Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

BİR ÖLÜMÜN ANLATISI I.BÖLÜM 1.BÖLÜM Sorsalar sinirli bir adam mısın diye hayır derim ama öyleyim. Ben tek gözlü odada ölsem cesedimi 2 hafta sonra bulacakları bir pansiyonda çürüyüp gidiyorum. Bu karanlık ve iç ürpertici oda da canavarlardan hayaletlerden korkmuyorum bu sorguladığım hayatta sorularıma cevap alamadığım için üzülmekten korkuyorum emeklerimin hiçe sayılıp yok olmaktan korkuyorum. Unutulmak istiyorum. Zaten kimse ben bu bedendeyken hatırlamaz beni. 3 katlı olan bu pansiyon giren herkesi bir çıkmaza sürüklüyor. Hayatımın ellerimden kayıp gitmesini sakince izlemek ve çözüm üretmeden oturmak, benim aptallığımı gösteriyor. Dediğim gibi çirkin bir adamım ben. Hadi be lise zamanlarımda manyak iyiydim. Kızlar seviyordu beni diyeceğimi falan mı sandınız değil mi, çirkindim yanıma kimse oturmazdı dalga geçerlerdi benimle. Sayemde iki üç zibidi gülüyordu. Uyandığımda gün daha yeni doğuyordu yavaş yavaş kalktım eski ceketimi omzuma atıp kendimi İstanbul’un derin sokaklarına fırlattım. Aşağı caddeye kadar yürüdüm aşağı dediğim baya mesafe var ama en ucuz simidi orası satıyor. Epey bir yürüdükten sonra Simitçi Razmi amca yine gülümseyerek seyyar dükkanının başında hiç bilmediği bir güne başlıyordu. Nasıl bu kadar mutluydu ne de olsa önünde koca bir gün koca bir bilinmezlik var, zarar etme olasılığı oldukça yüksekti ama o mutluydu. Yeni bir gün bir mucize aslında. Aklımdaki sorular yüzünden mi bu haldeyim? Razmi Amcadan bir simit alıp sahile oturdum cebimdeki son iki kuruşla çay aldım sanırım otobüse binecek param kalmamıştı. Simidimi yerken gün iyice doğmuş bu koca şehir uyanmıştı herkes yeni bir soru işaretine koşuyor önlerini görmeden, sonlarını düşünmeden adım atıyorlardı. Kalabalık iyice çoğalınca oradan hızlı adımlarla uzaklaştım. İnsanların beni görmesini istemiyordum. Zaten beni görmek istediklerini sanmıyorum. Kendimi soyutlaştırmayı seviyorum, geceyi, sessizliği ve huzursuzluğu seviyorum. Mutlu olunca mutlu hissetmiyorum, üzgün olmak daha çok mutlu ediyor beni. İnsanların dikkatini çekmemeye özen gösterir onlara muhtaç olsam bile -hiç sanmam- onlarla konuşmayı tercih etmiyorum. Aslında konuşmak isterim ama onlar benimle konuşmak istemez ben de onlardan önce davranıyorum. Kendimle bu şekil çatışma içerisindeyken o eski ahşap kaplamalı eski pansiyonun önünde buldum kendimi. İçeriye girip o rahibeyle konuşmak istemiyordum hem vakit daha çok erkendi. Simit yememe rağmen aç hissetmiyordum. Yolda yürümeye devam etme kararı aldım. Uzun uzun yürümek istiyordum, dakikalarca, belki saatlerce. Bu şekil kaç saat yürüdüm bilmiyordum tüm bu düşünceler yüzünden zihnim bulanıklaşmış önümü göremez olmuştum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım yüksek bir yerdeydim. Tüm şehir ellerimin altındaydı. Binaların sanki yanıp sönen ışıkları bana adeta göz kırpıyordu. Düşündüm yine sonra yine. Buradan tam şu an atlasam ne olabilirdi? Hiçbir şey aynı kalmıyordu. Sabit durmuyordu hiçbir şey bu manzara bile her gün aynı değil. Farklı ışıklar açılıyor kapanıyor, başka arabalar yollardan geçiyor, farklı iklimlerin rüzgarları esip saçımızı savuruyor, başka insanlar kaldırımları doldurup taşırıyordu… Kafamıza düşen bir yaprak bile dünümüzü bugünümüzden ayırmaz mı? İnsanlar en ufak bir şeyden bile anlam çıkaramıyor, sadece elinde olmadıkları yüzünden söyleniyor, asla tatmin olamıyorlar. Peki beni onlardan ayıran şey ne? Ben de tatmin olmuyorum ama onlardan farklıyım. Onlar kurulmuş oyuncak gibi yalnızca emirlere uyuyorlardı bence emir kelimesi de çok derin bir kavram. Neye ve kime göre emir ne anlam taşıyor bu değişkendir aynı canavar kelimesi gibi. Canavar kelimesi değişkendir, bir kanaryaya göre bir kedi canavardır. Bir çocuğa göre babası da. Ben umarım kimsenin canavarı değilimdir, bu çok korkunç bir konu. Ama hayatını mahvedebileceğim bir insan bile tanımıyorum, kalbini kıracak ter bir dostum bile yok. Hayatını mahvettiğim biri var mı yok gerçekten yok belki biraz annemdir. Benim gibi bir herif doğurduğu için eminim ki üzülüyordur. Gerçekten üzülüyordur. Beni okutmak için çok uğraştı. En iyi okullara, kurslara gönderdi. Elinden büyük bir hakkını aldım. Emeklerini boşa çıkardım, verdiği değeri, sevgiyi asla hak etmedim. O ise beni ilk günkü sevgisi ile seviyordu. Gittikçe sevgisi azalmış olabilir. Ne de olsa gittikçe emeklerinin çöp olduğunu anlıyor. Emeklerine üzülüyordu. Bazen değil sürekli onu hak etmediğimi onun benden daha iyi evlada sahip olması gerektiğini düşünüyordum. Siz sorsanız bana senin hayatını mahveden biri var mı diye, sanırım içim dışıma çıkana kadar ağlardım. Sanırım gölgelerin arkasında saklanarak gölgeden gölgeye sıçrayarak ayakta kaldım. Kendimi dünyadan insanlardan soyutlaştırmak istedim hala da istiyorum. Kimseye benzemek, onlar gibi olmak istemiyorum. Geri planda olmayı, dikkat çekmemeyi seviyorum. Böylece kendi varlığımı yavaş yavaş insanlara unutturdum. Birden İstanbul’un turuncu ışıkları sokaklarda karanlıkta kalan insanlar için açıldı. Gece olmuştu kafam estiğince rahatça yürüyebilirdim kimse göremezdi, beni artık. Dışarıya çıkıp rahatça gezmek için insanların geri çekilmesini bekliyorum böylece sokak benim gibi adamlara belki kadınlara ve ayyaşlara kalıyordu. Herkes uyurken biz ayakta rahatça gezmeyi hüznün dışarı çıkmasını izliyorduk. Sokaktaki çoğu insan bize zaten yarasa muamelesi yapıyordu. Havada uçan gözleri görmeyen yarasalara… yarasalar yarı kördür. Önünü görmez yalnızca duydukları seslere ve kokulara yönlerini çizerler. Yürürken yanımdan topuk seslerinin tüm sokağı inlettiği beyaz mantolu bir kadın ve yanında uzun oldukça çirkin bir adam ağzında piposuyla yürüyordu. Kadın oldukça güzeldi kırmızı ruju onu oldukça çekici kılıyordu. Yakışıklı ve kendine güveni tam bir adam olsam o küstah herifin yanından kadını kapıp götürürdüm, derken topuk sesleri bir hayli uzaklaştı. O an kadının arkasından koşmamak için kendimi zor tuttum. Olduğum yerde çivilenmiş gibi sabit kaldım. Hava baya kararmıştı yürümeye başlamıştım. Yaz rüzgarları saçlarımın arasından kayıp gidiyordu. Saatim yoktu saat kaç olmuştu bilmiyordum birden karşımda siyah saçlarını dalgalandırılmış lakin bozulmuş, kabarmış saçları ve gözlerinin altı akmış, elinde gazete kağıdına sarılmış bir şişe tutarak ağlayan bir kadın hızla bana doğru ilerliyordu. Önünü görmediği halinden ve düzensiz adımlarından belliydi. Gece insanlardan yine bir şeyler çalmıştı… Pansiyona geldiğimde az kalsın kapanıyordu rahibe tam ışığı kapatıp gidecekken gelmişim. Rahibe halinden anlaşıldığı gibi temizlik yapmıştı. Yangın merdivenlerini andıran merdivenlerden usulca çıktım. Eski paslanmaya yüz tutmuş kapı kulpunu aşağı indirip odama girdim. Masamın üstüne anahtarlığı fırlatırcasına attım. Birden anahtarlıktan kırılma sesine benzer bir ses çıkınca kalbimin bir anlığına durduğunu sandım. Cam olan bu anahtarlık içten çatlamıştı. Eski ahşap sandalyemi geri çekip oturmak isterken halının toplandığını hissettim. Hadi be zaten sinirli ve mutsuzum neden toplanıyorsun be halı. Halıyı ayağımla düzelttikten sonra masama oturdum yarı açık perdemden sokağın loş sokak lambasının ışığı sızıyordu. Masamı aydınlatan lamba sayesinde anahtarlığı elime alıp dakikalarca inceledim. Aklıma eski takıldı. Toz tutmuş zihnimde ilk günkü canlılığıyla duruyordu. Aklımda birden gözleri geldi, zihnimde bir ışık parladı. Saçlarının rüzgardaki uçuşu içimde dalgalandı, dokunsam jilet gibi kesecek