Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

31 Mart Vak'ası veya 31 Mart Hadisesi olarak tarihe geçen olay yakın tarihimizin en tartışmalı konularından biridir. (...) 24 Temmuz 1908'den itibaren iktidar, resmen ve hukuken olmasa da, fiilen İttihat Terakki'ye geçmiştir. Her ne kadar doğrudan iktidar olamasa da dolaylı yollardan, çeşitli yönlendirmelerle, iktidarın kullanımında en etkin güç Cemiyet olmuştur. Cemiyet, memnun olmadığı hükümeti düşürüyordu. Dolayısıyla kamuoyu, bu tarihten itibaren olup biten bütün olumsuzlukları Cemiyet'e fatura etmiştir. (...) Öncelikle belirtelim ki, 31 Mart Hadisesi, bir tepki hadisesidir. İçeride ve dışarıda gelişen olumsuz olaylara karşı toplumun değişik kesimlerinin, değişik sebeplerle ürettiği bir tepki hadisesidir. Tepkiler meşrutiyete değil; İttihat Terakki cemiyetinin icraatlarınadır. II. Meşrutiyet'in ilanı sonrasındaki dış gelişmelerin özeti şöyle verilebilir: Avusturya Macaristan, Bosna Hersek'i ilhak etti; Girit Yunanistan'a katıldı; Bulgaristan tam bağımsızlığını ilan etti, Makedonya'ya dış müdahale de devam etti. Bu gelişmeler ilk başlardaki iyimser havayı ve heyecanı sona erdirdi. İç siyasette ise tam bir istikrarsızlık ve kaos hali hakimdi. İttihat Terakki yöneticileri genç ve devlet yönetiminde tecrübesizdiler. (...) Bürokrasi-Cemiyet çatışması, patlamaya hazır bir öfkenin birikmesine sebebiyet vermişti. Görevlerinden alınan memurlar ve subaylar öfke içindeydiler... 31 Mart öncesinin en önemli gelişmesi askerin siyasete karışmasıdır. Abdülhamit, kendi döneminde askeri titizlikle siyasetin dışında tutmuş, sivil bir yönetim sistemi kurmuştu. Abdülhamit'i, meşrutiyete yeniden zorlayan kesim, esas olarak ordu içindeki İttihatçı subaylardı. Bunlar mektepli subaylardı; modern Harbiye'de okumuş, çoğunluğu seküler subaylardı. Meşrutiyet'in ilanına sebep olan mektepli subaylar, bir defa siyasete girmiş oldular ve bir daha da siyasetin dışına çıkmadılar. Askerin kışlasına dönmesi teklifleri kabul görmedi. Padişahın boşalttığı alan subaylar ve bürokratlar tarafından dolduruldu. Mektepli subaylar siyaseti ve idareyi bilmediklerinden pek çok sorunun doğmasına ya da büyümesine sebebiyet vermişlerdir. Ordu kendi içinde homojen ve yekpare bir yapıda değildi. Orduda mektepli-alaylı ayrımı vardı. Alaylılar modern okullardan yetişmemiş; ordu içinde, usta-çırak ilişkisi içinde yükselmiş subaylardı. Mektepli subaylar, alaylı subayları küçümsüyor ve onları dışlıyorlardı. Ayrıca mektepli subayların, erlere dönük muameleleri de, erler tarafından kaba ve küçümseyici olarak görülüyordu. Esasen 31 Mart'ı başlatan çekirdek grup bu alaylı subaylar ile erlerdir. Ekonomide de işler iyi gitmemekteydi. Dış borç sorunu devam ettiği için devlet çarkının döndürülmesi için yeni borçlar alınması gerekiyordu. Yeni borçlar, borç veren büyük devletlerin müdahalelerini de davet ediyordu... Sosyal alanda ise tam bir kaos ve otoritesizlik söz konusuydu. Malum, Meşrutiyet'in ilanı “Hürriyetin İlanı” şeklinde lanse edilmişti. Burada hürriyet kelimesi pek çok kesim tarafından otoritesizlik veya kuralsızlık şeklinde algılandı; bir anomi durumu ortaya çıktı. (...) 31 Mart'a giden süreçte gerginlik konularından biri de medreselilerin askerlik sorunudur. İttihatçı yeni yönetim, medreselilerin askerlikle ilişkileri konusunda yeni düzenlemeler yapmak istedi. Askerlikten muafiyetleri konusunu yeniden düzenlemek istedi. Bu girişim büyük bir tepkiyle karşılaştı. Hükümetler, askerlikten kaçmak için talebeliklerini uzatan medreselilerin önünü kestiğinde binlerce kişiyi karşısında bulmuştur. (...) 