Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

GECE YARISI YOLCULARI | 14
CANDAN Elini telefona attı. Bulunduğu prizden şarjı çıkardı ve koltuğuna doğru yürüdü. Oturup, orta sehpanın üstünde duran powerbank'a şarjı taktı. Şimdi rahat rahat mesajlara bakabilirdi. İçi bir huzursuz olmuştu. Arkadaşının özeliydi sonuçta. Ama merakı daha üstün basmıştı. Whatsapp'a tekrar girdi ve en üstte duran isme tıkladı. Bayağı çok konuşmuşlardı. Hepsini okuması imkansızdı. Yukarılara çıkarken, kendi ismini gördü ama parmağını sürekli yukarı doğru ittiği için ismi kayıp gitmişti. Tekrardan ama bu sefer yavaş yavaş aşağıya indi. Ve mesajı görmüştü. Sibel, kendisini soruyordu. ''Eeee Candan Hanım nasıllar? Görüştün mü?'' ''Yok görüşmedim daha.'' Mesaj, iki gün önce atılmıştı. Muhtemelen o kötü gece yaşanmadan önceydi. ''Aman hiç sevmiyorum onu da.'' ''Benim de pek sevdiğim söylenemez. Kendini beğenmiş :)'' Bunu yazan gerçekten Duygu muydu? Gözlerine ve okuduklarına inanamıyordu. ''Görüşme kızım sen de.'' ''Vakit geçiriyorum işte. Muhabbeti güzel ama bazen suratını çizmek istiyorum :D'' Ne?! Yuh! Candan okudukça daha da gerilmişti. Telefonu fırlattı bir köşeye. Oysa o Duygu'yu çok severdi. Neden böyle düşünüyordu ki? Birkaç dakika duraklayıp, sindirdikten sonra telefonu tekrar eline aldı ve okumaya devam etti. ''Yuh kızım abartma sen de!'' ''Gökhan'a yazıyor ya. Gökhan'ın da ondan bahsedince gözlerinin içi gülüyor. Bazen bir haltlar yiyorlar diye düşünüyorum.'' Candan'ın iyice yüzü düşmüştü. Nasıl böyle düşünebilirdi? Hiç de çaktırmamıştı şimdiye kadar. Yüzündeki hüzünle oturduğu yerden kalktı ve kendine kahve yapmaya koyuldu. 'Gökhan ile? Sevdiği arkadaşının kocası ile! Bunu düşünmesi inanılır gibi değildi!' Nasıl oldu da böyle hissetmişti? Onu bu düşüncelere iten şey neydi? Bunu merak ediyordu. Kahvesi köpürmeye başladı. Hemen ocağı kapattı ve fincana sıcacık kahvesini doldurdu. Mis gibi kokuyordu ama bu Candan'ı rahatlatmaya yetmiyordu. İçindeki ses, 'Hadi okumaya devam et!' diye diye onu yiyip bitiriyordu. Telefonu eline aldı ve kaldığı yerden devam etti. "Eee yiyorlarsa ne olacak?" "Başları belada demektir." Duygu'nun yazdığı son mesajdı bu. Saat 23.43'te gönderilmişti. Daha sonra gelenler de Sibel'in merak içerikli mesajlarıydı. O gece kendisiyle de iki kere konuşmuştu ve gayet mutluydu. Kendisine farklı, Sibel'e farklı oynuyordu. Neden böyle davrandığını anlamamıştı. Gökhan ile hiçbir ilgisi yoktu. Kocası arada fotoğraflarını beğenirdi o kadar. Kendisine olan ilgisini anlıyordu ama hiçbir zaman bu ilgisine karşılık vermemişti. Duygu'dan beklemediği davranışlardı bunlar. Bir an önce kafasını toplamalı ve bir şekilde bu mesajların nedenini sormalıydı. Kendisine kötü davranmasının nedeni de büyük ihtimal bu yanlış düşünceleriydi. Kahvesi soğumuştu. İçi de soğumuştu. Evinin içi sıcacıktı ama canını sıkan bir şey olduğunda direkt soğuyordu. Kafasına takılan, kanına da takılıyordu. İçindeki öldürülmüş çocuk, herkesten intikamını almak istiyordu. Düşünmek onu ürkütüyor, üzülen kendisi olduğunda daha çok düşünüyordu. En yakın arkadaşına kinlenmek istemiyordu. Bu bir çırpıda silinecek bir arkadaşlık değildi. Zaten ona zarar veren bir adamdan hoşlanıyordu, daha da ileri gidemezdi. Önce Duygu'yu dinleyecekti. Bu düşüncelerden silkinip, kendine tekrar kahve yaptı. Koltuğuna oturup, deli gibi düşünürken aklına birden bir çift göz geldi. Anlamlı bakan, kehribar gözler. O gözler kim bilir şu an neye, nasıl bakıyorlardı? Telefonu da hazır elindeyken aramak istedi ama aramadı. Kendini tuttu. Sarhoş gibi hissediyordu kendini. İçi, dışarıda naralar atan körkütük bir sarhoş. Kim susturabilirdi ki? Telefonundan arabesk bir şarkı açtı. Aklı dilemma yaşıyor, yelkovan akrebi kovalıyordu. Zaman hızlıca geçiyordu, o da biliyordu ki yine bir şeylere geç kalıyordu. İçmeden sarhoş olmak bu muydu? Bir kahvesine bakıyordu, bir buzdolabına. Hışımla ayağa