saçları… Bıraksalar saatlerce izlerdim. Beyaz teni siyah kabarık saçları ve akşamüstünü andıran kızıl dudakları. Hep aynı hırkası ve boynunun hep aynı yerinde sıktığı parfümünü unutmam mümkün mü? Ama insan belli bir süre sonra unutmaya başlıyor. İlk yüzü siliniyor aklımdan, sonra sesi, sonra ise kokusu. Yüzünü unutmaktan çok korkuyorum. Acaba ona yazdığım mektupları alıyor mu? Her gün yazdığım… Tamam be her gün olmasa bile sıklıkla yazdığım o mektupları okumadan çöpe atıyor da olabilir. Acaba ona her isimsiz olarak gönderdiğim papatyaları benim gönderdiğimi anlıyor mu? Hiç sanmıyorum… Belki o kol kola gezdiği herifle evlenmiş, istediği oğlan çocuğunu doğurmuştur. Evlendiği adam kesin umduğu kadar mutlu olmadığına kalıbımı basarım, ben daha mutlu olurdum. Hadi be Cevdet bencil olma yalnızlık senin kanında var. Evlensen bile sen de hayal ettiğin kadar mutlu olmayacaktın belki elde edince kıymetini unutup değerini yitirecekti. Böylesi daha iyi en azından onlar için. Dinledim onu, dokunmadım ona, ufak tefek kavgalar, aklında kalanlarla yaşadık onunla ama oyunbozan sevgilisiyle birlikte oldu. Yoksa oyunbozanlar mı haklıdır? Bana zor geldi ama ona daha zor geldiğine eminim belki beni unutmadı hala, yatmadan önce beni düşlüyor belki. Özlüyor belki beni. Özlem çok güzel bir duygudur, genellikle asla bilinmeyen değerleri anlamasına yardımcı olur. Bir insanı kaybettiğinde hissettiğin özlemin nedeni zaman mıdır? Belki hala düşlüyor beni. Hadi be birden kendimi çok önemli biri gibi hissettim, hayal de olsa bu suratı gülümsetti. Düşünmesi bile iyi hissettiriyordu. Beraber güzel anlar yaşadık ama kötü anılar onları gölgeleyene kadar. Konuyu aşka bağlayıp saçmalamak istemiyorum. Yatağa attım kendimi, serin bir gece. Rüzgârın sesi nasıl bu kadar huzur verebiliyor. Acaba diye başlayan soruları susturmaya çalışmadım zihnimde hepsinin akmasına izin verdim. Şanssız bir insanım beceriksiz, merhametsiz, ruhsuz, suratsız bir adamım. Hayır şanslıyım bu dünyada bana rol verildiği için şanslıyım. Doğar doğmaz ölmediğim için, seçim yapacak hale geldiğim, irade duygusuyla tanıştığım için şanslıyım, onunla tanıştığım için şanslıyım… şu an bile nefes alıyorsam bunları düşünecek bir akla bir yetkiye sahip olduğum için şanslıyım ben böyle düşünüyorum ama yaşayanlar fırsatını değerlendiriyor mu? Düşünemeyen engelli bir birey olmadığım için de şanslıyım. Peki adaletli mi? Gerçekten adaletli mi? Bir kişi bedeni sağlıklı doğup, birisi bu sağlıktan mahrum kalması, birisinin çocuğunun içecek sütü yokken birisinin sütünü köpeğine içirmesi adaletli mi? Umarım herkes cezasını çeker gerçi bu dünyada bu hiç mümkün değil. Aklıma lise yıllarımı mahveden zorba geldi. O da birisi tarafından yıllar evvel öldürülmüştü. İlk duyduğumda beynimden vurulmuşa döndüm sonra şaşkınlığımı atınca yetkilerim pasif kaldı birden. Duygularım sökülüp alındı ne pozitif ne negatif duygulardan ibaret hiçbir şey yoktu. Zaman geçtikçe kendime kızdım tabii. Üzülmediğim için vicdan azabı çektim, lise anılarımı gözümde canlandırdıktan sonra vicdanımı dinlememeye başladım. Hatta ölümle değil, bedeniyle acı çeksin istedim ruhunun ateşlerde yanmasının değil bedeninin kararana kadar yanmasını, onun gözlerime bakıp özür dilerim diye haykırmasını istedim. Sonra birden tüm acınası lise hayatım gözlerimden geçti. Pek sosyal değildim şu an gibi. Bir arkadaşım vardı yalnız kalmaktan deli gibi korkardı. Beraber kursa giderdik ben olmasam oradaki arkasından salladığı insanlarla bile konuşurdu ve bana “insanlara seçici davranma, işin düşebilir, onlara muhtaç kalabilirsin.” demişti. Hayatımın şokunu yaşamıştım nasıl olurda böyle düşünebilirdi? Kendini nasıl bu kadar basit kılabilir daha nasıl kendini aşağı çekebilirdi? Belki onun hayat biçimi onu bu yola sürüklemişti. Ben beni sevmeleri için asla karakter değiştiremem. Olmadığım biri gibi davranamam. Ben bir yolcuyum, dünyayı tanımaya bir adım atmış hayatın bana çizdiği yolsa ilerleyen bir yolcuyum bundan asla ödün veremezdim. Bir kız vardı baya yakınımdı. Lise hayatımı anlamlı kılan tek kişi o idi. Sürekli kitap okur yaşayarak asla tecrübe edemeyeceği şeyleri okuyarak öğrenmeye çalışıyordu. Her cümlesinde anlam barındırıp, bir öğretici havası vardı. Kızdan birkaç bilgi kapmak için neredeyse elimde kaseyle bekliyordum. Şu an ne yapıyor bilmiyorum belki evlenmiş o istediği çiftliği kurmuştur bile. Birbirimizi unutmamak için okuduğumuz her kitabın arasına numaralarımızı yazardık yıllar sonra kitabı elimize alınca göze kestirip belki ararız diye, ama ikimiz de birbirimizi aramadık. Geçen elime aldığım rasgele bir kitabın içerisinden numarası çıktı. Kâğıdı elime alıp, telefonun başında dakikalarca durdum. Onu aramadım. O da aynısını yaşadı büyük ihtimalle. Şu an belki kendine bir amaç bulmuş veya ölmüştü. Ölüm haberi beni çok sarsardı, bu yüzden aramadım bile sayılır. Belki kötü birisine dönüşmüş veya ben dönüşmüştüm. Onun zihninde hep o Cevdet olarak kalmak istemiştim sanırım. Kısa ve güzel bir hikâye olarak zihnimde kalsın istemiştim. Kısa bir hikâye gibisi var mıdır zaten? Değişik tecrübelerim olmuş, ama hiçbirinden ders almamıştım. Saat epey bir geç olmuştu gözlerimi kapatsam da uyuyamıyordum. Sabah olsun hemen dışarı çıkmak istiyordum oda beni çok boğuyordu. Sabah olmuyordu zaman geçmiyordu. Nasıl olurdu bu zaman şimdiki gibi geçmek bilmezken; küçük bir çocukken de vakit geçmezdi. Elime dal parçası alıp toprağa şekiller çizerdim, çocukken de yetişkinken de geçmeyen vakit beni koca bir adama çevirmişti. Gecenin bitmeyen vakti çoktan ömrümü yarılamıştı bile. Küçük çocukları görünce içimi bir karanlık ruh kaplıyor. Yolun bu kadar başında olmazsın sen de be diyorum. Birisi bunu dediğimi duyup sen sanki yolun sonundasın demişti. Eğer ben kendimi bugün öldürürsem yolun sonunda olmuş oluyorum. Hadi ama öldürmem kendimi, bu bir zayıflık intihar bir zayıflık! Acılarla baş edemeyip ölmek bir zayıflık. Hadi be Cevdet saçmalama intihar bir zayıflık mı cidden? Bir köpeği zincire bağlasak ve bu köpeğe sürekli vursak o köpek zincirini kırıp kaçarsa buna zayıflık diyebilir miyiz? Hem acılarından kalkınmaya çalışan birisi çaba harcıyorsa buna güç denilebilir mi? Çaba insanı güçlü kılar mı? Ölmek isteyen bir kişinin deli gibi çevresi olsa ve çok sevilse bu onun intiharını durdurmaz. O koca çevrede onu anlayan tek bir kişi bile yoksa, o kişi karanlığında kaybolur umutsuzluğa düşer. Bir insan kendisinden kaçtı desek gölgesinden kaçması mümkün mü? Işığın olduğu her yerde gölge olur. Bu ışıktır ki bizim düşüncemizdir. Bizi karanlıktan, insanı karanlıktan, sadece bir el kurtarır. Hayır sevgi kurtaramaz zaten az önce de söyledim insan sevilmekten çok anlaşılmak ister. Ben de o yüzden lisedeki beraber kursa gittiğimiz kızla konuşuyordum evet yalnız kalmaktan korkuyor bu yüzden eksileri var bunu demesi ona olan sevgimi evet azalttı ama beni anladığını için onunlaydım beni anladığı için seviyordum onu. Hem insan sınırlı bir canlıdır; fazlaları sevmez, fazla üzüntü, fazla mutluluk iyi gelmez insanoğluna. Herkesten kaçan birisi kendinden kaçamaz, kendinden kaçan insan düşünmeyen insandır. Düşünmeyen insan ise cahildir ve cahiller her zaman güçlüdür evet cahillik büyük bir güçtür. Güçlü değilsen akıllı olmayı dene. Ayrıca herkes eşit değil de demiştim birisi bana çirkin dese üzülmem ya da bir kadın beni terk etse ben içerlemem sadece anılar aklıma gelir üzülürüm lakin hayatını bir kadına bağlamış birisi o kadın giderse bağları boş kalır, ipleri kopmuş öküz