriyiz. Tanrı'nın yarattığı ve belli bir niteliğe ulaşana dek üzerinde çalışacağı eserleriz. Burada dayanılması zor bir armağanla karşı karşıyayız. Bir sanatçı, çocukları eğlendirmek için rastgele çizdiği bir taslak üzerinde, tam olarak istediğine ulaşamasa bile fazla oyalanmaz. Ancak hayatının eseri üzerinde hiç kuşkusuz -bir erkeğin bir kadına ya da bir annenin çocuğuna duyduğu yoğunlukta- bir sevgi uğruna kendini tüketecektir. Hele hele o resmin bir de hisleri olduğunu varsayarsak, çok daha büyük emek verecektir. Hisleri olan bir resim, onuncu kez silinip ovalandıktan ve düzeltildikten sonra, keşke bir dakikalık minyatür bir çizim olsaydım, der. Aynı şekilde, Tanrı'nın bizleri daha az çetin ve daha az yüce bir gelecek için tasarlamasını dilememiz doğaldır, ama o zaman sevginin daha fazlasını değil, daha azını istemiş oluruz. Başka bir sevgi türü de insanın hayvana duyduğu sevgidir. Kutsal Yazılarda böyle bir ilişki zaman zaman Tanrı'nın insanlarla ilişkisini simgelemek için kullanılır. "Bizse O'nun otlağının halkı, Elinin altındaki koyunlarız." (Mezmurlar 95:7) Bazı açılardan önceki benzetmelerden daha iyi bir benzetmedir bu, çünkü sevilen tarafın hisleri vardır, ama değer açısından çok daha aşağıdadır. Bununla birlikte, insan hayvanları yaratmadığı ve onları tam olarak anlayamadığı için daha az iyidir. İnsan ile köpek ilişkisinin temelde insanın yararına olduğu söylenir. İnsan köpeği sevebilmek için ehlileştirir, köpek onu sevsin diye değil. Köpek kendisine hizmet etsin diye bunu yapar, kendisinin köpeğe hizmet etmesi için değil. Bununla birlikte, köpeğin çıkarları insanın çıkarlarına kurban edilmez. Bir amaca ulaşılmadan diğerine ulaşılamaz. Köpek de kendince insanı sever ve insan köpeğe bir şekilde hizmet etmedikçe ondan hizmet alamaz. Köpek insan standartlarına göre akıl sahibi olmayan canlıların en iyisi ve insanın sevebileceği uygun bir canlı olduğu için -elbette köpeği insanmışçasına yüceltmeden bir hayvana uygun düşen sevgi çerçevesinde- insan köpeği doğal halinden daha fazla sevimli bir canlıya dönüştürebilir. Bu süreç bir köpek yavrusunda insanın iyiliğine ilişkin ciddi kuşkular uyandırırdı. Ancak eğitim görüp tümüyle gelişerek sağlıklı bir köpek olduğunda ve vahşi türdeşlerinden uzun yaşadığında, lütfun bir eseri olarak hayvanlar dünyasında bulunmayan bir sevgiye, sadakate, ilgi alanlarına ve rahatlığa kavuştuğunda kuşkuları kalmayacaktır. İnsanın bu kadar büyük bir emekle köpeğe acı gelen bir eğitim vermesinin nedeni (burada iyi bir insandan söz ediyorum), hayvanın diğer canlılardan yukarıda olmasıdır. Hayvan sevimli olduğu için, onu daha da sevimli kılma çabasına değer. Bir kırkayağa banyo yaptırılmaz ve hamamböceklerine eğitim verilmez. Tanrı'nın gözünde çok küçük olmayı, bizi doğal güdülerimize çok ters düşen bir şekilde eğitimden geçirmek yerine kendi halimize bırakmasını isteyebiliriz. Ama