Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Demokrasi karşıtları 27 Mayıs'ı “devrim” diyerek överken, demokrasi yanlıları onu bir “darbe” olarak nitelemişlerdir. 27 Mayıs'ın hemen ertesinde 27 Mayıs hareketini nitelemek üzere, “inkılâp”, “ihtilal” ve “devrim” kelimeleri kullanıldı. Hem hareketin aktörleri hem de basın bu kelimeleri kullandı; en çok da inkılâp kelimesi kullanıldı. (...) O dönemde halkın ve medyanın üzerinde ağır bir baskı vardı; 27 Mayıs'a “darbe” demek mümkün değildi. Fakat zamanla, darbenin şiddeti azaldıkça, bu hareketin bir devrim olmadığı, bir darbe olduğu açıkça ifade edilmeye başlandı. Çünkü bu hareket, halkın katılımı ile olmamıştı ve hareketin sonunda bir rejim değişikliği de olmamıştı. Ayrıca, iktidar bir sınıftan alınıp başka bir sınıfa da verilmemişti. Dolayısıyla bir devrim değildi. Olan, ordu içinde, hiyerarşiye ve hukuka aykırı olarak kurulan gizli örgütlerin, halkın seçtiği meşru hükümeti devirmesi ve iktidarı ele geçirmesiydi. Yani siyaset bilimindeki anlamıyla bir darbedir. 27 Mayıs hükümetin yanı sıra, ordunun üst yönetimini de silah zoruyla devirmiştir. Bu açıdan 27 Mayıs bir “gece baskını” olarak da nitelenebilir. 27 Mayısçılar eğer başarısız olsalardı, “terör örgütü kurmak ve hükümeti devirmek” suçlamasıyla yargılanacaklar ve o günkü mevzuata göre idamla cezalandırılacaklardı.... Siyaset biliminde darbenin tanımı şöyledir: Darbe, (bir devrim veya isyanda olduğundan farklı olarak) bir küçük grup tarafından gerçekleştirilen yasa ve anayasa dışı eylemle iktidarın ele geçirilmesidir. Darbeyi ordu içinde örgütlenmiş/çeteleşmiş bir grup veya gruplar gerçekleştirir ve darbeden sonra bunlar yönetimi ele geçirirler. Yani cuntaya dönüşürler. Cunta kelimesi İspanyolcadan gelmektedir. Ülkeyi ellerindeki silahlı güce dayanarak yöneten asker gruba “cunta” denmektedir. Cuntalar başlangıçta çetelerdir. Önce bir çeteleşme ortaya çıkar. Bu çete, uygun araçlara sahip olup, yönetime el koyduğu zaman cunta adını alır. (...) Uzun süredir hazırlıkları yapılan darbe 27 Mayıs Cuma günü sabahın erken saatlerinde, radyodan canlı yayınla Albay Alparslan Türkeş'in tok sesiyle tüm ülkeye duyurulmuştur. (...) Bildiride sözü edilen gerekçeler birer bahaneden ibarettir. Her ne kadar bildiride tarafsız bir dil kullanılmış ve hiçbir zümrenin hedef alınmayacağı ifade edilmişse de uygulamada hukuk dışı yöntemlerle, sadece DP ve DP'liler cezalandırılmışlardır. (...) Başlangıçta DP'lilere yönelik topyekûn bir hareket olmadıysa da yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen profesörlerin teklifiyle tüm DP milletvekilleri gözaltına alınıp Yassıada'ya gönderildi. 3 DP'li idam edildi, birçoğu hapse mahkûm edildi. (...) Darbeyi gerçekleştiren gizli örgüt mensupları darbenin başarıya ulaşması üzerine Milli Birlik Komitesi adını alarak yönetime el koydular. (...) 27 Mayıs 1960-25 Ekim 1961 arası dönemde ülkeyi fiilen MBK yönetmiştir. Darbeyi fiilen başlatan ve yöneten Tümgeneral Cemal Madanoğlu'ydu. Başta 3. Ordu Kumandanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala olmak üzere birçok kumandan, darbenin başında düşük düzeyli bir komutanın olmasını yadırgamışlardı. Bunun üzerine Orgeneral Cemal Gürsel, apar topar İzmir'den Ankara'ya getirilerek darbenin başına geçirildi ve MBK lideri ilan edildi. MBK, plansız, programsız ve hazırlıksız bir örgütler koalisyonu şeklindeydi. Bu nedenle birçok konuda profesörler tarafından yönlendirilmiştir. (...) Gürsel, darbenin başı değildi; darbenin başına getirilmişti. Otoriter ve karizmatik bir kişiliğe sahip değildi. MBK ülkeyi, geçici anayasanın ilan edildiği 12 Haziran'a kadar bildirilerle yönetti. MBK ilk olarak yeni anayasayı hazırlama görevini İÜ Rektörü Sıddık Sami Onar'ın başkanlık ettiği bir profesörler heyetine verdi. Aynı zamanda bütün siyasi partilerin faaliyetleri yasaklandı. (...) 