gibi bir oraya bir buraya toslar dengesini kaybeder. Kalemi olmayan bir yazar yazmaz yazamaz değil mi? Bu hissedilen boşluk hissi dolduramaz. Ben bir kadının ya da bir kalemin kalıbını çıkarsam başka bir kalemi bu kalıba sığdırmaya çalışsam bunu başaramam aynı kalıpta olanı bulsak bile kaleme elimiz alışmaz. Keşke, hayır, keşke kelimesini asla sevmem birisi keşke kelimesini kullanırsa o kişiye duyduğum ilgi ve saygı azalır, lakin ben bunu nereden biliyorum bana keşke diyen birisiyle tanışmadım bile henüz. Benim de şimdiki yaptığım gibi hep önyargılarımız yüzünden geride kalmıyor muyuz? Önyargılarımızı kırmadığımız, kırmaya çalışmadığımız için bu haldeyiz. Ama bu dünyada geride kalmak umurumda değil dünyanın tüm işleri saçma zaten. İstediğiniz hedeflere ulaşınca ne olacak hiç düşündün mü? Ulaşabildiğin en üste ulaşınca ne olacak? Hiç koca bir hiç. Önlerini sonlarını düşünmeden hareket ediyorlar son mertebede birden kapaklanıp yalvarıyorlar, sonra ise sesimizi duyan yok diyerek dinden çıkıyorlar. Mesela siz bir kişiye kendinizi sevdirip birbirinizi tanımaya başlayınca ve anlaşamayınca ben böyle bir adamdım sen gelip beni sevdin dersek bu ne kadar mantıklı oluyorsa dünya işleri de o kadar mantıklı. Geçici olan şeylere tüm ömürlerini biçiyorlar ama edebi olanı hatırlayan yok. Sadece hayvanlarla olan aynı özellikler; beslenme, boşaltım, üreme bunların hepsi içgüdüsel olarak içimizde. Önemli olanı fark eden yok. Aynaya bakan kimse yok herkes gözleriyle vücudunu gördüğü kadar görüyor hayatı. Her şey bu kadar açıkken fark etmiyorlar, bu aynı şey gibi hız arabaları aşırı hızlı giderken kenarındaki duvarları yeşile boyarsanız onlar o boyayı çimen sanırlar gerçekleri yarış bitip indiklerinde görürler. Hızlı yaşarsak anlamayız, çevremizi görmez, olup biteni fark edemeyiz. Hızlı yemek yiyen birisi hemen doyar ve midesi tam olarak dolmaz ama ağır ağır yiyen birisi zamanından kaybeder ama güzelce doymuş olur. Ne yediğini hatırlar tatları ayırt eder sonra tatlısını, çayını alıp kenara çekilir. İnsanlar sadece en üstü ister ayakkabısı olmayan birisi ayakkabı, ayağı olmayan birisi ayak, bacağı olmayan birisi bacak ister yürümek ister yürüyen kişi bisiklet, bisikletli araba, arabalı daha üst model ister peki en üst model arabalı ne ister? Aslında mutlu olmak için her şeye sahibiz ama asla mutlu değiliz. Amaçsız kalan bir insan boşluğa düşer. Hedefsiz insan sorgular ve sorgulayan insan sorulara cevap bulamadığı için mutsuz olur. Buna çok örnek verebilirim. İsviçre; ekonomisi beter bir yerdi. Sonra dağlara kızak merkezi yaptılar ve şu an deli para kazanıyor. Ekonomisi en kötüden en iyiye geçti. İnsanlar olabildiklerinin en iyisi oldular. En iyi doktor, en iyi mühendis ve ekonomik sıkıntı çekmiyorlar, refah seviyeleri ciddi anlamda yüksek. Ne kadar güzel değil mi? Güzelmiş. -hadi be- insanlar olabildiklerinin en iyisi olmuşlar ve amaçları artık kalmamış. Şehrin dört yanına intihar kuleleri dikip oradan atlıyorlar. Başka örnek herkesin teknolojisine hayran kaldığı Japonya. Dünyanın en üzgün ülkesi. İnsanlar sadece minik odada bilgisayarları ile oynuyorlar. Monotonluktan sıkılmış bir haldeler. İntihar ormanlarında kendilerini yakıyorlar. Metronun önüne atlayıp intihar ediyorlar hatta bu yüzden yalnızca metro kapısı ile açılan barikatlar yapmışlar. Kısacası inanın bana hedefiniz olmalı ve bu hedefi geliştirme imkânınız varsa bile bunu yapmayın sadece onu arzulayın yaşamınız bir anlam kazansın. Hayal kurun ama bu hayaller araba almak, iş bulmak, iyi bir okul, bir ev olmasın bunlar olası şeyler. Okyanusun kıyısında balık tutarsanız sadece belirli tür balık tutarsınız ama kıyıdan uzaklaşıp, gemide yatıp, zaman harcadıktan ve aylar sonra kıyıya döndüğünde hem çok balığın olur ve ayrıca çok balıkla kalmaz çok türden balık yakalarsın daha çok kazanç sağlarsın. Ayaklarımı sığmayan yatağıma uzattım. Uzun boyumdan dolayı ayaklarım dışarıda kalıyordu. Gözlerim, hayallerimin önüne düşen engeller gibi göz bebeklerimi kapatıyordu. Gözlerimi açmak güç hale gelmişti, zihnim bulanmaya başlamıştı. Uyandığımda saatin geç olduğunu fark etmiştim. Güneşin masamdaki çiçeğin gölgesine bakarak, yok denilecek kadar az olan gölge sayesinde öğle vakitleri olduğunu anlamıştım. Askında bu kadar geç kalmazdım. Yeni bir güne uyanmıştım. Yeni bir bilinmezlik için hazırlanmaya başlamıştım ama belirsizlik insana ümit verir bu yüzden yeni bir gün bir mucize sayılır. Odamdan çıkıp lobiye indiğimde rahibe koltuğa davet etti oturduğumda sofrayı yeni kaldırıyordu. Ben gelince durdu, masayı silip sofrayı dolabındaki mini kahvaltılıklara doldurmuş, önüme çay ve çatal koymuştu. Aslında bunlar ücrete tabii değil -sanki doğru düzgün ödeme yapıyorum- neden yapıyor anlamıyordum. Zaten zihnim dünden kalma çok doluydu tek bir noktaya kitlenip dakikalarca oraya gözümü kırpmadan bakmak istiyorken, aklıma onun yüzü geldi ve birden hemen yanımda çaprazlama oturan rahibenin gülen suratını gördüm. Nasıl olduğunu sordum ve sanki yıllardır kimse sormamış gibi “iyiyim” demek yerine tüm dertlerini o an anlatacakmış gibi baktı. Eğer anlatmaya başlarsa koşarak kaçmayı planlıyordum. Birden ağzından “seni sormalı” çıktı. Asıl ben yılardır sorulmamış gibi kalakalıp “bilmiyorum” dedim. Ne yapacağımı bilmiyordum ama benim durumumda başkası olsa ve bana bu olayı anlatsam birden konuşmaya başlar ona ne yapması gerektiğini söylerdim ne de olsa insanlar başkasının derdi olunca nesnelleşip, zekileşmeye başlarlar. Bu bir doktorun hastalanınca hastaya bakıp, hastalanınca doktora gitmesiyle aynı hesaptır. Yolda otururken birkaç kere yemek verdiğim köpek peşime takılmış peşimde geziyordu. Sorgulamadan peşimden geliyordu onu uzaklara götürüp onu azıtma ihtimalinin olmasına rağmen. Ama elimde tuttuğum ekmek yüzünden benim arkamdan ilerliyordu. Aklıma işe gidip işinden gelen insanlar geldi. Ekmek için patronlarının peşinden koşuşuyorlardı. Para karşılığı çalışmanın, kölelik sisteminden olan farkını hala kavramış değilim. İnsanlar yönetilmeyi severler, insanlar renkleri sevmez çünkü renkler çeşitliliktir insanlar çeşidi değil teki sever. Tek boy ekmek, markette tek marka deterjan. Tek kişi bizi yönetsin istiyor, onu taklit etmek, yönetilmek istiyorlar. Yöneticilerde yönlendirilmeye meraklı insanlar olmasını istiyor çünkü bu insanlar düşünemeyen insanlardır ve düşünmeyen insanda isyan etmez, baş kaldırmaz. Bu yüzden akıl çoğunlukla ölçülmez, eğer ölçülürse bu sürü zekalı insanlarla ben aynı kefede olmuş oluyorum ki düşüncesi bile sinir bozucu. Pansiyondan düşünmeden sadece hızlı adımlarla ilerleyerek uzaklaştım. Sadece derin derin nefes almak istiyordum. Ciğerimin her zerresini doldurup boşaltmak istiyordum. Dik yokuştan çıkarken adeta ciğerimin tıkandığını hissettim. Durma noktasına gelecek kadar yorulmuştum. Bir an aşağı inmeyi bile düşünmüştüm. Ne de olsa bir kamyon yokuş yukarı çıkarken yüksek bir noktadan aşağı düşerse toslar ve zarar görür, fazla ilerlemeden geri geri düşen bir kamyonun çarpması o kadar sarsmaz. Ama bunu hesap etmek de gerekir. Benim gibi kararsız ve dengesiz bir herifseniz direk o şansı denemeyin, direk yola girmeyin… Kendimden hiç bahsetmedim sanırım ben de kendimi tanımıyorum. Önüm bir karanlık ve bu yolu aydınlatma ihtiyacı duymuyorum, sadece ilerliyorum. Ben anılarla boğuşan bir adamım, tek çift göze yenik düşmüş bir adamım. Zihnim sadece onun siluetiyle dolmuş bir adamım. Anlatacak olursam başlayım. Tesadüfen tanışmıştık. Tesadüfen tanışılan insanlar hep en