31 Mart öncesi gergin dönemin en önemli olayı kuşkusuz, İttihat Terakki karşıtı yazılarıyla tanınan Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi'nin 7 Nisan 1909 günü öldürülmesidir. Cinayetten İttihat Terakki Cemiyeti sorumlu tutuldu ve kamuoyunda Cemiyet'e karşı büyük bir infial oluştu. Hasan Fehmi'nin ertesi gün yapılan cenaze töreni İttihatçılara karşı olan büyük kitlelerin katıldığı tam bir tepki gösterisine dönüştü. (...) Bütün bu gelişmelerin sonucunda, 31 Mart öncesinde gerginlik had safhadaydı ve isyan için bir kıvılcım yeterliydi. O kıvılcımı çakanlar, Avcı Taburlarındaki erler oldu. Avcı Taburları, Meşrutiyet'in ilanı sonrasında, Meşrutiyet'i korumak üzere Cemiyet tarafından Selanik'ten İstanbul'a getirilip Taşkışla'ya yerleştirilen askerlerdi. Fakat bu taburlar içinde de mektepli-alaylı kavgası vardı. Erler ile mektepli subaylar, alaylı subaylar ile mektepli subaylar arasında kavga vardı. Hatta bir ara, terhis zamanı gelen 87 erin görev sürelerinin uzatılması üzerine isyan çıkmıştı. Bu isyan kanlı bir şekilde bastırılmıştı... İşte 31 Mart olayını başlatan ve tetikleyen merkez, Avcı taburlarının yerleştiği Taşkışla olmuştur. 4. Avcı Taburu, 12-13 Nisan 1909 gece yarısı (Rumi takvimle 30 Mart'ı 31'e bağlayan gece) başlarında çavuşları olmak üzere ayaklanmış ve kışladaki komutayı ellerine geçirerek subayları hapsetmiştir. Sabaha doğru askerler kışladan çıkıp Ayasofya Meydanına ilerlerken isyan diğer kışlalara da yayıldı. Sayıları 5-6 bini bulan askerler, “şeriat isteriz” sözleriyle meydanda toplandılar. İsyancı ekserlerin oluşturduğu kalabalığa, yukarıda saydığımız, olup bitenlerden şikâyetçi bütün gruplar katılmıştır... Böylece hadise, askeri bir kalkışmanın ötesine geçmiş, toplumsal bir protesto mahiyetini kazanmıştır... Bu noktada “şeriat isteriz” deyimine de kısaca değinmek gerekir. Osmanlı geleneğinde bütün protesto eylemlerinde “şeriat isteriz” deyimi kullanılır. Buradaki şeriat, adalet, hak ve hukuk anlamlarına gelmektedir. Şeriat isteriz demek, adalet isteriz demektir. Çünkü zaten Osmanlı'da şeriat vardı; şikâyet edilen konu, şeriat olmasına rağmen adaletin olmamasıydı... Burada öne çıkan adalet talebi, erlerin ve alaylı subayların mağdur olduğunu, onların haklarının yendiğini, onlara adaletli davranılması gerektiğini ima etmektedir. (...) Askerler dışındaki toplumsal grupların şikâyeti ise, yönetimi devralan İttihat Terakki'nin icraatlarıydı. Özellikle Ahrarcı muhalefet, İttihatçıların hürriyet diye öne çıkmalarına rağmen, başta basın ve ifade özgürlüğü olmak üzere, özgürlükleri kıstıklarından, Medrese talebeleri, askerlik muafiyetlerinin kaldırılmasından şikâyet ediyorlardı... Sonuçta, askeri ve sivil unsurların katılımıyla İstanbul'da büyük bir protesto ve isyan eylemi ortaya konuldu. Olaylara bazı medrese talebeleri (...) katılmıştı ancak genel olarak din adamları ve ulema sınıfı isyana karşı çıkmıştır. Cem'iyyet-i İlmiyye-i İslâmiyye adı altında birleşen ulema, isyanı desteklemediğini ilân etmiştir. (...) 31 Mart olayları on bir gün sürdü. Durum, Cemiyetin güçlü olduğu Selanik'e telgrafla bildirildi. Bölgedeki İttihatçıların girişimiyle, isyanı bastırmak maksadıyla Hareket Ordusu isminde bir ordu teşkil edildi. (...) Mahmut Şevket Paşa kumandasındaki Hareket Ordusu, 22 Nisan'da Yeşilköy'de Meclis-i Mebusan tarafından karşılandı. 24 Nisan'da İstanbul'a giren M. Şevket Paşa, kısa süren çatışmalardan sonra İstanbul'un hâkimiyetini eline aldı. İstanbul'da sıkıyönetim (örfi idare) ilan eden M. Şevket Paşa, fiilen yürütmeyi ele geçirdi; yasama (Meclis-i Mebusan) ise Paşa'nın istediği bütün kanunları çıkaran bir aygıta dönüştü. Böylece Paşa, padişahın yetkilerini de aşan olağanüstü yetkilere sahip bir diktatör konumuna yükseldi... (Sıkıyönetim Mart 1911'e kadar devam etti...) İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya devletleri Mahmut Şevket Paşa'yı tebrik ederek madalya ve nişanlarla taltif ettiler. M. Şevket Paşa tarafından oluşturulan örfî idare mahkemesi (...) pek çok kişiyi meydanlarda kurulan darağaçlarında