Gönderi

140 syf.
10/10 puan verdi
·
7 günde okudu
BU KİTABI BAHÇENİZE EKİN VE MEYVE VERMESİNİ BEKLEYİN
İlk incelememi hakkında yazmış olduğum Martin Eden kitabını, his dünyamda oluşturduğu etkiler ışığında ve son derece romantik bir ruh hali içersinde değerlendirmiştim. Fakat gelin görün ki hakkında yazmaya cüret ettiğim 2. kitap olan Yeraltından Notlar’ı, zihnimde yaptığı beklenmedik ihtilal girişiminin şaşkınlığı içinde inceleyeceğim.. O yüzden de benim için nisbeten çetin ve dikkat gerektiren bir süreç olacağını bildiğim bu yazıda, zaman zaman içerikte kaybolacağımı şimdiden öngörebiliyorum. Tıpkı kitabı okurken olduğu gibi. Ama işin eğlencesi de orada değil midir zaten? Dostoyevski’nin kitapta da dediği gibi; “Kim bilir belki de insanların yeryüzünde ulaşmaya çalıştığı tek gaye, bu gayeye ulaşma yolundaki daimi çaba…” Öncelikle gayet sıkıcı bulduğum ve olabildiğince kısa keseceğim kitabın içeriğini özetleme kısmından başlayacağım. Ki adet yerini bulsun. Kitabın 1. bölümü, kahramanın bazı temel varoluşsal meseleler (yaşamdan haz alabilmek,anlam arayışı, tabiat kanunları vs.) hakkındaki düşündürücü yaklaşımını okuyucuya hitaben kendi kendine konuşur tarzda ifade etmesinden; 2. ve son bölümü ise 1. Bölümde bahsi geçen konuların, kahramanın yaşamındaki yansımalarını örneklendirecek bazı absürt olayların yine karakterin kaleminden tüm şeffaflığıyla aktarılmasından oluşmaktadır. Prosedür kısmını geçtiğimize göre artık Dostoyevski’ciğimin o güzel beyin kıvrımları, bizi Yeraltından Notlar kitabında ne tür bir fikir labirentine sokuyor, incelemeye başlayabiliriz. Her ne kadar o içinde kaybolmamızdan daha çok haz alıyormuşçasına yazsa da, gerçekten düşünmek ve anlamak isteyenler için kitaplarına nice gündoğumu saklı ufuklar gizlediğini söyleyebilirim. O yüzden lafı daha fazla uzatmadan hemen Yeraltı labirentine girelim ve orada saklı fikir tılsımlarını keşfetme yolculuğuna çıkalım istiyorum. Evet evet, beraber. Ben kendi yolculuğumu anlatmaya çabalarken eminim ki siz de pencerelerinizden çok daha geniş ufukları seyrediyor olacaksınız. :) Eğer Dostoyevski’nin yazı diline aşina değilsek özellikle 1. Bölümde, kendini bilmez bi karakteri çelişkilerle dolu ve çakırkeyif konuşturarak düşünce gücümüzle dalga geçtiğini düşünebiliriz. Fakat aslında olan şey tam tersine, belki de her şeyden çok kendini bilen bir kişinin konuşmasıdır. Karakter, özünde savunduğu fikirler noktasında bütünlük içersindedir. Fakat sıra dışı ve yoğun duygu içerikli konuşma tarzı yüzünden sahip olduğu fikirsel genişliğin ilk bakışta takdir edilmesinin zor olacağı bir şekilde tasarlanmıştır. Benzer bir çelişkiyi yine kişinin ortalamanın üstünde denilebilecek seviyelerde okuma geçmişi ve akıl kapasitesi olmasına rağmen yaşantısının rasyonellikten son derece uzak bir noktaya konumlandırılmış olmasında görebiliriz. Bu kişi çocukluğundan beri doğru dürüst sevgi-saygı görmemiş, değersizlik hissiyle yoğrulmuş ve alamadığı sevgi-saygıyı vermemiş, toplumda kendine yer edinememiş hatta bir yerinin olduğuna dahi inanmamış, çoğu zaman nefretle dolmuş, içine kapanmış, tüm vaktini kendi deyimiyle ‘’güzel ve yüksek şeyleri’’ bulmaya adamıştır. Kendini hapsettiği metaforik yeraltı dünyasında, çok az kişinin sahip olabileceği seviyelerde cesaret, tarafsızlık ve hakikat arayışı odaklı bakış açısını rehber edinerek başta kendisi hakkında olmak üzere, insanlık, varoluş, sistemler gibi birçok temel konu hakkında 40 yıl gözlem yapmıştır. - yeri gelmişken, ihtisasını psikoloji alanında yapmış biri olarak naçizane dikkat çekmek istediğim bir nokta var. Dostoyevski, ana karakter vesilesiyle birazdan ifade etmeye çalışacağım, üzerinde düşünülmüş fikirleri aktarırken diğer yandan da bireyin çocukluğunun kişiliğinin şekillenmesi, kendilik algısı, değerlilik hissi ve duygu-durum sağlığı gibi bir çok hayati nokta üzerindeki etkisini, henüz psikoloji bilim haline bile gelmemişken, çok güzel çözümlemiş ve karakterler bağlamında ortaya koymuştur.