bu sevginin fazlasını değil, azını istemek olacaktır. Rabbimizin öğretişinde kullandığı daha soylu bir benzetme, Tanrı'nın insana duyduğu sevgiyi babanın oğluna duyduğu sevgiyle karşılaştırır. Ancak bunu kullanırken, Kurtarıcımızın bu benzetmeyi babalık yetkisini günümüzdeki İngiltere'den çok daha güçlü olduğu bir çağda ve yerde anlattığını aklımızda bulunduralım. Dünyaya bir oğul getirip de ona sınır koymamak adına terbiye etmeyen, düşünsel bağımsızlığına müdahale etmemek adına onu eğitimden yoksun bırakan bir baba, İlahi Babalığın çok olumsuz bir simgesidir. Babalık yetkisinin eski çağlardaki kadar güçlü biçimin iyi ya da kötü bir şey olduğunu tartışmak değil niyetim. Rabbimizi ilk dinleyen kişiler ve onlardan sonra gelenler için Babalık kavramının ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyorum. Rabbimizin (dünyadaki bir oğulun asla olamayacağı bir şekilde Babasıyla bir ve özde aynı olduğu halde) kendi Oğulluğunu nasıl gördüğünü, kendi isteğini tümüyle Baba'nın isteğine sunduğunu, "iyi" sıfatı Babasına ait olduğu için kendisine "iyi" denilmesine bile razı olmadığını gördüğümüzde bu kavram daha da netleşecektir. Bu simgede baba ile oğul arasındaki ilişki bir yanda yetkisel sevgi, diğer yanda da söz dinleyen sevgidir. Baba üstün bilgeliğiyle oğlunu, olmasını istediği kişiye dönüştürmek için yetkisini kullanıyor. Günümüzde bile, "Oğlumu seviyorum ve hoşça vakit geçirdiği sürece nasıl bir alçak olduğu beni ilgilendirmiyor" diyen bir adam saçmalamış olur. Son olarak, tehlikelerle dolu, son derece sınırlı uygulaması olan, ama şu anki özel amacımıza uygun düşen bir benzetmeye geliyoruz. Tanrı'nın insana duyduğu sevgiyle, erkeğin bir kadına duyduğu sevginin karşılaştırmasıdır bu. Kutsal Yazılarda kullanılan bir benzetmedir. İsrail vefasız bir kadındır, ama göksel Kocası mutlu günleri unutmayacaktır: "Gençliğindeki bağlılığını, Gelinliğindeki sevgini, Çölde, ekilmemiş toprakta Beni nasıl izlediğini anımsıyorum." (Yeremya 2:2) İsrail halkı Sevgilisi tarafından yol kenarında terk edilmiş bir şekilde bulunan, giydirilen, süslenen ve güzelleştirilen kimsesiz bir kız gibidir ama O'na ihanet etmiştir. "'Yanından geçtim, senin kendi kanının içinde kımıldadığını gördüm. Kendi kanının içindeyken yaşa! dedim. Evet, Kendi kanının içindeyken yaşa! dedim. Kırda yetişen bir bitki gibi seni geliştirdim. Geliştin, büyüdün, kusursuz bir güzelliğe eriştin. Göğüslerin oluştu, saçların uzadı. Ama çırılçıplaktın. “'Yine yanından geçtim, sana baktım, sevgi çağındı. Giysimin eteğini üzerine serdim, çıplaklığını örttüm. Sana ant içtim, seninle antlaşma yaptım. Egemen RAB böyle diyor. Ve benim oldun. “'Seni yıkadım, üzerindeki kanı temizledim, derine zeytinyağı sürdüm. Sana işlemeli giysiler giydirdim, deriden çarık verdim. Beline ince keten kuşak bağladım, seni pahalı giysilerle örttüm, takılarla süsledim. Bileklerine