kalktı, kahvesi elindeydi. Onu düşünceleriyle bir lavaboya döktü. Suyu açtı. Telveler aklındakileri almış, sürüklüyordu. Uzun zamandır pek iyi hissetmiyordu kendini. Zaten iyi olduğu da pek görülmemişti. Buzdolabından bir içki aldı. Biraz içerse rahat uyuyabilirdi. Biraz dinlenirse rahatlayabilirdi. Biraz rahatlayabilirse unutabilirdi, o da belki... ''Yine bir cumartesi öğleden sonrası, vücudunun yaklaşık %70'i derin façalarla kaplı olan 'baba' dediğim insan evladı elinde bira şişeleriyle eve gelmişti. Sırtını koltuğa dayayarak, yere oturdu. "Açacak getirin oradan!" diye bağırdı. Korkarak götürdüm. O birasını içerken, teypte Müslüm Gürses söylemeye başlamıştı bile.. "Çaresiz insanlar, Ümitsiz insanlar.. Benim şarkımdan ancak, Sevenler anlar, çekenler anlar Yaşarken her gün ölenler anlar..." O sıralar bilmezdim. Küçüktüm. Anlamazdım arabesk falan. Pop tarzımdı. Ama Müslüm Gürses ağır gelirdi. İçime otururdu ve ben çoğu şarkısını ezbere bilirdim. Tekrar tekrar açılırdı çünkü o şarkılar. Müslüm'ün babasının, annesini öldürdüğünü çok erken öğrenmiştim. Kanım donmuştu. Ve benim 'baba' dediğim insan ezan okunurken bile, o teybi kısmazdı. Küfür ederdi ama kısmazdı. Ben olsaydım saygımdan kısardım. Orta okulda bir gün müzikten konu açıldı. Öğretmenimiz, "Arabesk müziği aciz insanlar dinler." demişti. Biraz üzülmüştüm açıkçası. Ben o dediğini hiç unutmadım. Babamın da aciz olduğunu 18'imde anladım. Bir gün evde yalnızdım. Heyet %60 post travmatik stres bozukluğu teşhisi koymuş. Nedeni mi? Babam tabi ki. Şiddeti, küfrü bitmeyen insan, en son darbesini de indirdikten sonra geberip gitmiş ve anneciğimi de bırakmamış tabi ki... Yuva dağılmış, hoş ne kadar yuva denilebilir, bilmiyorum! Evin her yeri kan revan iken, herkes izlemiş. "Vah vah, çık çık, yazık.." sesleri, ambulans ve polis sirenleri çalarken yankılanmış kulağımda. Saya bıçağını bilir misiniz? Sadece ayakkabı derisi değil, insan derisinde de işe yarıyormuş. Neyse, birgün evde yalnızım. Kafam gitmiş. Jilet bulmuşum nereden bulduysam. Kırılmamış, kağıdında. Sağ kolumu dört cm uzunluğunda iki yerden kesmişim. Kesmişim diyorum, çünkü hatırlamıyorum. Daha uzun iyi ki yapmamışım, çünkü bu küçük ama kabarık yaralarım bile gözüme batıyor. Sonradan bacağıma kan damlayınca ayıldım ben. Midem bulanmaya başladı. Başımda uğultular var. Sonradan anladım ki o uğultu değil, Müslüm Baba. Ağlıyorum ama nasıl, hıçkıra hıçkıra. Hemen dibimizdeki evde iki kardeş yaşıyor. İki genç çocuk. Büyüğü bana aşık. Kapımız demir ama camı açık. Soktu kolunu içeri, açtı kapıyı. Gözlerime baktı ve bana bir tokat attı. Asıl ayıldığımı o zaman anladım. Müziği kıstı. Evden çıktı. Kısa zaman sonra sargı bezi ve tentürdiyot ile döndü. Bastıra bastıra kurumuş kanlarımı sildi. Canım çok yanıyordu. Jileti bana göstererek, "Kendini keserken canın yanmadı da, şimdi mi yanıyor?" dedi. Haklıydı, sustum. Sardı, sarmaladı kolumu. Yanıma oturdu ve hiçbir şey demedi. O zaman anladım. Acizdim. Çaresizdim. Yirmisine gelmemiş, cahil bir genç kızdım. Öğretmenime hak verdim. Müslüm Gürses'i sevdim. Baba dediğim insandan bir kez daha nefret ettim.'' Uyanır gibi olduğunda yine eskileri gördüğü için mutsuz olmuş, yüzü düşmüştü. Kendinden kaçamıyordu insan. Dünyaları içse de hiçbir şey değişmiyordu. Geçmiş insanın peşini bırakmıyordu. Bir kaç saatlik uykunun ardından daha iyi olmak isterdi ama o daha kötü olmuştu. Ona iyi gelebilecek bir şey istiyordu. Çok mu şey istiyordu? Çalan müziği kapattı. Baş ağrısının sebebi müzik miydi, alkol müydü bilmiyordu. Onlar bahaneydi ama onu biliyordu ve bahaneler avutmuyordu. Bir kaç uyku ilacı aldı. Tek isteği deliksiz bir şekilde sabaha kadar uyumaktı. Bedeninin uyuştuğunu hissediyordu. Yatak odasına doğru yürüdü ağır adımlarla ve varır varmaz kendini yatağa bırakıverdi. Uykuya daldığında ise saat gece yarısını çoktan geçmişti.
·
377 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.