Gönderi

Sultan Mahmud Han-ı Sânî”, “Sultan Mahmud bin Abdülhamid” ve “Adlî” mahlasından dolayı “Sultan Mahmud-ı Adlî" olarak anılmıştır. I. Abdülhamid ile Fransız asıllı Nakşidil Sultan'ın (öl. 1819) oğludur. (...) Osmanlı Devleti'nin genel yapısında Batılılaşma çığırını açmış, kurumlardan kıyafete ve müziğe kadar birçok alanda köklü yenilikler gerçekleştirmiştir. Siyaseten idam yetkisini kullanan son padişahtır. Yenilikçi III. Ahmed'in torunu, I. Abdülhamid'in oğlu olan Mahmud beş yaşındayken babası öldü. Annesi Nakşidil Kadın, Eski Saray'a gönderildi. III. Selim (1789-1807) kuzeni Mahmud'un eğitimiyle ilgilendi. (...) Ağabeyi IV. Mustafa'nın (1807-1808) bir yıllık kısa saltanatında, saray hareminde korkulu anlar geçirdi. Alemdar Mustafa Paşa'nın III. Selim'i yeniden tahta geçirmek amacıyla İstanbul'a gelmesi ve saraya girişi, IV. Mustafa'yı, III. Selim'i ve Mahmud'u öldürtmek gibi bir önleme yöneltti. Savunmasız Mahmud, Cevri Kalfa'nın ve hizmetine bakan cariyelerin yardımıyla kaçarak kurtuldu. Saklandığı halt ve hasır yığınlarının arasından çıkarılarak Alemdar'ın karşısına götürüldüğü zaman aşırı korku içinde ve perişan haldeydi. Alemdar'ın gösterdiği saygı üzerine toparlandı. Bâbüssaade önünde alelacele kurulan tahta oturdu. Öldürülen III. Selim'in kanlar içindeki cesedi, hemen arkadaki Arzodası'nın önüne bırakılmış, IV. Mustafa ise içeride tutuklanmıştı. (...) Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa atayan II. Mahmud, ertesi gün III. Selim'in cenazesi kaldırılırken onun öldürülmesinde rolü olan 33 kişiyi idam ettirdi. IV. Mustafa'nın cariyeleri de Kızkulesi'nden denize atıldı. (...) Yeni padişah, Alemdar Mustafa Paşa'nın 3,5 ay süren başına buyruk sadareti boyunca geri planda kalmayı yeğledi. Bu kısa dönemin en önemli olayı, milis güçleriyle İstanbul'u dolduran, aralarında Serezli İsmail Bey, Kalyoncu Mustafa, Cebbarzade Süleyman Bey, Karaosmanoğlu gibi en namlı derebeylerinin de bulunduğu âyanlarla Çağlayan Kasrı'nda yapılan “meşveret-i amme” oldu. Bu toplantıda, Alemdar Mustafa Paşa, âyanlara, Yeniçeri Ocağı'na karşı ortak hareket çağrısında bulunurken merkezi yönetimin de âyanların kendi yörelerindeki nüfuzlarını meşru tanıyacağı sözünü verdi. Görüşmelerden sonra, âyanlar, padişahın her buyruğuna uyacaklarına ve istenildiğinde onun yardımına koşacaklarına söz vererek, 29 Eylül 1808'de “Sened-i İttifak” denen belgeyi imzaladılar. II. Mahmud, kendi mutlak otoritesine gölge düşürücü ve İstanbul'da bile yeterince güçlü olamadığını açığa vuran bu belgeyi onaylamak zorunda kaldı. 14 Ekim 1808'de dağıtılan Nizam-ı Cedid'in yerini alacak modern bir ordunun Sekban-ı Cedid adıyla oluşturulması gündeme geldi. (...) Bundan kaygılanan ve Alemdar Mustafa Paşa'yla onun milislerine diş bileyen yeniçeriler 16 Kasım 1808'de ayaklandı. Dört gün boyunca Alemdar Olayı'nın korkunç gelişmeleri yaşanırken olayları, sıkı savunma önlemleri aldırtarak saraydan izleyen II. Mahmud, 18 Kasım 1808'de ayaklanmacıların saraya yönelip kendisini tehdit etmeleri ve IV. Mustafa'yı yeniden tahta geçirmek istemeleri üzerine, ağabeyini boğdurtarak hayattaki tek Osmanoğlu kaldı. Saray avlusundaki sekbanlarına da çıkış emri vererek bir şehir savaşı başlattı. Ayaklanmacıların yüzlercesi öldürüldü. Padişaha bağlı Donanma, Haliç'ten Beyazıt'taki Ağakapısı'nı topa tuttu. Alemdar Mustafa Paşa'nın ölümü ve yeniçerilere indirilen büyük darbeyle bir anda güçlenen II. Mahmud, Memiş Paşa'yı sadrazamlığa atadı. Yaşanan olaylar nedeniyle her taraf tahrip oldu. Sokaklar yeniçeri ölüleriyle doluydu. (...) 