idam ettirdi. Yargılamalar sonunda 70 kişi idama, 420 kişi müebbet ve 6 aydan başlayan çeşitli hapis, yüzlerce kişi de süresiz sürgün cezalarına çarptırıldı. (...) Olaylarda hiçbir dahli olmadığı halde, olaylardan padişahı da sorumlu tutan meclis 27 Nisan'da II. Abdülhamit'i tahttan indirdi ve Mehmet Reşat'ı tahta geçirdi. II. Abdülhamit hadisede dahlinin bulunup bulunmadığının araştırılması için tahkikat talebinde bulunduysa da kabul edilmedi. Bu hususla ilgili olarak Sait Paşa'nın, “Temize çıkarsa halimiz nice olur” dediği kaydedilir. Abdülhamit'in görevden alınması, baskılar sonucunda Şeyhülislamlıktan alınan fetvanın Meclis'te oylanmasından sonra gerçekleştirilmiştir. Hiçbir delil veya tanık olmamasına ve yargılama olmamasına rağmen şu üç suçlama ileri sürülmüştür: 31 Mart Vak'ası'na sebep olmak, dinî kitapları tahrif ettirmek ve yakmak, devlet hazinesini israf etmek. (...) Bütün mal varlığına el konulan Abdülhamit, 1000 lira aylıkla Selanik'e sürgün edildi ve orada ev hapsinde tutuldu... (...) Hareket ordusu, isyanı bastırma bahanesi altında, pek çok hukuksuz eylem ve işleme imza atmıştır. Bunların en fecilerinden biri de Yıldız Sarayı'nın yağmalanmasıdır. Yağma sırasında bütün değerli eşyalar ve mücevherler yağmalanmıştır. Değerli kütüphanenin yağmalanmasına son anda mani olunmuştur... Bu yağma olayı başta olmak üzere, İttihatçı yönetim döneminde ortaya çıkan yolsuzluk ve hırsızlık olaylarının artması üzerine, kendisi de bir Jön Türk ve Abdülhamit karşıtı olduğu halde, bu duruma sessiz kalamayan Tevfik Fikret, 1912 yılında, meşhur Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) isimli şiirini yazmıştır: Bu sofracık, efendiler, ki - iltikama muntazır Huzurunuzda titriyor - şu milletin hayatıdır; Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır, Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır. Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! Efendiler! Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir; Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir? Şu nadi-i niam, bakın, kudumunuzla müftahir, Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hakk da elde bir! Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı zi-safa sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say: Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar, Gurur-ı ihtişamı var, sürür-ı intikamı var. Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar; Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar. Yiyin efendiler, yiyin, bu han-ı can-feza sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını Vücüdunu, hayatını, ümidini, hayalini; Bütün ferag-ı halini, olanca şevk-i balini Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini. Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak: Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak; Bugünkü miğdeler kavi bugünkü çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak... Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! M. Şevket Paşa'nın başkanlığındaki sıkıyönetim döneminde II. Meşrutiyet'in ilanıyla verilen pek çok hak ve hürriyet, sıkıyönetim tedbirleri bahane edilerek, ilga edilmiş ya da sınırlanmıştır. Baskılara dönük eleştiriler ise “irtica” suçlamasıyla susturulmuştur. Türkiye siyaset tarihinin en çok tartışılan kavramlarından biri olan “irtica” (gericilik) kavramı bu dönemde doğmuştur. 