- Kısaca ana karakterin yaşamı, kitapta bahsi geçen ve bir çok farklı açıdan değerlendirilmiş olan temel fikirlerin ete kemiğe bürünmüş halidir aynı zamanda. Özet kısmında ettiğim onca naz niyaza karşın ana karakter üzerine bunca detaya girmemin nedeni de tam olarak bu noktanın çok önemli olduğunu düşünmemdendir. Peki nedir bu fikirler diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu noktada kitapta üzerinde çok kez durulmuş bazı yaklaşımları yine kitaptan bir-iki alıntı ile örneklendirmek daha yerinde olacaktır zannımca. “İmkânsızlık bir taş duvar mıdır yani? Nasıl bir taş duvar? Elbette tabiat kanunlarından, tabiat bilgilerinden çıkarılan sonuçların, matematiğin taş duvarı. Biri çıkıp da atalarımızın maymun olduğunu ispat ederse, ister istemez kabul etmek zorundasın. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden daha değerli olması gerektiği, erdemlerin, ödevlerin, inançların ve öbür safsataların hep bu sonuca göre çözümleneceği ispat edilirse, yine olduğu gibi kabulleneceksin; itiraz edemezsin, çünkü bunlarda matematiğin iki kere iki dört kesinliği vardır. Biraz itiraz etmeyi deneyin isterseniz.” “Aklı takdir etmemek mümkün değil tabii, ama onun kendi çerçevesini hiçbir zaman aşamadığını, insanın yalnız kafa ihtiyaçlarına cevap verebildiğini de kabul etmek lazım; halbuki arzu, aklı da, başka çeşit özentileri de içine alan bütün hayatın, yani bir insan hayatının en kudretli ifadesidir. Gerçi bu çoğu zaman hayatımıza beş para etmez bir şekil veriyor, fakat gene unutmayalım ki hayat hayattır, karekökü almak değil. Mesela ben, gayet tabii olarak, yalnız aklımı kullanıp hayatiyetimin ancak yirmide birinden faydalanarak değil, içimde hayatla ilgili bütün unsurları seferber ederek yaşamak istiyorum.” Hazır kitabın akıl-bilim hakkındaki bazı yaklaşımlarına değinmişken, bu düşüncelerin doğduğu dönemin de kitabın içeriği açısından büyük önem arz ettiğini vurgulamak istiyorum. Eser 1800’lü yılların sonunda, makineleşmenin hızla arttığı, insanlığın sosyal konular da dahil olmak üzere hayallerindeki ütopyayı yaratma konusunda bilime, mantığa fazlaca bel bağladığı, hatta bilimin tanrısallaştırıldığı bir dönemde yazılmıştır. Buna rağmen eserin yazarı olan Dostoyevski zamanının dışına çıkmayı başarabilmiş, dönemin genel geçer bazı düşünce-inanç sistemlerini hedef alan antitezler oluşturarak ve okuyucuyu bir yandan edebi zevkten mahrum etmezken diğer yandan da çağın getirdiği kült yaklaşımlarına muhalif olabilmenin mümkün ve gerekli olduğunu hatırlatmıştır. Bu noktada biz 21. yy insanlarının da hatırlaması gerektiğini düşündüğüm bazı eleştirel yaklaşımlara dair kitaptan uzunca fakat kallavi bir alıntı paylaşmak isterim. “Kleopatra (Roma tarihinden bir örnek vereceğim için affedin), cariyelerinin göğsüne altın iğneler batırmayı sever, attıkları çığlıklardan, kıvranmalarından zevk alırmış. Bunların görece barbarlık çağlarında olduğunu söyleyeceksiniz, gerçi şimdi de iğneler batırıldığı için (yine göreceli olarak) zamanımızın da bir barbarlık devri olduğunu söyleyebiliriz; bugünün insanı pek çok bakımdan barbarlık çağı insanından daha üstün görüşlü olduğu halde, aklın, bilginin gösterdiği yoldan gitmeye bir türlü alışamamıştır. Bununla beraber, sağduyu ve bilimle ıslah edildiğinde, insanın eski, kötü alışkanlıklarını bırakıp normale döneceğinden, onu doğru yolda yürümeye alıştıracağınızdan eminsinizdir. İşte o zaman insanın isteye isteye