19 Kasım'da Kandıralı Mehmed'in önderliğinde Galata ve Kasımpaşa'da yeni bir ayaklanma başladı. (...) Kent terörünün daha da yayılmaması için II. Mahmud, Sekban-ı Cedid'in dağıtılacağı sözünü vererek ayaklanmayı bastırdı. Öldürülen yeniçeri sayısı beş bin, sekban sayısı üç-dört yüz dolayındaydı. (...) Asayişin söz konusu olmadığı başkentte yeniçeriler, yeniçeri kılığına girmiş soyguncular, sekbanlar, milisler, hırsızlar ve yağmacılar kol geziyordu. Çarşılar açılmıyor, kimse evinden çıkmaya cesaret edemiyordu. Kenar mahallelere kadar dağılan soyguncular herkesten haraç almaktaydı. Kalyoncu ve bekâr odalarına kaldırılanlar büyük paralar ödeyerek canlarını kurtarabilmekte; kendisini yeterince güçlü görenlerse gözlerine kestirdiklerini alenen soymaktaydı. II. Mahmud, öncelikle asker sanını kullanan kalabalıkları kentten uzaklaştırmaya karar verdi ve Davutpaşa'ya giderek Rusya seferi için asker toplanmasını emretti. (...) Bunlar, Yusuf Ziya Paşa'nın komutasında ivedilikle Edirne'ye gönderildi. Yedi bin kişilik topçu askeri, olası yeni bir ayaklanmayı bastırmak için başkentte bırakılmıştı. II. Mahmud bir fermanla halkı aldatıcı giysilerle dolaşmayı yasakladı. (...) 17 Nisan'da, Yeniçeri Ocağı'na kayıtlı birkaç hamal, Balıkpazarı'nda bir kadını güpegündüz Melekgirmez Mahallesi'ndeki bekâr odalarına götürmeye kalkıştı. Esnaf, taş ve sopalarla hücum ederek kadını kurtardı. İzleyen günlerde Balıkpazarı, Mısır Çarşısı ve çevre çarşıların esnafı işyerlerine silahlı gelmeye başladı. Önü alınmazsa, yeniçeri zorbalarını, bir-iki demeden kendilerinin temizleyeceklerini duyurdular. Korkan yeniçeriler birkaç zorbabaşını kendi yöntemleriyle yargılayıp idam ettiler. Yeniçeri geçinenlerden çoğu, İstanbul'dan kaçmak zorunda kaldı. Cephedeki yeniçerilerin dönmeleri durumunda daha korkunç gelişmelerin olacağından kaygılanan II. Mahmud, Ordu'nun Sırbistan cephesinde oyalanmasını uygun gördü. (...) II. Mahmud ancak 1812'de, en azından İstanbul'da otoritesini hissettirebildi. (...) Padişahın, Rumeli ve Anadolu'daki derebeylerine özellikle de ikide bir başkaldıran taşra vezirlerine savaş açması da bu yıllardadır. Bükreş Antlaşması'nın getirdiği barış ortamında âyan, mütegallibe ve sergerde zümrelerinin kökünü kazımayı amaçla(dı). (...) 28 Şubat 1821'de ulufe divanı için çeşitli kollardan saraya yönelen yeniçeriler sokaklarda naralar atarak türlü rezaletler çıkarıp sağa sola ateş açtılar. Onlara göre bu, “tüfenk şenliği” idi! Bu kez, bir gövde gösterisi düzeyinde taşkınlıklarını artırdılar. Halktan on kişi suçsuz yere öldü. Yeniçerilerin bu disiplinsizliğine de göz yumuldu. (...) Tophane'de yaptırttığı Nusretiye Camii'ni 1 Nisan 1826'de ibadete açan II. Mahmud, o yılın ilk ulufe divanında eski alışkanlıklarını yineleyerek rezaletler çıkaran yeniçerileri ortadan kaldırmayı gündemine aldı. Esasen ocağın elebaşları önceki yıllarda birer bahaneyle temizlenmişti. Yapılan bir dizi toplantıdan sonra, önce yeniçerilere tüfek eğitiminin kabul