31 Mart vakasına karışanlar da, İttihat Terakki yönetimini eleştirenler de “mürteci” (gerici) olarak suçlanmış ve ötekileştirilmişlerdir. Bu tarihten sonra da, iktidarı elinde tutanlar, muhalifleri gerici, bölücü, hain gibi sıfatlarla yaftalamışlardır. Hâlbuki (...), isyancılar meşrutiyetin ilga edilmesini ve 23 Temmuz 1908 öncesine dönülmesini, yani geride kalmış düzeni istemiyorlardı. Protestolar sırasında, “kahrolsun meşrutiyet!" sloganı atan da olmamıştı. İsyancılar rejime değil (İttihat Terakki'nin güdümündeki) hükümete ve o hükümetin icraatlarına karşı ayaklanmışlardı. İsyancıların omurgasını oluşturan kesim, Jön Türklerin muhalefette olan kanadıydı; yani Ahrar Fırkası mensuplarıydı. Dolayısıyla 31 Mart hadisesini, "Jön Türklerin iki kanadı arasındaki siyasi kavga” olarak değerlendirmek gerekir. Jön Türklerin muhalefette kalan kanadı, meşrutiyetten beklentilerinin gerçekleşmediğini, yeni yönetim döneminde, Abdülhamit döneminden daha kötü uygulamaların ortaya çıktığını gördüklerinde, önce söylem düzeyinde, sonra da eylem düzeyinde tepkilerini ortaya koymuşlardır... Tepkilerin muhatabı ise Jön Türklerin öteki kanadını oluşturan İttihat Terakki'dir. (...) Kuşkusuz İttihat Terakki'nin iktidar dönemi 24 Temmuz 1908 tarihinden itibaren fiilen başlamıştır. Resmen ve hukuken ise, 1908'in sonunda, Meclis'in açılmasından sonra başlamıştır. İttihat Terakki iktidarının, iyice güçlendiği ve muhalefeti sindirdiği dönem ise 31 Mart (13 Nisan) hadisesinden sonra, yani 1909 yılında gerçekleşmiştir... 31 Mart eylemini irtica (gericilik), muhalefeti de mürteci (gerici) olarak yaftalayan İttihat Terakki, bu suçlamalarla hem Abdülhamit'ten kurtulmuş, hem de muhalefeti sindirmiştir. Böylece iktidarı tamamen ele geçiren İttihat Terakki, hem yasamayı hem de yürütmeyi kontrol eder hale gelmiştir. Ancak hala yürütmenin başını işgal eden şahıslar doğrudan İttihat Terakki mensubu şahıslar değildi. 31 Mart sonrasının en güçlü kişisi olan M. Şevket Paşa bile, İttihatçılarla birlikte çalıştığı halde, doğrudan İttihat Terakki mensubu değildi... Sadrazamlık makamına doğrudan bir İttihatçının getirilmesi, M. Şevket Paşa'nın ölümünden sonra, 1913 yılında gerçekleşmiştir. Yürütmenin başındaki kişiler İttihatçı olmasalar da Cemiyet'in yönlendirmesi altında çalışıyorlardı. Yasama ve yürütmedeki gücünden istifade eden İttihatçılar, 31 Mart sonrasında, çıkardıkları kanunlarla mülkî, adlî ve askerî teşkilâtlarda yer tutan eski dönemin bütün bakiyelerini tasfiye etmişlerdir. 31 Mart sonrasında yasama ve yürütme alanında güçlenen İttihatçılar, ordu içinde kötü bir geleneğin oluşmasına sebebiyet vermişlerdi. Ordu, özellikle de genç subaylar, yoğun bir şekilde siyasete karışmaya başlamışlardı. Ordu içinde hiyerarşi ve disiplin kalmamıştı. Diktatöryal yetkilere sahip M. Şevket Paşa bile bir süre sonra siyasete bulaşmış genç subaylara söz geçirmekten aciz duruma düşmüştü... 31 Mart sonrasında İttihat Terakki'nin yaptığı değişikliklerin başında Kanun-i Esasi'de yapılan değişiklikler gelir. Kanun-i Esasi, parlamentoyu (Meclis-i Mebusan'ı) güçlendirecek şekilde, esaslı bir değişime tabi tutulmuştur. Bu değişiklikler sonunda rejim parlamenter sistem haline dönüşmüştür. İttihatçılar, yürütmeye göre yasama organında daha güçlüydüler; o yüzden yapılan değişiklikler İttihatçıların lehine olan değişikliklerdir... (İleride, 1913 ve sonrasında, yürütmeyi de tamamen ele geçirdiklerinde, bu defa, yürütmeyi güçlendiren kanuni düzenlemeler yapmışlardır...) Parlamenter sistemde devlet başkanının yetkileri sınırlı ve semboliktir. 21 Ağustos 1909'da yapılan anayasa değişikliğinden sonra padişahın yetkileri sınırlanmış ve sembolik düzeye indirilmiştir. (...) Yeni düzenleme ile birlikte 1876 metninde padişaha tanınan yetkilerin bir kısmı kaldırılmış, böylece Osmanlı Devleti'ne daha meşrutiyetçi bir yapı kazandırılmış ve esas itibariyle parlamenter hükümet modeli benimsenmiştir. (...) 