yanılmaktan vazgeçeceğine, iradesinin normal çıkarlarına zıt hareketler yapmasına ister istemez engel olacağına da inanıyorsunuz. Dahası, ilmin insana ancak o zaman pek çok şey öğreteceğini (bu kadarı bence lüks ya, neyse), örneğin insanın gerçekte iradesi, kaprisleri olmayan bir piyano tuşu, org içindeki bir cıvata kadar değer taşıdığını, dünyadaki her şeyin insanın davranışlarına, şahsi isteklerine göre değil, tabiat kanunlarına uyarak, kendiliğinden meydana geldiğini öğreneceğini söyleyeceksiniz. Şu halde bütün mesele, bu tabiat kanunlarını keşfetmekte; artık ondan sonra hiçbir insan hareketlerinin sorumluluğunu taşımaz, hayat onun için kolaylaşır. Bütün insan davranışları, bu kanunlara göre 108.000’lik logaritma cetveli gibi matematik olarak hesaplanıp tanzim edilir; daha da iyisi, zamanımızın ansiklopedik lügatlerine benzeyen faydalı yayınlar çıkarılır, içinde her şey öyle bir kesinlik ve düzenle hesaplanıp açıklanır ki, dünyadan suçun da, maceranın da adı silinir. İşte o zaman –bunları ben değil, hep siz söylüyorsunuz– yepyeni, tamamıyla hazır ve matematik bir kesinlikle hesaplanmış bir iktisat düzeni kurulur; böylece bütün cevapların hazır oluşu, ortada soru diye bir şey bırakmaz. O zaman billurdan bir saray kurulur. Ve o zaman... Eh, işte o zaman uçup gelir Anka kuşu. Ama size (artık bunu ben söylüyorum) o haliyle hayatın son derece sıkıcı olmayacağını temin edemem (her şey bir cetvele göre hesaplanınca insana yapacak bir şey kalmaz); ama buna karşılık her şey son derece makul olur. Öte yandan, can sıkıntısından neler neler icat etmezsiniz! Altın iğneler de can sıkıntısından batırılır zaten, ama hepsi bu kadarla da kalmaz. ” Ya da özetle “İki kere ikiyi yolumuzun ortasında külhanbeyi gibi durmuş, elleri belinde, ortalığı tükürüğe boğarken düşünüyorum.” Alıntısını iliştirebilirim sanırım :) Uzadıkça uzamakta olan yazımı, tüm kitabı alıntılama dürtüme de bir dur diyerek nihayete erdirmeden evvel son bir kez bir içerik-karakter değerlendirmesi yapmak istiyorum. Çünkü bence Dostoyevski zihnimizi soktuğu bu labirentin sonunda bize, yarattığı karakter vesilesiyle, yeni bir labirentin başlangıcını armağan ediyor. Kitap boyu savunulan fikirler, hiç de akla mantığa yatmayacak bir karakter üzerinden yansıtılırken hedeflenen ‘sorgulama’ tohumu, kelimenin tam anlamıyla atılmış bulunuyor. Kelimenin tam anlamıyla dedim çünkü kitap bütün olarak ele alındığında bu sorgulamanın hiç bir ikna veya manipüle çabası olmaksızın, sadece önümüzde duran diğer bir kapının daha anahtarını vererek yapıldığını görebiliriz. Şahsen kitabın anlaşılmaz olarak eleştiri almasının da bu durumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bizler akıl ve mantık çerçevesinde son derece konforlu(!) bir yaşam(!) sürerken Dostoyevski hakikate karşı inşa ettiğimiz surlarımızı topa tutmakla kalmıyor, işaret ettiği diğer cephenin de diğerlerinden matah bi hali olmadığını ilan ediyor. Biz ise uçsuz bucaksız ufuklara karşı öylece kalakalıyoruz. Ben tam o anı tecrübe ederken, kendi şahsi Yeraltından Notlar yolculuğumun sonunda bana açılan ufuklarla karşı karşıya kalmışken, şimdiye kadar labirentin sahibi-bilirkişi olarak lanse ettiğim Dostoyevski’nin de aslın da benim gibi bir yolcu olabileceği, sadece çok daha karmaşık bir labirentte yolunu aradığı hatta Yeraltından Notlar kitabının ise bulunduğu bölgeyi işaret eden bir yardım çağrısı olabileceği fikri beliriyor zihnimde. Sonra daha da içten sevmeye başlıyorum Dostoyevski’yi. Ve icra ettiği sanatı…
Yeraltından Notlar
Yeraltından NotlarFyodor Dostoyevski · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2020129,4bin okunma
·
140 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.