iyilerdir. Tesadüfen tanıştığın kişiler, tesadüfen eline aldığın kitap, tesadüfen bindiğin bir otobüs… Güzel çok güzeldi. Sesi sanki en sevdiğim şarkının melodileriydi. Odamda yıllardır asılı olan tablonun yaratıcısıydı. Hemen pansiyona koştum odama geçtim ve o eski kemanımı elime alıp birkaç ezgi çaldım. Onun adını, yüzünü, sesini anarcasına. Onu unutmak istemezcesine. Kemanımın üstünde olan tozları görünce çok sevindim emeklerimi gösteren o tozları çok seviyordum. Kemanımın arşesi sanki onun saç tellerinden yapılmış ve bu yüzden ezgiler fısıldanıyor kulağıma. Gözümden akan yaşların nedenini asla çözemiyordum ama ağladıkça önüm açılıyordu. Çaldığım nota kağıtlarının üstüne damlayan damlaların sayısı artmıştı. Gözlerimi kapatıp kendimi İstanbul’un en yüksek tepesinde olarak hissediyordum. Gözlerimi açtığımda nota kağıtlarına sonra kemana baktığımda sadece kırmızı rengini gördüm. Gözyaşlarım kanlardan ibaretmiş meğer. Hadi be Cevdet gözyaşların değil, burnunun kanları bunlar. Eski tavanı küflenmiş banyoya geçip yüzümü sadece soğuk akan bu muslukla yıkadım. Sert bir şekilde nefesim kesilene kadar yüzümü ovuşturuyordum. Bu saf suyun beni temizleyeceğini düşünüyordum herhalde. Aynadaki bu yaşlı adamı tanıyamıyordum aslında neden tanıyamıyorum bilmiyorum. Yüzümde değişen bir şey yok derin birkaç derin kırışık hariç. Aslında dediğim gibi yüzümde değişen bir şey yok olan her şey ruhumda oluyor. Bunu kendimden başka kimse fark edemiyor. Bazen ben bile fark edemiyorum gerçi. Etrafımda fark edecek bir insan da yok zaten. Bu yüzden kimse bana mektup yazmadı. Kimseden mektup almadım zaten. Ama mektup yalamaktan ağzımın yara olduğunu günleri de asla unutmuyorum. Onun gibi… En sonunda banyodan uzaklaşıp çalışma masama oturdum. Notaları çekmeceme yerleştirdim ve o kemanı da yatağın üstüne öylece fırlatıverdim. Her şeyi ucu açık bırakıp konudan konuya sıçramak istemiyorum ama bir yazar kendi hayatını anlatırken okurun hayatına dokunursa o yazar gerçek bir yazardır. Yazarlar olmayan bir dünya üzerine yazarlar bunu yapmalarının sebepleri elbette çoktur ama ben olan bir dünya üzerine yazıyorum. Olan yaşantıları her şeyi gerçekliği ile yazıyorum. Keşke alın yazımızı da böyle yazsalar. En çok ucu açık bıraktığım konu O’. Sadece o. Yarım kalmış bestelenmeyi bekleyen bir şarkı, ölmüş bir yazarın masasının üstündeki yarım kalmış notlar gibi yalnızca o. Bu konuyu nereye bağlasam gider ama her güzel nedeni yalnızca onun gözlerine bağlayabiliyorum. Siyah bukleli kabarmış saçları, siyah ve iri gözleri, incecik dudağı ve beyaz teni. Baştan aşağı baştan çıkarıcı güzelliği. Onunla yanımda yürürken çok korkar onu kimsenin görmesini istemezdim. Benim onda gördüğüm güzelliği başkalarının da görmesinden korkardım. Halbuki olup biten bambaşkaymış aslında. Elimi avucuna alıp senin elini tutmak için el falı bakmayı öğrendim dediği gün daha çok arzulamıştım onu. O an bakışları gözlerini kırpması, konuşması içime bir alev gibi düşmüş içten içe yakıyordu beni. Ona dokunmak bile benim için hayalken onun bana bunu demesi benim zihnime kazınmıştı. Bebekler annenin karnındayken ellerini annenin karnına bastırdığı için parmak izleri oluşurmuş. O an hangi damarıma bastı da aklıma kazındı inanın bana bilmiyorum. O ana kadar hatta ondan önceki yaşamımda ondan daha güzel birisini görmemiştim. Tesadüfen rast geldiğim bu kadın beni derbeder etmiş kendini bana bağlamıştı. O konferansı için ders alırken okul binasının önünde onu beklerdim. O okulun içinde bir yerlerde o olduğu için o okul bana çok güzel geliyordu. Beraber saatlerce yürüdüğümüz sokaklardan geçerken içimde hala bir burukluk oluşur. Yıldızların altında ıssız sokaklarca yürürken hep aynı yerinden kavradığı kolumu tutuşu, bedenine yapışan siyah elbisesi ve kâh kırmızı kâh kahverengi sürdüğü ruju, kemerli burnu ile baştan aşağı zihnimi donatıyordu. Onunla birlikte olduğum zamanlar kendimi kutsanmış olarak görüyordum. Çünkü onun o elleri ellerime değmiş, boynuma dolanmış, onun dudakları benim dudaklarıma değmişti. Kendi başına eğlenmesi bile bir ömre bedeldi. Arada bir bulantılar basar, tüm neşesi gider, yabancılar onu üsteliyor gibi hissederdi. İçince kendisinden geçer, umurunda olmazdı bu dünya. Aslında hiçbir zaman olmadı. Kimseyi umursamıyor her istediğini, her aklına eseni yapıyor, kahkahası tüm sokağı ayağa kaldırır, söylediği şarkılar ile herkesi rahatsız ederken beni mutluluktan çıldırtırdı. Şimdi onun söylediği şarkılar var lakin o yok. Oysa sadece o olsa şarkılara da gerek kalmazdı. Yanımda uyurken uyumak istemez sadece onu izlerdim. Saatlerce onu izlerdim. Asla sıkılmazdım. Sokak lambasının vurduğu bedenini, yüzünü, kıvrımlarını incelerdim. Sokak lambasının ışığı kapanana kadar onu izler, yüzü görünmeyecek kadar oda kararınca ona sokulur nefesini duyabilecek kadar yakınında dururdum. Dokunmak istemez, ona asla zarar vermek istemezdim. Uzun ve sivri tırnakları oldukça keskindi, koluma girdiğinde kolumu kestiği için tırnaklarını kesmişti. Gözüne giren kâkülü ve aşağı inildikçe katları çoğalan, yoğunlaşan perçemi ile boynunun kenarındaki beni ile büyülüyordu kendisine. Öldükten sonra onunla ebediyen kavuşacağımız için kederli değildik. Onunlayken keder mi kalırdı ki? Onunla bu odadaki kanser rengi duvarlara bile katlanırdım. Bir tek sen yeterdi bana. İnce belli, büyük göğüslü ve oldukça neşeli olan bu kadın benim hayatımı mahvetmek için mi gönderilmişti, yoksa bir anlığına güzelleştirmeye mi? Bir gün şehrin dışında, çok da dışında olmayan ama şehrin içimde de olmayan bir büronun bekleme salonunda içeri çağrılmayı bekliyordum. Birden salon çok kalabalık olmaya başladı. Beyaz uzun kürkleri, topukluları ve laciverte yakın takım elbiseli insanlarla dolmuştu salon. Onların yanında; eski çizgili kazağım, eskimiş görünümlü kot pantolonum ve yırtılmasına çok az kalmış ayakkabımla -yeni on bin ayakkabı verseler hala o ayakkabıyı giyerim- aralarında kötü hissettim. Gözlerimi kapatan saçlarımı gözlerimin önüne düşürüp, elimle kalan yüzümü kapattım. Hızlı adımlarla oradan ayrılırken büyük bir kalabalık sesi yükseldi herkes birden konuşmaya, içeri girmeye başladı. Emin olun fikri olan da olmayan da konuşuyor. Bu yüzden onları önemsemeyin. Konferans salonuna giriş açılmıştı. İçeri girdim ve tam olarak önlerde olmayan kırmızı kadife koltukların birisine oturdum. Sahneye çıkan insanlar arasında pek de güzellik görmemiş olan bu gözlerim onu aradı. Renkler yoktu çünkü o yoktu. Saçını büyük bir özenle topuz yapmış kadın, sahneye çıktı ve perdeler açıldı ve kadın büyük bir narinlikle süzülerek piyanosunun başına oturdu. Dik omuzları ve asi duruşuyla, parmakları tuşların üzerinde gezindi. Saçı sakalı birbirine karışmış bir adam gelip oturdu. Uzun saçlarını savurarak viyolasına uzandı ve farklı bir notayla piyanoya destek verdi. Birden içeriden dengesiz adımlı topuklu sesleri geldi. Bu oydu. Tamam narin değildi. Kibar da yürümüyordu ama emin olun her şeyiyle en iyisiydi. Dengesiz topuklu seslerini burada çaldıkları notalardan daha güzel bile kılardım. Büyük adımlarıyla sahnenin ortasına doğru yürüdü. Sahnenin ortasına geldiğinde gözleri izleyicilerin arasında gezindi. Beni görmesi için elimi açıp, kulak hizasında kaldırdım bir hamleyle kendimi belli ettim. Beni görünce gülümseyip, göz temasını bırakmadan, suratındaki hep aynı gülümseme ile birbirimize bakıyorduk. Evet iki hayattan umudu kalmamış, birbirlerinin tek çaresi olan, toplumdan her daim dışlanmış, değerleri asla bilinmemiş, kendini her daim