ettirilmesi denendi. Ağakapısı'nda senetler imzalandı. Atmeydanı'nda devlet adamlarının ve ulemanın önünde ilk tüfek atışını Yeniçeri ağası yaptı ve sözde eğitim başlatıldı. Ama askerlikle ilgileri bulunmayan yeniçeriler disiplinli bir eğitime yanaşmadı. II. Mahmud, bu kez, ortalardan aday yazdırtarak Eşkinci Ocağı adı altında yeni bir çekirdek birlik kurma girişiminde bulundu. Bundan üç gün sonra 15 Haziran 1826'da “kul kıyamı” denilen ayaklanmaların ve kazan kaldırmaların sonuncusu olan Vak'a-i Hayriye denilen kazan kaldırma patlak verdi. Padişah Sancak-ı Şerif'i çıkararak halkı yeniçerilere karşı savaşa çağırdı. Bu ölüm kalım mücadelesinde, (...) kışlalar topa tutuldu; (...) kışlalara sığınan yeniçerilerin büyük çoğunluğu öldürüldü. Vak'a-i Hayriye'yi izleyen günlerde ise İstanbul'da tek yeniçeri bırakılmadı. Katliamdan kurtulabilenler kaçtı. Çoğu kimliğini değiştirmeye çalıştı. Ahmediye Meydanı'nda toplanıp tutuklananlara bir daha yeniçeri adını anmamak üzere yemin ettirildi. Uzun zaman, Osmanlı askeri gücünü onurla temsil eden bu ordu örgütü, bir bozguncu kalabalığı ve İslamiyet düşmanı ilan edilerek dağıtıldı. Kollarına dövme haçlar işletmiş, gizli Hıristiyan gibi yaşayanları, sokaklarda gezdirilerek lanetlendi. II. Mahmud, yeniçerilerle içli dışlı olmuş Bektaşî tarikatı şeyh ve dervişlerini de kentten sürdürttü; tekkelerini Nakşibendîler'e verdi. Vakit yitirmeksizin bir ferman yayımlayarak yeni askeri eğitimi gündeme getirdi. Seçtiği 400 gençle kendisi de bir asker gibi, piyade ve süvari atış talimleri yapmaya koyuldu. Yaşlı harem kadınlarının barındığı Eski Saray'ı boşaltarak burada Bâb-ı Seraskerî'nin açılışını yaptı. (...) İsmail Ferruh Efendi'nin kurduğu ilk Mason locasına, kentin önde gelen aydınları yazıldı. Ama kısa süre sonra masonlar, mezhepsizlik ve Bektaşîlikle suçlandıklarından üyelerin birçoğu sürgüne gönderildi. (...) II. Mahmud (...) kuruluş aşamasındaki Asakir-i Muhammediye için gerekli kurumları hizmete açıyordu. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi'nin önerisi üzerine yeni orduya hekim, cerrah, sivil memur, din görevlisi yetiştirmek üzere Tıbhane-i Âmire, Cerrahhane-i Mâmure ve Talimhane açıldı. Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerinin fes giymeleri öngörüldüğünden, İplikhane-i Âmire de faaliyete geçti. Mora Yarımadası'nın yitirildiği 1828'de II. Mahmud askeri eğitime daha çok önem verdi. O tarihe kadar “binbaşı” rütbesiyle eğitimlere katılmaktayken, komutanların ricası üzerine “başbinbaşı” (albay) rütbesini aldı. “Alay” denen törenlerde, pırpırı sarığı, pırpırı baratası, haseki, aşçı, baltacı külahları giyilmesi, cuma selamlıklarına hasekilerin kaba barata ile katılmaları yasaklanarak fes giyme zorunluluğu getirildi. (...) 3 Mart 1829'da yayımladığı bir fermanla da kavuk ve sarığı yasakladı. Ancak ilmiye sınıfından olanların sarık ve biniş (cüppe); bütün kamu görevlilerinin ve ordu mensuplarının da fes, harvanî, setre pantalon ve kaput giyeceklerini duyurdu. Kendisi de fermana uygun üniforma giyerek denetimlere çıktı. (...) 