bilezikler, boynuna gerdanlık taktım. Burnuna halka, kulaklarına küpeler, başına görkemli bir taç taktım. Altınla gümüşle süslendin; giysilerin ince ketenden, pahalı, işlemeli kumaştandı. İnce unla, balla, zeytinyağıyla beslendin. Gitgide güzelleştin, krallığa yaraştın. Güzelliğinden ötürü ünün uluslar arasında yayıldı. Çünkü seni görkemimle donattığım için güzelliğin kusursuzdu. Egemen RAB böyle diyor. “‘Ama sen güzelliğine güvendin, ününü kullanarak fahişelik ettin. Her geçene gönlünü kaptırdın, kendini teslim ettin." (Hezekiel 16:6-15) Yakup, dünyayla dost olduğumuz ve Tanrı'nın kıskançlığını alevlendirdiğimiz için bize "vefasızlar" der. "Ey vefasızlar, dünyayla dostluğun Tanrı'ya düşmanlık olduğunu bilmiyor musunuz? Dünyayla dost olmak isteyen, kendini Tanrı'ya düşman eder. Sizce Kutsal Yazı boş yere mi şöyle diyor: “Tanrı içimize koyduğu ruhu kıskançlık derecesinde özler.” (Yakup 4:4-5) Kilise Rab'bin çok sevdiği, üzerinde leke ya da buruşukluk görmek istemediği geline benzer. "Öyle ki, kiliseyi üzerinde leke, buruşukluk ya da buna benzer bir şey olmadan, görkemli biçimde kendine sunabilsin. Amacı kilisenin kutsal ve kusursuz olmasıdır." (Efesliler 5:27) Bu benzetmenin dayandığı gerçek, sevginin kendi doğası içerisinde sevileni kusursuzlaştırma gayretini, sevilenin acı çekmesi dışında her şeyi hoş gören iyiliğin ise Sevgi'nin tam tersi uçta yer aldığını ortaya koyar. Bir kadına aşık olduğumuzda, O'nun temiz mi, kirli mi, güzel mi çirkin mi olduğunu görmezden gelmeye mi başlarız? Eskisinden de çok ilgi göstermez miyiz? Bir kadın, erkeğin kendisinin nasıl göründüğüne hiç aldırış etmemesini ve ilgisizliğini sevgi işareti olarak algılayabilir mi? Sevgi, güzelliği kaybolsa da sevgiliyi sever, ama güzelliği kayboldu diye değil. Sevgi bütün kusurları bağışlar ve bunlara rağmen sever, ama sevgi bunların ortadan kalkması için gayret göstermekten vazgeçmez. Sevgi, sevilendeki her kusura karşı nefretten daha duyarlıdır. Çok yumuşak ama aynı zamanda son derece sağduyuludur bu sevgi. Her şeyden çok bağışlar, ama pek az göz yumar. Azıyla memnun olur, ama her şeyi ister. Hristiyanlık Tanrı'nın insanı sevdiğini söylerken, Tanrı'nın insanı gerçekten sevdiğini söyler, Tanrı'nın bizim gönencimiz için kayıtsız, uzak bir ilgisi olduğunu, ama korkunç ve şaşırtıcı bir gerçeğin eseri olarak O'nun sevgisinin hedefleri olduğumuzu söylemez. Seven bir Tanrı istediniz: Seven bir Tanrı'nız var. Hafifçe çağırdığınız yüce ruh, korkulacak müthiş Rab huzurunuzda! Ama sadece sizin kendi yolunuzda mutluca yürümenizi arzulayan uyuşuk, tatlı bir ihtiyar değildir Tanrı. Vicdani bir hakimin soğuk hayırseverliği değildir. O'nunki Konuklarının rahatlığından sorumlu bir ev sahibine de benzemez. Yakıp tüketen bir ateştir, dünyaları yaratan sevgidir! Sevgisi bir sanatçının eserine duyduğu sevgi kadar tutarlı, bir kişinin köpeğine duyduğu