kimseye layık görmeyen iki kişi birbirine bakıyor bunu okuyan kişi ile üç kişi olduk. Yine aynı elbisesini giymişti. Sabah akşam, barda, kafede, simitçide ve her daim aynı elbisesini giyerdi. O elbisesini giymediği vakit kıyafet giymez gerçekliğe soyunurdu. Kemanını omzuna götürüp arşesini kaldırdı ve kendini müziğin hazzına boğdu. Belli bir süre sonra gözlerini benden kibarca kaçırıp yavaşça kapattı gözlerini. O gözlerini bir zaman hiç açamayacağını bilme düşüncesi beni anlık bir kedere boğdu. Umarım ondan önce ölürüm, onun öldüğünü asla görmem. Onu o denli içten düşünürken, arka koltuklarda bir uğultu oluştu. Nasıl olur da bu güzel kadının ellerinden çıkan bu notaları dinlemezler, bu nasıl bir hata? Arkadaki iri kahverengi saçlı ve gür sakallı siyah smokin giymiş bir adam pişkin pişkin “fahişe” deyip gülüyor, sırf onun zenginliğinden yararlanıp ona yalakalık yapmak isteyen üç beş adamın desteğiyle iyice pişkin bir herif oluveriyordu. Ellerimi yaptığım yumruk canımı acıtmaya başlaması ve sıktığım çenemden çıkan seslerden dolayı yanımda oturan yaşlı adamın bana olan tuhaf bakışlarıyla kendime geldim. O bendeki tuhaflığı anladığı bana endişeyle bakan gözlerinden belliydi. Adamın hala pişkince gülmesi benim ashabımı iyice bozmuştu. Hayatımda ilk defa irademe sahip çıkamamıştım. Evet hepinizin de tahmin edeceği gibi herife ağız göz daldım ama biraz farklı bir şekilde. İrademe sahip çıkamayıp kadife koltukların birine bastım ve kendimi adamın üstüne attım. Yakasından tutup, duvara yasladım. Suratına bir yumruk çaktıktan sonra yakalarından tutup “Sen kimsin, sen kendini ne sanıyorsun, zengin züppesi” diye haykırdım. Etrafımıza sanki bir halt varmış gibi toplanan gereksiz tek amacı, havalı görünüp, yeni aldığı kıyafetlerini göstermeye gelmiş olan saçma topluluk bağırmaya başladı. Birkaç delikanlı ve vursak ölecek olan amcalar sayesinde tam ondan ayrılacakken kemanını ortaya atıp, onun bize doğru koştuğunu topuklu seslerinden anladım derken suratımın sağından şiddetli bir yumruk hissettim. Kendimi yerde bulduğumda çoktan az önceki hırsını alırcasına karnıma inen birkaç tekme ile gözümü açtım. Adam hızını alamamış, benim üstüme abanmış, neremin denk geldiğine bakmadan rasgele indiriyordu suratıma. Belli bir süre sonra kandan bir şey göremez olmuştum. Onun, o derin çığlıkları tüm salonda inliyordu. Başımı birden onun bacağında hissettim, bir eliyle kafamı tutup, bir eliyle adamı ittiriveriyordu. Onun o an ki çığlıkları aldığım bütün darbelerden daha çok yakmıştı canımı. Genç mavi frank giymiş bir delikanlı koltukaltlarımdan tutup kenara sürükledi beni. Onunla beni ayağa kaldırıp genç beni onun kollarına bıraktı. Onun yanında güvende olduğumu hissetmiş gibisince. O koluma girmiş salınarak sağa sola yürüyordu. Sesi çıkmıyordu ama ağladığını hissedebiliyordum, kafamı ona çevirip biraz yüzüne baktım. Az daha yürüdükten sonra gökyüzü adete bütün nefretini kusarcasına yağmaya başladı. Bu yağmurlar O’nun gözyaşlarına isyan amaçlı mı yağmıştı? Yürümeye devam ettik. İnsanlar bir an önce evlerine gitmek için koşuşurken dükkân kepenklerinin altına girip yağmurun dinmesini beklerken, biz ağır ağır yürümeye devam ediyorduk. O asla kaçmazdı yağmurdan o an, orada, o sokaktan geçmek istiyorsa geçerdi ona engel olabilen kimse yoktu. O bu yüzden kaçmıyordu. Ben ise bu yağmur onun gözyaşlarının olması nedeniyle yağmurdan kaçmıyordum. Ansızın önüme geçip başımı kollarıyla sardı. Ve tüm gülümsemelerinin ardındaki gözyaşlarını o an akıttı. Dakikalarca bana sarılıp orada durdu ve yalnızca ağladı -ilk defa-. Gözyaşlarının üstümü ıslattığını hissediyordum. Bu gözyaşlarının sebebi olmak inanın canımı öyle acıtıyordu ki eve gider gitmez kendimi öldürecektim. Yağmur onun hıçkırıklarıyla daha da şiddetlendi, hızlandı. Kendimden gerçekten tüm duygularımla nefret ediyordum. Ölmemin gerektiğini, dünyanın benim gibi birisinden kurtulması gerektiğine inanıyordum. Gözyaşlarına neden olmak acı vericiydi. Hem konserini mahvetmiş hem de konferansına düzenli olarak yüklü miktarda bağış yapan birisini kaybetmişti, benim yüzünden. Hem de bir hiç uğruna. Bu daha çok can acıtıcı olmalı. O dengesiz herif o saçma sözleri O’na söylememiş bile -tabii haklı olduğumu göstermez ama kimseye bu tarz konuşmamalı yobaz mıdır nedir? -kendimden nefret ediyordum. Sevmeye dokunmaya, nefesini dinlemeye doyamadığım kadının; aylardır uğraştığı, her gün prova yaptığı konserini mahvetmiştim. Sadece konserini değil ilk günden beri hayatını da mahvetmiştim. Ağır ağır yürümeye devam ederken birden gülümsemeye başlamış ve bir hareket, canlılık gelmişti vücuduna. Neredeyse sekerek yürürken kolumdan bir şeyin kayıp gittiğini hissettim. Dönüp baktığımda onu öylece yerde oturmuş olarak gördüm. Yüzündeki ani şaşkınlık beş saniye boyunca sürdü. Canının yanmasından oldukça endişelenmiş, hemen yanında diz çökmüştüm. O düzensiz yamuk adımlarından bu olacağı belliydi. Birden ani bir kahkaha attı ve dükkanların altına yağmurdan sinmiş insanlar bize baktı. Elini kaldır beni dercesine uzattı. Ben ise onun teklifini reddedip onu ince bacaklarından ve kol altlarından tutup havaya kaldırıp kucağıma aldım. Ama onun bakışlarına olduğu gibi ağırlığının da altından kalkamayıp kendimizi yerde bulduk. Onun kahkahaları beni hayatımda gülmediğim kadar güldürdü. Kendimi yere uzatıp, üzerime yağan yağmura karşı koymadan yattım. O güldükçe gülüyor ağzıma yağmur damlaları giriyordu. Üzerimize yağan yağmur yüzünden gözlerimi açamıyor ve bu duruma daha çok gülüyordum. O ise hala nefesi kesilene kadar gülüyordu. Ölürken bile onun sesini duymayı isterdim onun gülüşüyle canımı vermek isterdim. Hala aralıksız gülüyordu. Gülüşünde bir sihir mi var bilmem ama beni de güldürüyordu. Ayağa kalkıp elini bana uzattı, onu elinden tutup kendime çekmeyi çok istedim ama onun elini tutup ayağa kalkmakla yetindim. Onun evinin merdivenlerinden ağır ağır ilerleyip 42 numaralı daireye geldik ve O evinin anahtarını kabanından çıkarıp yavaşça kilidi çevirdi kapıyı aralayıp ayakkabılarını çıkardı. Eliyle önden benim geçmem için işaret etti. Uzun koridordan onun odasına geçince, masasının üstünde yine yarım bıraktığı şarabı duruyordu. Bardağın yanında rujunu silip attığı peçeteler ve tattığı kolyesi yer alıyordu. Üstünü değiştirmek için banyoya girdi. Ben ise masasına oturup kitaplarını inceledim. Kitaplarında altını çizdiği yerleri okuyor kendimden pay çıkarmak istiyordum. Hiçbir cümleye layık olamayacağımı anladığımda kitabı kapatıp çökmüş rafın üstüne koydum. Islanmış ceketimi kahverengi deri koltuğun üstüne fırlattım. Geldiğinde aklıma kazınmış gülümsemesiyle yatağa oturdu ve eliyle yanını işaret etti. Islak kıyafetlerimden dolayı oturmak istemedim. Daha sonra nasıl oldu bilmiyorum kendimi uzanırken buldum. Yavaşça kollarımdan sıyrılıp rafından “Soneler” kitabını alıp okumamı istercesine bana uzattı. Ellerim havada uzanarak okuduğum kitabı -en ufak ve en güzel bir şekilde bölü- kafasını kollarımın arasına soktu başını göğsüme koydu. Saçları kurudukça kabarıyor ve okumamı engelliyordu. Artık dayanamayıp kitabı kapattım ve ezbere bildiğim satırları ona söyledim. Kafasını kaldırıp şaşkın gözleriyle hiçbir şey demeden gözlerime baktı. Çoğu kişinin saatlerce konuşmasından daha anlamlıydı bakışları. En sevdiği bitki çaylarından ona demler hastalanmasını önlemek için her şeyi yapardım. 