31 Mart sonrası dönemin en öne çıkan şahsiyeti şüphesiz M. Şevket Paşa'dır. 1., 2., ve 3. Ordu müfettişlikleri görevini uhdesinde bulunduran M. Şevket Paşa 25.1.1910 tarihinde Harbiye Nazırı oldu. Resmen Harbiye Nazırı idi ama fiilen, bütün yürütmeyi kontrol eden bir diktatör gibiydi. Bu dönemde, Arnavut İsyanı (1910), Yemen İsyanı (1911) gibi olaylar oldu ve Paşa'nın bu olayları önlemedeki rolü eleştiri konusu oldu. Zaman içinde gücünü kaybeden ve İttihat Terakkiyle arası açılan M. Şevket Paşa, Temmuz 1912'de görevinden ayrılmaya zorlandı ve Harbiye Nazırlığından ayrıldı. (Ancak çok kısa bir süre sonra, Ocak 1913'te Sadrazam olacaktır...) Görev yaptığı dönemde M. Şevket Paşa, sadrazam olmamasına rağmen, sadrazamları da yönlendirecek bir güce sahipti. Zaman zaman, İttihat Terakki'nin yöneticileriyle de kavga ediyordu... M. Şevket Paşa'dan sonra, İttihat Terakki'nin yönlendirmesine açık, zayıf sadrazamlar dönemi başlamıştır... İttihat Terakki'nin ilk iktidar döneminde, 31 Mart hadisesinden 1912 yılına kadar kurulan hükümetler şunlardır: Hüseyin Hilmi Paşa (Mayıs 1909-Ocak 1910); İbrahim Hakkı Paşa (Ocak 1910-Eylül 1911) ve M. Sait Paşa (Eylül 1911-Temmuz 1912). 1911'de başlayan Trablusgarp Savaşı, uzun yıllar sürecek savaşlar ve yenilgiler silsilesinin ilk halkasını oluşturmuştur. Sömürge yarışına başlayan İtalya, yakınındaki Trablusgarb'a saldırarak orasını sömürge yapmak istedi. Tabii, diğer devletler gibi aslında bölgeye “medeniyet” götürdüğünü iddia etti... Osmanlı ise Kuzey Afrika'da kalan son toprak parçasını kaptırmak istemiyordu ama buradaki güçleri çok azdı. Çünkü M. Şevket Paşa buradaki kuvvetlerin bir kısmını Yemen'e göndermişti. (...) Trablusgarp mağlubiyetinin, iç ve dış siyasette pek çok sonucu oldu. İç siyasetteki en önemli sonucu, İttihat Terakki'ye karşı muhalefetin güçlenmesi ve nihayetinde bu muhalefetin Hürriyet ve İtilaf Fırkası olarak ortaya çıkması oldu. Fırka, 21 Kasım 1911'de resmen kurularak faaliyetine başladı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı kuran ve bu fırkaya giren kişilerin tek ortak oldukları konu, İttihat ve Terakki düşmanlığıydı. Fırkanın birinci amacı da İttihat ve Terakki'yi iktidardan uzaklaştırmaktı. İttihat ve Terakki'nin itibarını büyük ölçüde kaybettiği bu günlerde, Hürriyet ve İtilaf'ın ortaya çıkması, çok taraftar toplamasına ve dağınık durumdaki muhalefeti birleştirmesine sebep oldu. Hürriyet ve İtilaf Fırkası, kısa süre içinde Meclis'te 70 mebusa sahip olarak, etkin bir ana muhalefet partisi oldu. 11 Aralık 1911'de İstanbul'da yapılan ara seçimi (bir oy farkla olsa da) kazanarak, İttihat Terakki'yi siyasi planda yenmiş oldu... Bu suretle, 31 Mart olayından sonra etkisizleşen ve kapanan Ahrar Fırkası'nın yerini Hürriyet ve İtilaf Fırkası aldı. Ancak bu fırka, Ahrar Fırkasından daha büyük ve etkiliydi. Bu fırkanın teşekkülüyle, Jön Türklerin iki kanadı yeniden karşı karşıya geldiler ve kavga kaldığı yerden devam etti... (...) 1911 sonunda kurulan ve kısa sürede muhalefetin merkezi olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihat Terakki'yi endişeye sevk etmişti. Bu partinin daha da güçlenip iktidarı almasından korktu; yeni doğmuş bu partiyi daha büyümeden siyaseten yenmek istiyordu. Bu yüzden İttihatçılar, henüz zamanı gelmeden meclisin feshedilmesini (18.1.1912) sağlayıp seçimlerin yapılmasını temin ettiler. Böylece 1912 seçimlerine giden süreç başlamış oldu. (...) İttihatçıların, seçim sürecindeki baskılarından dolayı, tarihe “sopalı seçimler” olarak geçen 1912 seçimleri Şubat-Nisan ayları arasında yapılmıştır. Seçimler basın ve toplantı özgürlüğünü kısan mevzuat çerçevesinde yapılmıştır. (...) 1912 Seçimleri sıkıyönetim şartları içinde gerçekleşen ilk genel seçimdir. Divan-ı Harbî Örfî (sıkıyönetim mahkemesi), siyasi kulüplerin dışındaki yerlerdeki toplantılar hariç, bilimsel konferansları bile yasaklamıştır. Tutuklamalar eksik olmamış, muhalif basın üzerinde baskı kurulmuştur. (...) 