sevgi kadar katı, bir babanın çocuğuna duyduğu sevgi kadar saygıdeğer ve kayırıcı, cinsler arasındaki sevgi kadar kıskanç, yaman ve titizdir. Bu nasıl oluyor, bilmiyorum. Bizim gibi canlıları bırakın, herhangi bir canlının bile Yaratıcı'nın gözünden bu denli muazzam bir değere sahip olabilmesi aklın sınırlarını aşar. Bu sadece bizim hak edişimizin ötesinde olmakla kalmayıp arzularımızın da ötesinde, muhteşem bir yüceliktir. Eski piyesteki kadınlar gibi, Zeus'un sevgisini küçümseriz. Ama bu gerçek sorgulanamaz. Her şeyi aşkın olan Tanrı, sanki kendi sevgisiyle, özlemiyle ve arzusuyla kavrulur gibi acıyla seslenmektedir: "Efrayim değerli oğlum değil mi? Hoşnut olduğum çocuk değil mi? Kendisi için ne dersem diyeyim, Onu hiç unutmuyorum. Bu yüzden yüreğim sızlıyor, Çok acıyorum ona”" (Yeremya 31:20) "Nasıl vazgeçerim senden, ey Efrayim? Nasıl teslim ederim seni, ey İsrail? Adma'ya yaptığımı nasıl sana yaparım? Seni nasıl Sevoyim'e çeviririm? Yüreğim değişti içimde, Alevlendi acıma duygularım." (Hoşea 11:8) "Ey Yeruşalim! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Yeruşalim! Tavuğun civcivlerini kanatları altına topladığı gibi ben de kaç kez senin çocuklarını toplamak istedim, ama siz istemediniz." (Matta 23:37) İnsan acılarını, sevgiyle dolu bir Tanrı'nın varlığıyla uzlaştırma sorunu, yalnızca "sevgi" sözcüğüne hafif bir anlam yüklediğimiz ve insanı her şeyin merkezinde gördüğümüz takdirde çözülmez olur. İnsan merkez değildir. Tanrı insanın hatırı için var olmamaktadır. İnsanın varlığı da kendisinin hatırı için değildir. "Çünkü her şeyi sen yarattın; Hepsi senin isteğinle yaratılıp var oldu.” (Vahiy 4:11) Yaratılışımızın en temel amacı (amaçlardan biri bu olsa da), bizim Tanrı'yı sevmemiz değildir, Tanrı'nın bizi sevmesi ve O'nun ilahi sevgisinin odak noktası olmamızdır. Tanrı'nın sevgisinin bizim şu halimizle yetinmesini istemek, Tanrı'nın Tanrı olmayı bırakmasını istemektir. Tanrı Tanrı'dır ve O'nun sevgisinin her şeyden önce karakterimizdeki lekeleri itici ve rahatsız edici bulması gereklidir. Bizi sevdiği için sevimli yapmak amacıyla emek vermelidir. En iyi anlarımızda bile, Tanrı'nın şu anki kusurlarımızı hoş göreceğini bekleyemeyiz. Kral Kophetua, sevdiği dilenci kızın pislik ve paçavralar içinde kalmasına razı olamazdı. Hayvan sever kişi sevdiği köpeğin vahşi, saldırgan ve eğitimsiz kalmasını hoş göremezdi. Şu anda ve burada "mutluluk" adını verdiğimiz şey, Tanrı'nın asıl hedefi değildir. Ancak Tanrı'nın bizi engelsizce sevebileceği kişiler olduğumuzda gerçekten mutlu olacağız. Bu açıklamaların aldığı yön, protestoyla karşılanabilir. İlahi iyiliği anlayabilmek için sadece ahlak anlayışımızın ters yüz edilmesini kabullenmemiz istenmemelidir. Ama kabullenmemiz istenen şeyin tam da bu ters yüz durumu olduğuna itiraz edilebilir. Benim Tanrı'ya atfettiğim sevginin, insanların "bencilce" ya da "sahiplenici" diye tanımladığı sevgi türü olduğu, öncelikle sevilenin mutluluğunu ve sevenin memnuniyetini arayan başka bir sevgi türüyle hoş olmayan bir şekilde çeliştiği söylenebilir. İnsan sevgisi hakkında bile böyle hissettiğimden emin değilim. Sadece benim mutluluğumla ilgilenen ve dürüst olmayışına itiraz etmeyen sevgi türüne değer veremem. Buna rağmen, protestoya açığım; verilecek yanıt konuya yeni bir ışık tutacak ve tartışmamızdaki tek yönlülüğü düzeltecektir. Egoist ve özverili sevgi arasındaki bu karşısav, Tanrı'nın yaratıklarına yönelik sevgisine uyarlanamaz. Bencillik ya da özveri arasındaki çıkar ve fırsat çatışmaları sadece ortak dünyayı paylaşan varlıklar arasında gerçekleşir. Shakespeare Viola'yla rekabet içinde olamayacağı gibi Tanrı'da kendi yaratıklarıyla rekabet içinde olamaz. Tanrı bir insan olduğunda ve Filistin'de kendi yaratıkları arasında yaşadığında, O'nun hayatı en büyük özveri örneği olmuş ve çarmıhla sonuçlanmıştır. Çağdaş bir panteist düşünür şöyle demiştir: "Mutlak Olan denize düştüğünde, bir balık haline gelir." Aynı şekilde, biz Hristiyanlar da Mesih'in beden almasına bakarak Tanrı'nın yüceliğinden vazgeçtiğini, bencilliğin ve özverinin açık bir anlam kazandığı koşullara maruz kaldığını söyleyebiliriz. Bu koşullar altında da tümüyle özverili bir yaşam sürdü. Ama her şeyi aşkın Tanrı -yani bütün koşulların koşulsuz temeli- söz konusu olduğunda O'nun hakkında kolay kolay aynı şekilde düşünemeyiz. İnsan sevgisi, sevilenin ihtiyaçları pahasına kendi ihtiyaçlarını karşılamayı amaçladığında bencilleşir. Çocuklarının iyiliği için onları toplum içine çıkarmaya razı olmayıp evde saklayan bir baba böyledir. Böyle bir durum seven kişinin bir ihtiyacı ya da tutkusu olduğunu, sevilenin ise buna uymayan bir ihtiyacı olduğunu ve sevenin sevilenin ihtiyacını göz ardı etmesini gerektirir. Tanrı'nın insanla ilişkisinde bu koşulların hiçbiri yoktur. Tanrı'nın ihtiyaçları yoktur. Plato'nun bize öğrettiği gibi, insan sevgisi yoksunluğun çocuğudur. Sevgilide olan ya da olduğu varsayılan iyi bir şeyin seven tarafından arzulanması ya da ihtiyaç duyulmasıdır. Ancak Tanrı'nın sevgisinin nedeni, sevilendeki iyi bir şeyden kaynaklanmaz, çünkü zaten sevilendeki her iyi şeyin kaynağıdır. Tanrı iyiliktir. İyiliği verebilir, ama iyiliğe ihtiyaç duymaz ve iyiliği almaz. Bu açıdan Tanrı'nın tüm sevgisi, sonsuz derecede özverilidir, çünkü her şeyi verebilir ama hiçbir şey almaz. Dolayısıyla, bütün duygulardan aşkın olan Tanrı bazen acı çekiyormuş, sınırsız doluluğuna rağmen bazen ihtiyaç içindeymiş gibi konuştuğunda ve her şeyi bağışladığı yaratıklarına özlem duyduğunda, bunun tek anlamı Tanrı'nın bir mucizeyle kendisinde bizim doyurabileceğimiz bir özlem yaratmış olmasıdır. Eğer bize gerek duyuyorsa, bu O'nun seçimidir. Eğer Tanrı'nın, duygulardan aşkın olan yüreği, kendi yarattığı kuklalardan ötürü