370 yılda bir gerçekleştiği ve yalnızca 9 dakika sürmesine rağmen insanların çoğu korkar güneş tutulmasından. Ne de olsa tek ışık kaynağımızı 9 dakika boyunca göremeyecek karanlığa gömülecektik. Benim için onun hasta olduğu 9 dakika hayatımın karanlığa gömüldüğüm an olabilirdi. Çekmecesinde sayamayacağım kadar çok sayıda olan plaklarından bir tanesini takar onu dinlemeye koyulurduk. Radyosunun olmasına rağmen asla plaklardan vazgeçmezdi. Arada beraber sigara içerken güzel büktüğü ve rujunun izinin de geçtiği izmaritleri alırdım. O ise benim gazetelerimi alırdı. Okumak üzere benden aldığı ve aylardır okumadığı olan kitabımı, kitaplarının arasına koyduğunu ve kitabım onun kitaplarının yanında bile pasif kaldığını gördüm. Masasının üzerine sürekli aynı yere fırlattığı anahtarlıkları çok güzel dururdu hep. Anahtarlığın halkasında, konferansta yaptığımız çekilişte ona aldığım filli süs vardı. Neden fili seçtim inanın bilmiyorum. Ah çok zırvaladım ama gerçekten gülüşünü görmen gerekirdi. Sanırım asla o güzelliği göremeyeceğin için çok şanssızsın. Arada bir taktığı desenini hala kavrayabilmiş olmadığım kolyesini takardı asla onun ne olduğunu ona sormadım çünkü onunla en anlamsız şey bile anlam kazanabilirdi. Yüzünü yıkarken gözlerini kapattığı için korktuğunu söylerdi. Yanında olduğum vakitler onun yanında dururdum. O benim gibi güçsüz birisine her daim kuşkusuzca güvenirdi. Asla hatalarımı sorgulamaz onların üstünü örterdi. Gözümün önüne düşen uzun saçlarımı karşıma geçip elleriyle geriye atar alnımı açardı. Sonra uzun uzun yüzümü inceler onun gözünden kendime bakardım. Benim gibi bir herifi nasıl görüyor, neremi seviyor diye onun gözlerinden görmeye çalışırdım. Dünyaya onun gözünden bakmaya çalışırdım. O zaman bile daha anlamlı bu dünya. Benim de hayatım o girdiğinden beri anlam kazanmıştı. Çiçekler onun parfümü için çiçek açıyor, atlar onun arşesi için tüy yeniliyor, güneş o yeni güne uyansın diye doğuyordu. Yazarlar o mükemmel kadın olarak onu anlatıyordu. Ben ise camdan onu izleyen sokak kedisi gibiyim. Birilerinin artıkları, bakımsız tüylerim ile konteynerin altında, eski sokaklarda dolanıyordum. O beni bir kavanoza koysa ben orada bile kendimi mutlu hissederim. Yeter ki uzun ince parmakları üzerimde gezinsin, dudaklarıma dokunsun başka arzum olabilir ki benim? O hep mantosunu savurarak, kolunda gezdirdiği keman çantasıyla sallanarak yürüsün, tüm dünyanın yükünü sırtlarım. Evlenme hayalleri kurardık. Ormanın içinde. Minik, tahta bir ev. Yolları yuvarlak taşlarla kaplı ve her yer onun parfümü kokuyor. Ben sabah odun toplamaya gider o ise çiçek, mantar toplamaya giderdi. Duvarımızda torunlarımızın çerçevelenmiş fotoğraflarına bakar gülümserdik. Sonra o kahkahasıyla tüm hayalleri bozar yanaklarımı tutar “Dede misin sen?” der sonra bu dediğine saatlerce gülmeye devam ederdi. Bazen ismimi sürekli söyler durur sonra: ” Sana bebekken ne diyorlardı?” “Cevdet diyorlardır başka ne diyecekler ki?” “Bebek Cevdet,” der gülmeye başlardı. Söyledikleri asla komik değildi ama o söylediği için komikti. Sesi, gülüşü komikti. Beraber konservatuara sadece bir yıl denk geldik. Ben son senemdeyken o ilk senesindeydi. Öğle aralarında buluşur beraber takılırdık. Evine kadar eşlik ederdim. Ben ona hep evine kadar eşlik ettim, belli süre sonra onun evi benim evim olmuştu. Benim evim. Köpekleri çok sever her dışarı çıktığımızda arkasına birkaç tane takardı. Bazen yemeğini bile yemez onlara verirdi. Ben de ekmeğimden ona bölüp beraber yerdik. Onunla yediğim kuru ekmeği en iyi yemeklere bile değişmezdim. Onun yanındayken kendimi sorgulamaz ve kendimden nefret etmezdim ama yanından 5 saniye bile uzaklaşsam onu hak edip etmediğimi sorguluyor, onun hikayesine girmekle iyi mi yaptım diye düşünüyor, hayatımdaki görevini, onun benim hayatımdaki görevini, milyarlarca insan arasında denk gelmemizi sorguluyor ve onunla yaşadıklarımıza inanamıyordum. Yaşından oldukça genç gösteren bu kadın benim gibi ruhsuz bir herifle nasıl olurda konuşuyordu? Sanırım fazla iyiydi. O gün, hadi be hala titriyorum anlatırken sanırım kendime gelmem lazım. O gün, karşımda hep giydiği siyah elbisesi dışında bir elbise giydiğinde adeta çıldıracaktım. Yalnızca bana özel, yalnızca benim için olan bu kadını kavrayıp öpmemek için kendimi zor tutmuştum. Göğsünden kalçalarına indikçe daralan elbise sanki onun için dikilmiş, onun üzerinde parçalarıyla birleşmiş, onun üzerinde onunla bir sanat eserine dönüşüp anlam kazanmıştı. Gözleri ve saçları öyle bir uyum içerisindeyken ve bana bakarken hayatının asla geri gelmeyecek dakikalarını bana bakarak harcadığı için onun ayaklarına kapanıp ona yalvarırcasına teşekkür etmek istiyordum. Onu o denli seviyordum, seviyorum ki her şarkıda, her şiirde, her kitapta, yağmurda, hüzünde, mutlulukta onu arıyordum. Taksim meydanında binlerce çift göz arasında onu aramak ve ona rast gelmek; nefes alırken konuşmak, yumruğunuzu ağzınıza sokmanız, ölümsüzlük hatta tekrar dirilmek kadar imkansızdı. İmkânsız nedir ki? Doğa yasasını ihlal etmek mi imkansızlıktır yoksa onun gözlerinin benim gözlerime bakması mı? Bu denli farklı statülere sahip olan iki kişi, biz, nasıl böyle olabildik nasıl böyle anlar yaşadık. Tamam o mükemmel birisi, herkes ona âşık olur -benim aşık gibi olamasa bile- ama benim gibi birini sevmek çok problemli. Hayatta bana görev verilmesi mükemmel bir şey teşekkürler Tanrım. Ama bana onun hayatında görev verilmesi kutsal bir güç. Bunun için her gece dua ediyor onu kaybetmemek için her elimden geleni yapıyordum. Onu bana verdiği için yaratıcıma çok şey borçluyum. Bana bu kulluk görevinde onunla tanıştırdı ya beni cehennem ateşlerinde yaksa sesimi çıkarmam. Sonsuza kadar susarım. Ama açık konuşursam gerçekten onun yanında olmak bile çok büyük bir güç. Kendi seviyesinde insanlarla konuşmak yerine o benim gibi bir yaratıkla konuşuyordu, ya da ban öyle sanıyordum. 2. BÖLÜM Asıl olan son nedir? Herkes için son ölüm ya da kıyamet midir son? Benim sonsuzluğum, her an büyüyen evrenim; onun siyah gözleri, gerçekten öyle. Onun gözleri şu an yok ve evrenin, uzay boşluğu bile denilemeyecek bir boşlukta asılı kaldım. Sonsuzluk işareti, 8 ile gösterilir ve sonsuzluk inspirasyondur. 8’in anlamı ise ruhsal mutluluktur. Ona sonsuzluğum dememin nedeni mutluluğumun nedeni olması ve sonsuzluğun 8’le gösterilmesinin asıl nedeni içince 8 çizen ayaklarıdır. Mutluluğumun nedeni ise onun kabarık saçları, hep aynı elbisesi, gazeteye sarılmış şişesi, topukluları, kırmızı ruju ve sürekli düşen elbisesinin askıdır. O askıları hep düşer. Sürekli bir omzundan aşağı salınıyor. Ben her seferinde usanmadan oynadığı atari oyununu geçmeye çalışıp, sürekli kaybeden ama oynamaya devam eden, asla vazgeçmeyen çocuk gibi usanmadan kaldırırdım onun askısını. Aklım fikrim hep laubali davranışları, umursamazlığı ve güzel gözleri. Gözlerini o kadar çok seviyorum ki. Onun gözlerinden kendimi görememekten çok korkuyordum. Belki onun gözlerini bu kadar sevmemin nedeni, onun gözlerinden kendimi daha güzel görmemdir… Ah! Bir keresinde sahil kenarında, yaz akşamına, esen rüzgârın saçını uçuşturduğu bir günde, elimde onun sıcaklığı ve bana en güzel ezgileri fısıldayan sesi… Metro altında oturup canımız çıkana, sesimiz kesilene kadar şarkı söylemiştik. O hep şarkının en güzel yerine gelince kafasını bana çevirir, gözlerime bakarak daha çok haykırırdı sözleri. Evde ise ses tellerine zarar gelmesin, sesini duymaktan mahrum kalmamak için çorba yapardım. O da iştahla içerdi. Aslında çorbadan nefret eder ama bir şeyleri sevmeniz için, sevdiğiniz birisi yeter ya tam olarak öyle oluyordu işte. Kafasını