27 Mayıs-12 Haziran arası dönem MBK'nın “fiili iktidar” dönemidir; MBK hiçbir hukuki sınırlama altında olmaksızın bildirilerle ülkeyi yönetmiştir. 12 Haziran 1960-6 Ocak 1961 arası dönemde geçici anayasa yürürlükte olmuştur. 6 Ocak 1961-25 Ekim 1961 arası dönem Kurucu Meclisin açılışından sivil hükümetin kuruluşuna kadar geçen süreyi ifade eder. Bu dönemde yasama görevini Kurucu Meclisin MBK kanadı ile Temsilciler Meclisi kanadı ortak yürütmüşlerdir. (...) MBK üyeleri kabaca iki eğilimden oluşuyordu. Generallerin ve görece daha yaşlıların oluşturduğu ılımlılar, olabildiğince kısa bir süre içinde genel seçimlerin yapılmasını ve iktidarın yeniden sivillere bırakılmasını savunuyordu. Aşırılar (radikaller) olarak anılan ikinci grup ise MBK yönetiminin uzun sürmesini istiyordu. Bu gruba göre bu uzun süre içinde ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik düzeni yeniden yapılandırılmalıydı. Gürsel'in ön planda olduğu ılımlılar CHP'ye yakındı ve iktidarın CHP'ye devredilmesine sıcak bakıyordu. Türkeş'in öncülük ettiği aşırılar ise DP yanlısı değildi ancak iktidarın CHP'ye verilmesine de taraftar değildi. (...) İlk başlarda, MBK'nın başında Gürsel bulunmakla birlikte darbenin “kudretli albayı” olarak Başbakanlık Müsteşarı Türkeş gerçek iktidar sahibi olarak görülüyordu. Zamanla iki grup arasındaki iktidar yarışı şiddetlendi. 22 Eylül'de Türkeş Müsteşarlıktan alındı ve en sonunda yarış ılımlıların aşırıları bertaraf etmesiyle sonuçlandı. (...) Bu iç darbe sürecinde İnönü de, ılımlılar denilen kişilerle özel görüşmeler yapmış ve tasfiye sürecine fiilen katılmıştı. (...) Gürsel ve Madanoğlu'nun gizli hazırlıkları sonrasında, 13 Kasım 1960 sabahı 14 üye MBK'dan atıldı; eski MBK dağıtıldı ve 23 üyeli yeni MBK kuruldu. 14 üye yurtdışına, çeşitli elçiliklere danışman olarak gönderildi. “14'ler" olarak anılan bu kolektivist-radikal grubun tasfiyesini CHP'ye yakın ve sol çevreler olumlu karşıladı. Ordu içindeki alt rütbeli subaylar ise bu tasfiyeyi kızgınlıkla karşıladı. Tasfiye eden grubun liderliğini Cemal Madanoğlu yapıyordu. Tasfiye edilenlerin liderliğini ise Alparslan Türkeş yapıyordu. (...) 14'lerin ayrılmasından sonra MBK, biraz daha CHP'nin etkisi altına girdi. CHP'nin telkinleri doğrultusunda bir an önce seçim, yeni anayasa ve hukuki hazırlıklar için Kurucu Meclis oluşturulmasına karar verildi. 1924 Anayasasını kaldıran MBK yeni anayasayı yapmak üzere atama yoluyla bir kurucu meclis oluşturdu. 6.1.1961'de göreve başlayan Kurucu Meclis, MBK ve Temsilciler Meclisi'nden oluşuyordu. Temsilciler Meclisi, DP dışındaki partilerden ve meslek kuruluşlarından gelen üyelerle oluşmuştu. Temsilciler Meclisi, az sayıdaki CKMP'li temsilciler hariç, fiilen büyük çoğunluğu CHP'lilerden oluşan bir kurul oldu. Dolayısıyla hazırlanan anayasa da CHP'nin görüşleri yönünde oluştu. Hazırlanan anayasa 9.7.1961'de halkoyuna sunuldu; özgür bir hayır kampanyasına izin verilmediği halde %39,4 oranında hayır oyu çıktı. (...) 1961 anayasası, DP dönemine bir tepki anayasasıdır. Bu anayasanın genel olarak milli iradeyi sınırlayıcı ve seçilmişleri vesayet makamları ile kontrol altında tutucu bir felsefesi vardır. 