kederlenebiliyorsa, buna bütün anlayışı aşan bir alçakgönüllülükle her şeye gücü yeten İlahi Kudreti izin vermiştir. Dünyanın varoluş nedeni, bizim Tanrı'yı sevmemizden çok O'nun bizi sevmesiyse, bu gerçek çok derin bir anlamda bizim hayrımızadır. Hiçbir ihtiyacı olmayan Tanrı, bize ihtiyaç duymayı seçiyorsa, ihtiyaç duyulmaya ihtiyacımız var demektir. Hristiyanlıktan öğrendiğimiz kadarıyla, Tanrı'nın insanla bütün ilişkilerinin önünde ve arkasında ilahi verme etkinliği ve insanın hiç yokluktan Tanrı'nın sevgilisi olmak üzere seçilmesi vardır. Bu etkinlik bizim hayrımızadır. Bizim için sevgiyi bilmek iyidir, ama en iyisi sevginin en yüce hedefi olan Tanrı'yı bilmektir. Ancak bu sevgiyi bizim kur yapan, Tanrı'nın kur yapılan, bizim aradığımız O'nun ise bulunduğu taraf olarak görmek, bizim O'nun ihtiyaçlarına değil de O'nun bizim ihtiyaçlarımıza uymasını beklediğimiz bir sevgi olarak görmek doğanın ihlali olur. Çünkü bizler sadece yaratığız; bizim rolümüz daima öncüye izleyici, erkeğe dişi, ışığa ayna, sese yankı olmalıdır. En büyük etkinliğimiz ilk adımı atmak değil, karşılık vermektir. Tanrı'nın sevgisini yaşamamızın aldatıcı değil de, gerçek olan biçimi, O'nun isteğine teslim olmak ve O'nun arzusuna uymaktır. Bunun tersini yaşamak, varoluş gramerinde dilbilgisi kurallarının dışına çıkmaktır. Elbette, belli bir düzeyde insan ruhunun Tanrı arayışından söz edilebilir, Tanrı'nın da insan ruhunun sevgisini aldığını söyleyebiliriz. Ancak uzun vadede, insanın Tanrı'yı arayışı sadece O'nun insanı arayışının bir biçimi ya da görünüşüdür, çünkü her şey O'ndan kaynaklanır. Tanrı'yı sevme olasılığımız bize O'nun bir armağanı, özgürlüğümüz ise O'na daha iyi ya da daha kötü karşılık verme özgürlüğüdür. Bu yüzden pagan ilahiyatını Hristiyanlıktan en keskin şekilde ayrıştıran öğretilerden biri, hareket etmeyen Tanrı'nın evreni hareket ettirmesini bir sevgilinin seveni hareket ettirmesine benzeten Aristo'nun öğretisidir. Oysa Hristiyanlık'ın öğretisi şudur: "Tanrı'yı biz sevmiş değildik, ama O bizi sevdi ve Oğlu'nu günahlarımızı bağışlatan kurban olarak dünyaya gönderdi. İşte sevgi budur." (1. Yuhanna 4:10) O halde insanlar arasında bencil sevgi dediğimiz şeyin ilk koşulu Tanrı'da yoktur. Sevgilinin gönenci için duyduğu arzuyla rekabet eden doğal ihtiyaçları ya da tutkuları yoktur. Onda illa ki tutkuya benzer bir şey hayal edeceksek, kendi isteğiyle kendisinde bizim hayrımıza izin verdiği bir özlem olduğu söylenebilir. Tanrı'da ikinci koşul da yoktur. Çocuğun esas arayışları, babasının içgüdüsel bir sevgiyle beklediği şeylerden farklıdır, çünkü çocuk, babasından farklıdır ve kendi ihtiyaçları vardır. Sadece babası için varolmamakta, kusursuz yetkinliği babasının sevgisinde bulmamaktadır. Baba ise bunu anlayamaz. Ne var ki yaratıklar, Yaratıcılarından böyle bir ayrımla ayrılmamıştır, ne de Tanrı'nın onları yanlış anlama