dizime koyar ve: - “Saçımla oynar mısın Cevdet?” derdi. Onun ağzından çıkan ismim bana ben gibi hissettirmiyordu. - “Saçların birbirine karışacak ama,” - “Aması yok sebebi de sen olmuş olacaksın.” - “Hadi ama.” - “Saçmalıyorsun şu an.” - “Tanrı beni ilk başta sana kul yaptı, sonra Keyfine el koymamı yasak etti Ya da özlem duymamı hesaplı zamanlara: Kölenim ya, boş vaktin olsun diye bekletti. Ah, bırak katlanayım, el pençe divan: değer, Senin özgürlüğünün tutuklu yokluğuna; Her mihnete sabreder, her azara baş eğer, İncittin diye hiç suç yüklemez bile sana. Sen nerede olursan ol, yetkin güçlü, özgürsün; Hâkimsin dilediğin gibi kendi vaktine: Canın neyi isterse varsın o keyfini sürsün, Kendine suç işlersen kendin bağışla yine. Beklemek cehennemdir, ama beklerim seni, İyi kötü demeden suçlamadan keyfini.” Bu soneyi ona adayarak, her satırında, kelimesinde onu çıkararak okumuştum. Bu ve bunun gibi onlarca satırı nasıl ezbere bildiğimi soruyordu. Bu soneyi 3 ay önce rasgele bir sayfa çevirip okumuştu. Ben onun söylediği her şeyi ezberliyordum. Sadece şiir değil her kelimesini ezberliyordum. Zaten her şey hakkında saatlerce hakkında konuşurduk. Her şeyi eleştirir, merak eder, dalga geçerdik. Ama asla susmazdık çünkü birbirimizin sessizliği gerçek duygularımızı ortaya çıkarıyordu. Beraberken iyi hissediyorduk bu yüzden bu kadar seviyorduk belki birbirimizi. Ben onunlayken o ise benimleyken gerçek kimliğimizi sunmaktan korkmuyor, farklı olmaktan çekinmiyor ve kendimizi soyutlaştırmıyorduk. Ona neden bu denli âşık olduğumu sorsanız size açıklama yapamam saçları, gözleri diyemem. Ne sevdiğimi ayrı ayrı düşünmedim çünkü o bir bütün ve ben o bütünü sevdim. O bütünün bir parçasıyım. Aşk asıl neden sevdiğini bilmemektir. Aşk onda kendini kaybetmektir. Eğer aşk buysa ve benim onun gülümsemesiyle sarhoş oluyorsam buna aşktan başka ne diyebiliriz? Ben bu konuda biraz amatörüm. Hayır değilim. Sanırım bilmiyorum, ne istediğimi bile bilmiyorum. Kendimi tanımıyorum, tanıyamıyorum. Kendim bile beni çözememişken, daha bulmaca bile çözemeyen bir kadından beni çözmesini, bana beni öğretmesini istemem saçma görünse de evet o kadın beni anladı. Beni bana öğretti ve öğretmeye devam ediyor. Her gün bana kendimi tanıtıyordu. Bana kendimi buldurtuyordu. Bize kalmayacak olan bu dünyada acı çekmek istemiyorduk. Ne de olsa asırlar sonra bir avuç toprağa karışacağız ve insanlar asırlar sonra bizim şimdiki yaptığımızı yapıp üzerimize basıp geçecek. Bu yüzden kafasına estiğini yapardı. Arada sarhoş olurdu, deli gibi içer, ayakta zor bela durur ve ağzı asla durmazdı, onu sarhoş eden yarım bıraktığı şarap mı yoksa üstümüzde parlayan Ay mı bilmem. Ona âşık olmak gerçekten bana sunulmuş bir ödül. Bu ödül için her gün teşekkür ediyor kendimi en mutlu kul gibi hissediyordum. Ama onun beni sevmesi ona zarar veriyordu. Ailesi ile arası benim yüzünden bozulmuş, aylardır hazırlandığı konferansı bir hiç uğruna mahvetmiştim. Kendimden o kadar nefret ediyorum ki İstanbul’un en yüksek binasından kendimi atmak istiyordum. Bu mümkün değildi. Kimlik doğrulama için annem geldiğinde kafası patlamış, beyni dağılmış oğlunu görürse bunu asla unutamazdı. Ölmeme zamanla alışır ama buna asla alışamazdı. Kafama sıksam öldükten sonra pisliğimle uğraşılmasını istemiyordum. Ne istiyorum bilmiyordum. Ne yapmam gerek onu da bilmiyordum. Bazen bu güzel kadını terk edip onun hayatından çıkmak istiyordum- ona daha fazla zarar vermemek için- gerçekten mahvetmişim hayatını en basit örnek konserini mahvetmem. Kendi suratımı da mahvetmiştim gerçi. Kaşım patlamış, burnum kanamış, dudağımın kenarından hafif bir sızı kan… Aslında dayak yemiş olmak, onun benim yaralarımdan öpmesi demekti. Önce ağır ağır, minik dokunuşlarla kanları sildi. Sonra ise kaşımın kenarına minik bir bant… Bitmiş, bedenimde kapanmamış yara kalmamıştı. Şimdi ise sıra ruhumdaydı. Benim ruhumun acısını ufak bir öpücükle de kapayabilirdi. O yanımda olmasaydı o yaraları sarmazdım bile, kan üstümde kurur giderdi. Hadi ama inkâr da edemezsiniz adama iyi geçirdim. Of! kavga esnasında kemanını ortaya atıp koşmuştu yanıma. O keman hala ben de ama O… Ah dostum insan insana acı verir. Aşk insana acı verir. Kimse kimseyi mutlu etmek için uğraşmaz. Kimse birisi için zaman ayırmaz. Herkesin bir başkasının hayatında görevini yapmak için hayatına girmesi çok acı verici o bana işkence ederken sırf bana öyle baktığı için konuşamıyorsam bu görev falan değil. Ben acı çekerken, beni en dibe vururken o hala gülümseyerek elmacık kemiklerini dolduruyor, saçlarını düzeltiyordu. Saçlarını düzeltmeyi pek beceremez sürekli elektrikli ve kabarıktır. Ama bundan asla rahatsız olmazdı çünkü ben onu öyle seviyordum. O ise beni seviyordu- yani ben öyle sanıyordum- ama olduğum gibi sevmeyi nasıl başardı inanın bilmiyorum. Gazetemi alır elime asla yapamadığı bulmacaları çözmeye çalışır hep bana sorar ben de ona söylerdim. Bulmacalarımı çözmeyi çok sevdiği için asla onları çözmez ona bırakırdım ama o bulmacaları çözmediğim zaman canım çok sıkılırdı ama onun gülümseyerek çözmesi için yapmazdım. Aslında o hep gülümsüyordu ama ben gülümsemesinin nedeni olmak istiyordum. Rafımdan rasgele aldığı “Soneler” kitabını eline alır usulca sallanarak bana getirir. Başını kollarımın arasına sıkıştırıp okumamı beklerdi. Ben okudukça gözleri dolar, okumam bitince beni sımsıkı sarar, öperdi. Hep masasının üstünde bardağın yarısı dolu olan şarabı dururdu. Asla bitirmezdi onu ama içeceği kadar da doldurmazdı. Bir plak seçer onu çaldırırdı. Bir gün odanın ortasına geçip üzerindeki örgü hırkayı omuzlarından aşağı bıraktı. Siyah dar elbisesini adete vücudunda sergileyerek karşımda keman çaldı, ben ise yatarak onu izlerdim. O mükemmel biriyken ben çirkin ve huysuz biriydim. Onunla geçen her saniyem rüya gibiydi. Tanrım onu bana hediye ettiğin onu benimle tanıştırdığın için teşekkür ederim. Kavga ettiğimizde ortalığı dağıtır deliler gibi bağırırdık. Gözleri ansızın bir kenara dalar takılı kalırdı. O an onun gözlerinden sonbaharı izlediğimi düşünürdüm. Yağmurda deliler gibi yolun ortasında onunla dans ederken etrafımızda koşuşan insanların adımları bizi daha çok eğlendiriyordu. Sırılsıklam eve gittiğimizde hemen ayakkabılarını çıkarıp kenara fırlatır kıyafetlerini benim kıyafetlerimle değiştirir sobanın başında ellerini sobaya yapıştırırdı. Yağmur yüzünden bozulmuş kafasına yapışmış düz ve ilk defa kabarık olmayan saçları kurudukça kabarmaya başlardı. Gözleri her an aklımdaydı. Biz onunla dünya dedikleri o şeyi çoktan unutmuştuk. Her gün bizim günümüzdü doğum günleri, bayramlar bize fark etmezdi. Onun bana verildiği günden itibaren her gün yeniden canlanıyor pürüzlü tenim yavaş yavaş gerginleşerek gençleşiyordu. Gözlerinde, gözleri… gözlerinde galaksiyi görürdüm. Parlak iri gözleri ve akmış maskarası. Çıldırtacak beni bu kadın. Nasıl olabilir de benim boş hayatıma anlam katabilirdi. Kitaplardaki o kusursuz güzel kadınlar demek gerçekti. Demek bahsedilen o kusursuz kadınlardan biri benimdi. Tüm insanların suratı o kadar boşken bu kadın olağanüstüydü. Dilimin tutulmasını sağlıyordu. Saçı benim bu cansız tenimde değince kalbim duruyordu onunla biraz daha vakit geçirmek için ölmek istemiyordum bu yüzden tenimi saçından uzaklaştırıyordum. Ona layık olmak sanırım tek isteğim. Nasıl olur beni fark eder, nasıl olur da gözüne girerim düşünceleri beynimi ele geçirmişti. Sanırım onun seviyesine asla çıkamayacaktım. O son günümüzde, onu son gördüğüm gün… barda