1912 Meclisi çok kısa ömürlü olmuştur. Seçim sürecindeki baskılar ve yolsuzluklar nedeniyle bu meclis daha başından beri yoğun eleştirilere maruz kaldı, meşruiyeti sürekli sorgulandı. İttihat Terakki'nin meclisteki ezici çoğunluğu ile kendi lehine olmak üzere yoğun kanuni düzenlemeler yapması, sivil muhalefet kadar ordu içindeki muhalefeti de harekete geçirdi. (...) Bütün bu gelişmeler, 1912 Mayıs-Haziran döneminde, ordu içindeki İttihatçı olmayan subayların birleşmelerini sağladı. Bu birleşmeden doğan askeri gruba Halaskar Zabitân (kurtarıcı subaylar) adı verildi. Grup orta ve üst düzey subaylardan oluşuyordu. (...) Grup, (...) Hürriyet ve İtilaf mensuplarından da yardım görmüştür. Grubun temel amacı, askeri siyasetten uzak tutmak olarak ilan edilmişti. Grup mensupları, bu amaçla, İttihatçıların güdümündeki hükümeti ve meclisi dağıtıp, bunları yeniden meşru olarak kurmak istiyorlardı. İşleri bittikten sonra kışlaya geri dönmek istediklerini de vurguluyorlardı. Görüldüğü gibi, askeri siyasetten uzaklaştırmak istiyorlardı ama kendileri de, fiilen siyasete karışıyorlardı. (...) Telaşa kapılan hükümet, bu grubu memnun etmek üzere askerin siyasete karışmasını yasaklayan bir kanunun çıkmasını temin etmişse de bu gelişme çok etkili olmamıştır. Bu süreçte, İttihatçılarla arası iyice açılmış olan Harbiye Nazırı M. Şevket Paşa, İttihatçılar tarafından istifaya zorlanmıştır. Hükümet içinde ve dışında gelişen olayların üstesinden gelemeyen sadrazam Sait Paşa istifa etmek zorunda kaldı (17.7.1912). Bu hükümetin yerine 21 Temmuz günü Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın başkanlığında “Büyük Kabine” denilen bir hükümet kuruldu. Bu hükümet partisiz hükümet olarak nitelenmiştir. Her ne kadar tarafsız gibi görünse de bu hükümet, İttihat Terakki karşıtı faaliyetler yapmaya ve Halaskar Zabitan'ı memnun etmeye yönelik çalışmalar yapmaya başladı. Hükümet değişiminden sonra, Halaskar Zabitan grubunun yoğun bir propaganda ve tehdit sürecinden sonra Meclis de kapatıldı. Böylece Halaskar grubu kısa süre içinde hükümeti ve meclisi dağıtma amacına ulaşmış oldu. Bu gelişmeler sonucunda, uzun süredir iktidarda olan İttihat Terakki Cemiyeti muhalefete düşmüş oldu (22 Temmuz 1912-23 Ocak 1913). Muhalefeti teşkil eden Hürriyet ve İtilaf fırkası ise dolaylı yollardan da olsa iktidara çıkmış oldu. (...) Bu dönemde İttihatçı liderler ve gazeteciler muhtelif baskılara maruz kaldılar... Yeni hükümet ilk iş olarak, kaldırılmış olan sıkıyönetimi geri getirdi... Böylece Abdülhamit'in sıkıyönetimini kaldırmak üzere iktidara gelen Jön Türklerin her iki kanadı da kendi sıkıyönetimlerini kurmuş oldular. (...) 1908-1912 dönemi İttihat Terakki'nin birinci iktidar dönemi ya da denetleme/dolaylı iktidar dönemi olarak bilinir. 1912 yılında Cemiyet, kısa bir süre muhalefete çekilmiştir. 1913-1918 dönemi, İttihat Terakkinin ikinci iktidar dönemi ya da tam iktidar dönemi olarak bilinir. Halaskar Zabitan grubu, 1912 ortalarında konjonktürel olarak güçlüydü. Fakat yapısal ve daimi olarak güçlü değildi. Ordu içinde sıkı, kurumsal ve yaygın bir örgütlenmeye sahip olan, İttihat Terakki Cemiyetiydi. Özellikle genç subaylar arasında, tartışmasız en güçlü cemiyet İttihat Terakki idi. Halaskar Zabitan'ın ordu içindeki etkisi kurumsal ve daimi değildi, geçiciydi... Nitekim sene ortalarından itibaren muhalefete çekilen İttihatçılar sene sonuna doğru yeniden toparlanmaya ve eylem planı yapmaya başladılar. Siyasi ortam, bir karşı-eylem yapmak için uygundu. Osmanlı orduları, muhalefetin iktidarda olduğu dönemde yenilmiş ve sorumluluk muhalefetin üzerine yıkılmıştı. Barış görüşmeleri sırasında Edirne'nin düşmana teslim edileceği yolunda söylentiler yayıldı. Bu söylentiler üzerine harekete geçen İttihatçılar ünlü Bab-ı Ali Baskınını (Başbakanlık-Sadrazamlık binasının basılması) gerçekleştirdiler. 