61 Anayasası özü itibariyle, halka ve seçilmiş siyasetçiye güvenmeme esası üzerine kurulmuştur. Bu nedenle yasamayı kontrol maksadıyla, bir kısmı darbecilerden oluşan Senato kurulmuştur. Ayrıca bir kısmı Yüksek Adalet Divanından gelen üyelerle oluşan Anayasa Mahkemesi kurularak yasama ikinci defa vesayet altına alınmıştır. (...) A. Hamdi Başar'a göre, “bir anayasa diktatörlüğü kurulmak istenmişti. Devlet içinde devlet denilebilecek birtakım yan organlar kurulmuş, bunlara geniş yetkiler tanınmıştı.” (...) TBMM, egemenliği kullanan anayasadaki yetkili organlardan sadece biri durumuna düşürülmüştür. (...) Darbeden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinden tutuklanan 485 Kürt kökenli vatandaş Sivas'ta, herhangi bir suç isnat edilmeksizin ve bir mahkeme kararı olmaksızın, kışladan bozma bir kampta toplandı. Resmi bir suçlama yoktu ama gazete haberlerine göre tutuklananlar “DP grubu içinde Kürtçülük propagandası yapmakla” suçlanıyorlardı. Tutuklananlar, bölgenin önde gelen ailelerinin fertleriydi. İçlerinde kanaat önderleri, belediye başkanları, ağa ve şeyhler de vardı. Bu kişilerin menkul ve gayrimenkul mallarına el konuldu. Bu kamptaki 9 aylık süre içinde ne bir savcılığa ne de bir mahkemeye çıkarıldılar. 19 Ekim 1960 tarihinde çıkarılan 105 sayılı Mecburi İskân Kanunu'yla içlerinden 55 kişi batı bölgelerinde çeşitli yerlere sürgün edildi. Kanunun gerekçesinde şöyle deniyordu: “Sosyal bazı reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye'de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık, şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek...” Tek parti döneminin zihniyetini yansıtan bu kanun 23.10.1962'de kaldırıldı ve sürgünlerin memleketlerine dönmelerine izin verildi. Malları geri verildi, ancak topraklarının 5000 dönümden fazlası verilmedi. Bu olay, DP hükümetinin rehabilite etmeye çalıştığı ve büyük bir oranda başarılı olduğu, küllenmeye yüz tutmuş Kürt sorununu yeniden kanatmıştır. DP döneminde bölgede sağlanan devlet-millet dayanışması yeniden yaralanmıştır. Yeniden kanatılan bu yara, 60'lı yılların ikinci yarısında başlayan sol rüzgârla derinleşip, terör örgütü PKK'ya dönüşecektir... (...) (...) Said-i Nursi'nin Urfa'daki naşı gizlice çıkarılmış ve Isparta'da kimsenin bilmediği bir yere gömülmüştür. Aslında darbenin ilk günlerinde darbecilerin düşüncesi üç ay içinde yeni seçimleri yapmak ve arkasından da iktidarı sivil hükümete devretmekti. DP'lileri de sürgüne göndermeyi düşünüyorlardı. Fakat başta İÜ Rektörü Sıddık Sami Onar olmak üzere profesörler heyeti, darbecileri DP mensuplarını yargılama konusunda tahrik etti. Onlara göre, eğer darbeciler DP'lileri yargılamazsa ileride yeniden iktidara geldiklerinde onlar darbecileri yargılayabilirlerdi. Ayrıca, DP'lilerin cezalandırılmaları darbenin meşruiyetini de temin edecekti. İstanbul Üniversitesinin “hukuk” profesörlerinden oluşan ilim heyeti, darbenin başından itibaren darbecileri yöneten ve yönlendiren esas aktörlerden biri olmuştur. (...) Darbeciler, bu sözde hukukçuların yönlendirmesiyle öncelikle 1924 anayasasını yürürlükten kaldırdılar; geçici bir anayasa ilan ettiler. Böylece kendilerinin suçlanmasının önünü kesmiş oldular. Daha sonra, "tabii hâkim” ve “kanunların geçmişe yürümezliği” ilkelerine aykırı olarak Yüksek Adalet Divanı adı altında, hukuka aykırı bir şekilde özel bir “mahkeme” kurdular. (...) 