takılırken tartışmaya başladık. Onun duygularını unutup ona sadece bağırdım. O ise sadece sessizce durdu. Ben en sonunda o lanet vardan çıktım, arkamdan ise o çıktı. Herkes en derin uykusundayken biz ıssız yoldaki dört yolun ortasında dikiliyorduk. Gece yarısı tüm ışıklar sönmüş sadece onun yüzü parlıyordu. Ben hüzünlü bir şarkı söylesem beni anlaması için, anlamayacaktı. Ben de sustum. Sadece yorgun bakışlarıyla bakıyordum ona. Bakışlarım ağır gelecek olacak ki birden bağırdı. “Tüm hayatımı mahvettin. Tüm hayatımı mahvetmek için gönderildin. Kalmadı elimde bir şeyim. Elimde kalan tek şeysin ve bana orada herkesin içinde bağırarak, tek olan her şeyimi aldın elimden” dedi bağırıp, haykırarak. Ağzımdan: “Sevmeseydin beni o zaman, sevilecek biri değilim” çıktı. Hayatımın en berbat cümlesiydi bu. O an dakikalarca gözlerimin içine baktı. Sadece baktı. Gözlerindeki o parıltı artık yoktu. Gözlerinden bir damla yaş çenesinin altına süzüldü. Elimi o yaşı silmek için uzattığımda ise bir adım geriye gitti. Kendini benden uzaklaştırdı. Gözlerine baktığımda yıldızları gördüm. Gözlerime bakıyor tek kelime etmiyordu. Yavaşça dudağı aralandı ve sessizce arkasını döndü. Dönüp gitti. Gitti. Yürürken düşen askılarından birini kaldırdı. Dengesiz adımları ile yürüyordu o ince kolu yüzüne gitti. Göz yaşlarını sildiğini hissedebiliyor, nefesini boynumda hissedebiliyordum. Arkasından koşmak çok istedim ama yapamadım. O an oraya çivilenmiş gibi yalnızca arkasından gidişini izledim. Durup “Şebnem” dedim fısıldayarak. Duymamıştı. Ardından sessizce haykırıyordum gözlerimden akan yaşları durduramıyordum. O ise topukluları ile ileriden yukarı çıktı. Gözden kaybolmuştu. Gözlerimi gökyüzüne dikip kışın soğuğu yüzünden ağzımdan çıkan buharla ve hızlı nefes seslerim ile gökyüzüne bakıyordum. Yıldızlar yoktu. Giderken her şeyi götürmüştü. Onu o günden beri görmedim. Yolda yürürken önüne bakmadan yola atlardı. Yollar benim içi kabustu o yol onu benden alabilirdi ama onu benden o yol almadı. Şimdi ise sen yoksun ve bana seni sorduklarında her yerimi gösteriyorum. Ona sürekli O’ diyorum çünkü adını ağzıma bile layık görmüyorum. O benden üstün bir varlık. İsmini söylemek ona hakaret olacak gibi hissediyorum. O güzel ismi ağzıma alamamak bile acı verici. Şebnem, Şebnem… Anılar yüzünden acı çekmek her zaman daha iyidir peki olmayan anılar yüzünden acı çekmeye ne denenir? Bu söylediklerim eğer o beni fark etseydi, beni görseydi olacak şeylerdi. Ama o beni fark etmedi ben de beni fark etmesi için uğraşmadım. Onunla şarkılarım anlam kazanmıştı ama o beni görmemişti. Sadece birkaç kez selam vermişti ama beni fark ettiği için değil sadece fazla kibar olduğu içindi. Zaman geçiyor ve ben bunu durduramıyorum. Onsuz geçirdiğim her saniyeye lanet yağdırıyorum. Kısa bir hikayemiz olsaydı kısa bir şiir yazabilirdim belki ama onunla olmayan anılar için koca bir roman yazıyorum. Ondan öteye gidemiyordum. Her yüzde onun izi, her kitapta onun cümleleri vardı. Sen ondan ibaretsen, ondan öteye gidebilir misin ki zaten... Ah sevgili dostum ben o anları anlatırken ne kadar güzel gülümsüyordun şu an ise sadece yüzünde bir boşluk var lütfen bu suratı yapma çünkü 16 yıl boyunca o suratı babam yüzünden çektim. Hayatımı mahveden cümlelerinden daha çok yakardı canımı o delirtici bakışları. Karşıma geçer ağlar, yalvarırdı. Ona acımama ihtiyacı vardı. Asla bana sormadıkları istediklerimle, kendimi kendi içimde çürüttüm. O adam, benim canımı yaktıktan sonra mutfakta piposunu tüttürürdü. Toplarımı keser, oyuncaklarımı atar, hayallerimi yırtıp, parçalardı. Onun yüzüne haykırmak istediğim çok şey vardı ama ben onun karşısında, ona karşı duyduğum tek duygu olan ‘acıma’ ile ona sadece iki cümle kurardım. Beni dövmezdi ama keşke bunları yapacağına dövseydi. Ruhumla değil bedenimle oynamış olurdu. Benim bedenimi değersizleştirmiş olurdu, ruhumu değil. Ruh değersizleşince bedeninde önemi kalmıyor. Onun yüzünden zamanı geldi çok hata yaptım lakin şunu unutma sevgili dostum, insanlar sadece gerçekten sıkışınca hata yaparlar. Asla hata yapmaktan korkma. Tozpembe dünyandan uyan. Hayat ailenin sana gösterdiği dünyadan daha acımasız. Uyan dostum, uyanın! Tüm hayatımı bu eski sevimsiz evde geçirdim. Annem en sonunda o herifi terk etti. Her şeyin çözüleceğini sanmıştım. En sonunda sadece gerçekten sevdiğim insanla yalnızdım ama istediğim yalnızlık bu da değildi. Ne istediğimi ben de bilmiyordum. O adamdan kurtulmamıza çok sevinmiştim. Lakin o eski evde, çocukluğumun şarkılarının çaldığı sarı radyoyu orada unutmuştuk. O radyo ile şarkıları da unutmaya başladık zamanla… İnsan bir şeylere alışmamalı. Birisine alışmak yüksek dozda uyuşturucu tüketmekten farkı nedir peki? Ben söyleyeyim birisine alışmak bir nevi intihardır. Boş ama tetiği çekilmiş silahı kafana dayamaktır. Aslına bakarsan ben bunu fazlasıyla yaptım ve şu an sürünüyorum. Alıştığın kişi seni terk ederse kendini uçurumun kenarında dururdun. Tüm hayatını bağladığın, onsuz hayal kurmadığın kişi artık yok. Hayat boş geliyor, çıkış yolu bulamıyor ve tek ışık kaynağımız olan düşünme yetkimiz siliniyor. Sadece ondan ibaret olduğumuz gölgemiz bile yanımızda kalmamış oluyor ve aklında tek seçenek ile yaşıyorsun. Hayat amacın intihar oluyor. İntihar etmek içim yaşıyor oluyorsun bu da demek oluyor ki ölmek için yaşıyor. Bizim farkımız ne? Bizde öleceğimizi bile bile yaşıyoruz. Sona adım adım yaklaşıyoruz. Bu pansiyon; karanlık duvarları, küflenmiş ve oldukça nemli banyo tavanı, eski sandalyem ve masam, yukarı doğru açılan beyaz boyalı kışın oldukça soğuk geçiren penceresi, sadece beyaz desensiz olan tül perdem, raflarının hepsinin dolu olduğu hatta sığmadığı için yere üst üste dizdiğim kitaplarım, yatağımın hemen başına astığım Soneler’ den yırttığım bir sayfa ve iki şiir daha asılı duvarım, paslanmaya yönelmiş neredeyse paslanmış olan kapı kolu… hepsi benimle beraber bu odada – ha bir de odanın camının önünde kıştan kalma soğuğa dayanamayıp ölmüş iki sinek- acı çekiyorlar. Ben kendimle beraber herkesi çıkmaza sürüklüyor herkesi zora sokuyorum. Kendi hallince yasayan annem bile, onunla konuşmadığım halde bile arkamdan savruluyor. Ben bunları düşünürken Sonbahar çoktan gelmiş yapraklar sararmış yolları doldurmuştu. Elinde küreği ve süpürgesiyle asla neden yaptığını anlamadığım yaprakları süpürüyordu. Yanından sessizce geçip gittim. Bir binanın altında bir anne kedi ve 4 yavrusuyla bana bakıyordu. Onları sevmek için bir adım atığımda benden sakınıp geri kaçıştılar. Benden korkmakta haklı değiller mi? Bu surattan kim korkmaz ki. Evet bir kedi yüzümden moralim tam bozulmuşken aylar önce ekmeğimi verdiğim için beni takip eden Çomarı gördüm. Demek kediler benim çirkin yüzümden korktuğu için değil arkamda köpek olduğu için korkmuştu benden. İlerlemeye devam ettim ve akşam olmuştu. Hava iyice kararıyor ben de yüzümü saklamadan gezebiliyordum. Sahil kenarında dümdüz ilerlerken karşı tarafta bir dükkânın önünde uzun bir kuyruk gördüm. Tabeladan anlayacağım üzere ekmek satıyorlardı ve oldukça uygundu. Ben gerekirse birkaç kuruş fazla verir yine o sıraya asla girmezdim rezillik resmen. Elimi cebime attığımda son kuruşlarımı gördüm ve asla neden yaptığımı bilmeden kendimi ekmek sırasında buldum. Sıranın sonunu bulup en arkaya geçtim umarım hemen arkama birisi gelir, sonuncu olmak istemiyorum çünkü az önce sıranın en sonundaki adama sallamıştım. Arkama sonradan emekli olması
·
6,1bin görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.