23 Ocak 1913 günü, Enver Bey ve arkadaşları Bab-ı Ali binasında toplantı halindeki Bakanlar Kurulu'nu bastılar. Bu sırada gruba Talat Bey de katıldı. Çatışmalar ve kargaşa sırasında, Halaskar grubuna yakın olmakla suçlanan Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve birkaç kişi öldürüldü. Sadrazam Kamil Paşa ise silah zoruyla istifaya mecbur bırakıldı. İstifa süreci şöyle oldu: Enver ve Talat Beyler kapıyı hızla açarak sadrazamın odasına girdiler. Enver Bey sadrazama sert bir ifadeyle milletin kendisini istemediğini ve istifa etmesini bildirdi. Kıbrıslı Kâmil Paşa da hiçbir şey söylemeden bir kâğıt alarak asker tarafından gelen teklif üzerine istifaya mecbur kaldığını padişaha hitaben yazdı. Enver ve Talat Beyler buna “ahali” kelimesini de ilâve ettirip “ahali ve asker tarafından” şekline sokturdular. (...) Bu baskından sonra da İttihatçılar sadrazamlığa kendilerinden birini getiremediler. Daha önce birlikte çalıştıkları, sonra aralarının açıldığı M. Şevket Paşa'yı sadrazamlığa getirdiler. Sadrazam İttihatçı değildi ama alt kademelerin büyük çoğunluğu ve en önemli kadrolar İttihatçıydı. Hükümetin başında M. Şevket Paşa olsa da kontrol İttihat Terakkinin lider kadrosundaydı. (...) Sonuç olarak eski yönetim tasfiye edildi, ana muhalefet partisi Hürriyet ve İtilaf Fırkası ise fiilen susturulmuş oldu. Fırkanın ileri gelenleri yurt dışına kaçtı. (...) Edirne'yi kurtarmak propagandasını yayarak işe başlayan yeni hükümet, Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesinin bir hayli yumuşattığı barış şartlarından daha ağırlarını kabul etmek zorunda kaldı. Uğrunda hükümet darbesi yaptığı Edirne'yi 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması'yla Bulgaristan'a terk etti. İçine girilen yeni sıkıyönetim döneminin icraatları, ordu içinde ve dışında bazı kişilerin tepkisini çekmeye başlamıştı. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa ile İttihat Terakki arasındaki ilişkiler de yeniden gerilmeye başlamıştı... Ortam yeni bir kanlı olaya gebeydi... Eskiden beri tam olarak anlaşamadığı İttihat ve Terakki ileri gelenleri ile, sadrazam olarak iktidarının paylaşılmasına izin vermeyen bir kişiliğe sahip olan Mahmut Şevket Paşa arasındaki sürtüşmeler giderek büyüdü ve Cemiyet onu bir tehdit olarak görmeye başladı. Öte yandan muhalefet de sadrazama karşı sertleşmişti. M. Şevket Paşa, İstanbul muhafızı olan Cemal Paşa'nın kendisine karşı bir suikast düzenlenebileceğine dair uyarılarına ise pek itibar etmemekteydi... 11 Haziran 1913'te Harbiye Nezareti'ndeki çalışmalarını bitirdikten sonra sadarete doğru yola çıkan M. Şevket Paşa Çarşıkapı civarında silâhlı bir saldırıya uğradı ve öldürüldü. Silâhı ateşleyen Topal Tevfik ve diğer iş birlikçileri kısa zamanda yakalanarak idam edildi. Ancak olayın arka planı ve kışkırtıcılar aydınlığa kavuşturulamadı. (...) M. Şevket Paşa'nın yerine ilk defa doğrudan İttihat Terakki üyesi olan Sait Halim Paşa tayin edildi. Ancak hakikat şudur ki, Sait Halim Paşa da, Sultan Reşat gibi ılımlı ve yönlendirilmeye açık bir kişiliğe sahiptir. Her ne kadar hükümetin başında Sait Halim Paşa bulunsa da, iktidar fiilen Enver, Talat ve Cemal üçlüsünün (triumvira) eline geçmiştir. Yeni yönetim, M. Şevket Paşa suikastını siyaseten muhaliflerini susturmakta ustaca kullanmıştır. Zaten muhalefetin önemli kısmı, Bab-ı Ali baskınından sonra ülkeyi terk etmişti. Geriye kalanlar da bu suikastla ilişkilendirilerek susturuldular. Basın ve siyaset dünyasında İttihat ve Terakki karşıtı olarak tanınan 322 kişi (bazı kaynaklara göre 601 kişi) Sinop'a sürüldü. Böylece sadece siyasi muhalefet değil entelektüel muhalefet de susturulmuş oldu. Fiilen bütün siyasi partiler bertaraf edildiği için ülkenin rejimi de değişmiştir. (...) Bu dönemde de seçimler yapıldı ve meclisler kuruldu ama rejimin mahiyeti demokrasiden uzaklaştı. Örneğin 1914 seçimlerine sadece İttihat Terakki katılmış ve tek sesli, muhalefetsiz bir meclis kurulmuştur. 