olasılığı vardır. Tanrı'nın tasarısında onlar için hazırlanan yer, onların yaratılışına en uygun olan yerdir. O yere oturduklarında, doğaları tatmin olur ve mutluluğa kavuşurlar. Evrenin kırık bir kemiği düzelir ve acı son bulur. Tanrı'nın olmamızı istediğinden başka bir şey olmak istediğimizde, bizi mutlu etmeyecek bir şeyi istemiş oluyoruz. Kulağımıza bir sevgilinin fısıltısı değil de zalimin baskısı gibi gelen ilahi istekler, bizi esas gitmek isteyeceğimiz yere doğru yönlendirir. Tanrı bizim tapınmamızı, söz dinlememizi ve secde etmemizi bekler. Bunların gerçekten de Tanrı'ya herhangi bir yararı olduğunu ya da Milton'un korosundaki gibi, insan saygısızlığının Tanrı'nın yüceliğini küçülteceğini düşünebilir miyiz? Bir deli, hücresinin duvarlarına "karanlık" sözcüğünü yazıp durarak güneşi ne kadar söndürebilirse, Tanrı'ya tapınmayı reddeden bir kişi de O'nun yüceliğini o kadar küçültebilir. Tanrı bizim iyiliğimizi ister ve bizim iyiliğimiz O'nu (yaratıklara uygun düşen bir karşılık vererek) sevmektir. O'nu sevmek için O'nu tanımamız gerekir. O'nu tanırsak, gerçekten de önünde yüz üstü yıkılıp tapınacağız. Eğer böyle olmuyorsa, o zaman düşüncelerimizin ve hayal gücümüzün yarattığı şey Tanrı'ya en yakın şey olsa da, sevmeye çalıştığımız henüz Tanrı'nın kendisi değildir. Ancak Tanrı'nın çağrısı secde ve huşu çağrısı değil, ilahi bir yaşamın yansımasıdır. Bu çağrı, bizim şu anki arzularımızın çok ötesindeki ilahi sıfatlara O'nun yaratıkları olarak katılmamızdır. İsa Mesih'i giyinmemiz ve Tanrı'yı örnek almamız buyrulmuştur. Biz beğensek de beğenmesek de Tanrı bize şu anda istediğimizi sandığımız şeyleri değil, ihtiyaçlarımızı verecektir. Bir kez daha bunun bize gösterdiği şey, çok az değil çok fazla sevildiğimizdir. Ancak bu görüş de gerçeği tam olarak yansıtmaya yetmeyebilir. Tanrı bizi sadece tek iyiliği O'nda bulacağımız şekilde keyfi olarak yaratmamıştır. Aslında Tanrı, bütün yaratıklarının tek iyiliğidir. Her biri gereklilikten ötürü, Tanrı'nın onun doğasına yerleştirdiği kadarıyla iyiliğini Tanrı'da bulur. Bunun türü ve derecesi yaratığın doğasına göre değişebilir, ama bundan başka bir iyilik sadece ateistin rüyasında bulunur. George Macdonald, şu anda bulamadığım bir metinde, Tanrı'nın insanlara şöyle dediğini resmediyor: "Benim gücümle güçlenmelisin ve bereketimle kutsanmalısın, çünkü sana verecek başka bir şeyim yok." Bütün konunun sonucudur bu. Tanrı bize elinde olmayanı değil, elindekini verir. Bize kendisinde olan mutluluğu verir, olmayanı değil. Tanrı olmak -Tanrı'ya benzer olmak, O'nun iyiliğine karşılık vererek katılmak- ya da sefil olmak- sadece bu üç seçenek vardır. Eğer evrendeki tek yiyeceği -herhangi bir evrenin yetiştirebileceği tek gıdayı- yemeyi öğrenemezsek, sonsuza dek aç kalırız.
Sayfa 25 - Haberci Basın YayınKitabı okudu
·
907 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.