14 Eylül 1829'da imzalanan Edirne Antlaşması'yla Ruslar, işgal ettikleri topraklardan çekilmeye başlayınca padişahın korktuğu —İstanbul'un işgali— başına gelmedi. Yıl sonuna doğru birkaç kez Büyükçekmece'ye avlanmaya gitti. Bindiği gemide ilk kez Batı tarzı marşlar çaldırttı. (...) Padişahın bir irade yayımlayarak devlet dairelerine kendi resminin asılmasını istemesi de bu (1836) yıldadır. Gerici kesimler, resmin dince günah sayıldığını, II. Mahmud'un bunu yapmakla kâfir olduğunu ileri sürdüler. Avrupa hükümdarlarının kıyafetlerini andıran giyim kuşamlı resimlerinden dolayı da “gâvur padişah” demeye başladılar. (Dairelere asılan resimleri 1839'da ölümünden sonra sorun olmuş, indirilmeyerek üzerlerine örtü örtülmüştür.) II. Mahmud ise bütün girişimleriyle, artık yalnızca Müslümanların padişahı olmadığını, sırtındaki mavi pelerini, siyah çizmeleri, başındaki sorguçlu ve fırdolayı püsküllü fesiyle Hıristiyanların da dostu ve hükümdarı olduğu fikrini yaymak amacındaydı. (...) Bâbıâli'nin Batı ölçülerine göre bir hükümet merkezi olması için yeni meclisler ve nezaretler kuruldu. Padişahın son yılı bu çalışmalarla geçti. Meclis-i Valâ-i Âmire, Meclisi-i Umur-ı Nâfia, Mekâtib-i Rüşdiye Nezareti, Meclis-i Şûra, Meclis-i Sıhhiye, Dâr-ı Şûra-yı Askeri, Umur-ı Hariciye Nezareti, Umur-ı Maliye Nezareti, Umur-ı Mülkiye Nezareti vb. merkezi örgütleri, 1838-1839 yıllarında kuruldu. Saltanat işleri, “Mabeyn-i Hümayun” adı altında örgütleyerek sarayın özel yaşamından tamamen ayrıldı. II. Mahmud, bu reformları gerçekleştirirken, yakalandığı verem de vücudunu tüketmede, öte yandan Bâbıâli ile Kavalalılar arasındaki anlaşmazlık da hızla yeni bir savaş evresini davet etmekteydi. En iyi biçimde eğitilip donatılmasına onca emek verdiği, Hafız Ahmed Paşa'nın komutasındaki ordusunun 29 Haziran 1839 tarihinde Nizip Savaşı'nda Mısır ordusu karşısında ne denli ağır bir yenilgiye uğradığını —eceline sayılı saatler kaldığı için— olasılıkla öğrenemedi. Hekimler, Osmanoğulları'nın büyük hükümdarlarının bu sonuncusunun yakalandığı veremden kurtulamayacağını kuşkusuz biliyorlardı. Ama bir “yoksul hastalığı” sayılan veremi kendisine yakıştıramadıkları için “akciğer iltihabı” tanısı koymuşlardı. Oysa, atlattığı badirelerin, katlandığı güçlüklerin, onca çırpınışına karşın üstesinden gelemediği siyasal ve askeri sorunların bedeli olan bu ölümcül hastalık; atalarının ölümüne neden olan nikrise, istiskaya kıyasla onun için onurlu bir sondu. Sultan Mahmud, hastalığının son evresinde, kızkardeşi Esma Sultan'ın Çamlıca'daki köşkünde hava değişimindeyken Viyana'dan getirilen bir hekimin günlerinin sayılı olduğunu söylemesinden sonra, Esma Sultan'ın özel hekiminin verdiği bir ilaçla son kez kendine gelip oturmuş; yemek yiyip iki çubuk içmişti. Bu aldatıcı iyiliğin süreceğini sanan saray halkı kurbanlar keserken İstanbul'da da şenlikler düzenlenmiş; veba yüzünden karantinada tutulan hacılar, borç yüzünden tutuklu olanlar serbest bırakılmıştı. Oysa padişah ertesi gün komaya girdi. Bu durum halktan gizlendiği gibi, Nizip yenilgisinin haberi de henüz gelmediğinden şenlikler sürüyordu. II. Mahmud, bu anlamsız ve yersiz yaz şenliği ortamında 1 Temmuz 1839'da öldü. Sağlığında, türbesinin yapılması için uygun gördüğü Divan Yolu'ndaki Esma Sultan Sarayı arsasına sağnak altında gömülerek üzerine bir çadır kuruldu. Daha sonra buraya türbe yapıldı.
Sayfa 462 - 30- Sultan II. MahmudKitabı okudu
·
167 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.