1913 yılının ortalarında, Osmanlı'yı yenen Balkan devletleri kendi aralarında paylaşım kavgasına tutuşmuşlardı. Bulgaristan'ın fazla toprak aldığını düşünen diğer devletler Bulgaristan'a saldırdılar. Bu durumdan istifade eden Enver Bey liderliğindeki Osmanlı ordusu, 22 Temmuz 1913 günü, Edirne ve Kırklareli'ni yeniden ele geçirdi. Bu olaydan sonra “Edirne Fatihi” ünvanını alan Enver Bey'in kamuoyundaki prestiji arttı. Meşrutiyet'in ilanı sırasındaki öncü rolüne ilaveten bu olayda da öne çıkması, Enver Bey'in İttihat Terakki içindeki konumunu da pekiştirdi. Askeri alanın en yetkili komutanı oldu. (...) 8 Ocak 1914 tarihinde aynı zamanda Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye reisliği (genelkurmay başkanlığı) görevini de üstlenen Enver Paşa yeni görevinde büyük bir gayretle, I. Balkan Savaşı'nda bozguna uğrayan Osmanlı ordusunu yeniden yapılandırdı. Orduyu baştan sona yeniledi; adeta, sıfırdan, yeni bir ordu kurdu. Bu bağlamda, II. Abdülhamit döneminin yaşlı paşalarının tamamına yakın bir kısmı emekli edildi ve genç subaylar orduda önemli görevlere getirildi. Enver Paşa'nın maiyetinde çalışmış olan İsmet İnönü ve Kâzım Karabekir gibi subaylar onun bu çabalarının başarılı olduğunu kabul ederler. Enver Paşa'nın bu düzenlemesi bir anlamda Cumhuriyet'in kuruluşunda önemli rol oynayan askeri kadronun da Osmanlı ordu teşkilâtında yükselmesini sağladı. Enver Paşa'nın yeni bir ordu kurmadaki başarısının sonuçları I. Dünya Savaşında görülmüştür. (...) Balkan Savaşlarından sonra İttihat Terakki Cemiyeti de büyük bir değişime uğramıştır. Cemiyet artık, Osmanlıcılık ideolojisini ve İttihad-ı Osmanî politikasını, resmen ve alenen olmasa da, fiilen ve büyük bir oranda terk etmiştir. Cemiyet bu tarihten itibaren daha Türkçü ve daha İslamcı bir ideolojiye sahip olmuştur, (...) üyeler bağlamında ise daha homojen bir yapıya dönüşmüştür. Bu dönemde İttihat Terakki, sosyal, siyasal ve iktisadi alanda çeşitli örgütlenmeler içine girdi. Tek parti olmanın avantajlarını kullanan İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa adında paramiliter bir örgüt ve Türk Gücü Cemiyeti, Osmanlı Güç (daha sonra Genç) dernekleri gibi yine paramiliter gençlik örgütleri kurmuştur. Cemiyet, Kara Kemal Bey'in organizatörlüğü ile çok sayıda esnaf kuruluşunu kendine bağladı, kendisini desteklemeyen basını susturdu, esasen dolaylı kontrolü altında olan Türk Ocaklarını ise fırka ideolojisini yayan bir kurum haline soktu. İktisadi sahada ise İttihat ve Terakki, bilhassa Balkan savaşları sonrasında uygulamasına hız verilen “milli iktisat” siyasetiyle Müslüman ve özellikle Türklerden teşekkül eden yeni bir burjuvazi tesisine gayret göstermiştir. II. Meşrutiyet dönemini genel olarak değerlendirdiğimizde şunu görebiliriz: Bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti, kısa bir süre dışında, paralel bir hükümet gibi çalışmış ve M. Şevket Paşa suikastının ardından bütünüyle bir tek parti iktidarı kurmuştur. Saray, II. Abdülhamit'in hal'i sonrasında siyasette belirleyici rol oynayan bir kurum olmaktan çıkmıştır. Siyasi iktidar, Yıldız Sarayı'ndan, Merkez-i Umumi'ye taşınmıştır. Bab-ı Ali (Başbakanlık) bürokrasisi de önce dolaylı olarak, sonra doğrudan, Cemiyetin hâkimiyeti altına girmiştir. İttihat Terakki, siyasi kültürü, özellikle de iktidar-muhalefet ilişkisi kültürünü derinden etkilemiştir. İttihat ve Terakki kendini bir “vatan kurtarıcı” teşkilât olarak görüyor ve kendine muhalefeti vatan hainliğiyle eş tutuyordu. Bu tutum, II. Meşrutiyet döneminin iktidar-muhalefet ilişkilerinin sertleşmesine ve iktidar değişimlerinin seçim dışı yöntemlerle gerçekleşmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda Cemiyet, Türk siyasi hayatı üzerinde derin tesir icra edecek bir tek parti geleneğinin kurulması sonucunu da doğurmuştur.
··
455 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.