11 ay süren sözde yargılamalardan sonra 15 sanık hakkında idam, 32 sanık hakkında ömür boyu hapis cezası verildi. Bunlar arasında, DP'lilerin yanı sıra, genelkurmay başkanı Rüşdü Erdelhun da bulunuyordu. MBK 15 idam cezasından üçünü onayladı. Başbakan, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edildi. (...) MBK'nın ordu üzerindeki icraatları ve alt düzeylerdeki hareketlilik, bir süre sonra üst düzey subayları rahatsız etmeye başlamıştı. Üst düzey subaylar MBK'nın, yalnızca orduyu ilgilendirebilecek konulara müdahalesinden ve ordu hiyerarşisini bozmasından rahatsız oldular. MBK üyesi alt düzey subayların generaller karşısındaki üstün ve amir konumu da ordunun yüksek kademesini rahatsız ediyordu. Alt düzeydeki subaylar da radikal görüşleriyle hareketlenmeye başlamışlardı. Ordu üst kademesi, hem alt rütbedeki subayların kendi başlarına yapabilecekleri herhangi bir eylemi önlemek hem de MBK'yı kontrol etmek amacıyla Silahlı Kuvvetler Birliği'ni (SKB) kurdu. SBK, başta genelkurmay başkanı olmak üzere üst düzey komutanlarının tamamına yakınını çatısı altında barındırıyordu. SKB ilk güç gösterisini 6.6.1961'de, MBK tarafından görevden alınan Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in görevde kalmasını sağlayarak gösterdi. Tansel SKB'nin liderlerindendi. Bu gelişmeden sonra, MBK'nın ipleri elinden kaçırdığını gören Madanoğlu MBK'dan istifa etti. Cemal Gürsel MBK'nın lideri değildi, göstermelik bir figürdü. MBK'nın iki fili lideri vardı: Türkeş ve Madanoğlu. Madanoğlu, Türkeş ve ekibini tasfiye ettikten sonra MBK içinde güçlenmişti. Fakat SBK'nın ortaya çıkmasıyla Madanoğlu da MBK'dan ayrıldı. Böylece MBK, resmen olmasa da fiilen ortadan kalktı. İpler SKB cuntasının eline geçti. MBK, Tansel'in iadesi dışındaki, SKB'nin bir muhtıra şeklinde bildirdiği diğer isteklerini de kabul etti. SKB'nin lideri Cevdet Sunay bu olaylardan sonra, 11.6.1961'den itibaren MBK toplantılarına da katılmaya başladı. Böylece SKB, iktidarı fiilen MBK'dan almış oldu. Ordu içinde, SKB'nin dışında, alt düzey subayların Talat Aydemir öncülüğünde örgütlediği cuntalar da kurulmaya başlamıştı. Bunlar da fiilen bazı konulara müdahil oluyorlardı. SKB, alt düzey subayların muhtelif zamanlardaki darbe girişimlerini önledi. Örneğin, 1962 ve 63'de Talat Aydemir'in hiyerarşi dışı darbe teşebbüslerini önledi. SKB elde ettiği gücü siyasete müdahalede de kullandı. (...) Hükümetin kuruluşuna ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine, İnönü ve Gürsel lehine müdahale etti... 27 Mayıs yönetimi, halka güvenmeme ve siyaseti vesayet altına alma konusundaki düşüncelerini kurumlaştırmıştır. Anayasal bir kurum olarak oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu, sureta tavsiye/ danışma kurulu gibi kurulmuş olmakla birlikte fiilen genel bir vesayet ve yönlendirme kurumu olarak işlev görmüştür. MGK 27 Mayıs sonrasında, fiilen yürütmenin üzerinde ve yürütmeyi yönlendiren bir kurum olmuştur. (...) Bazen de —28 Şubat ve 12 Mart örneğinde olduğu gibi— MGK bizzat darbenin aktörü olmuştur. MGK yoluyla ordu siyasete bulaştırılmıştır. TSK, Ordu Yardımlaşma Kurumu aracılığıyla da ticarete bulaştırılmıştır. Ordu mensuplarının ekonomik durumunu düzeltmek amacıyla 3.1.1961'de kurulan bu kurum, zamanla büyüyerek ekonominin birçok alanında yatırımlar yapan bir holdinge dönüşmüştür. Zamanla bu holding yasal ayrıcalıklarını da kullanarak Türkiye'nin üç büyük holdinginden biri haline gelmiştir. MGK ve OYAK, Yeniçeriliğin ilgasından itibaren, ordunun bozulmasını önlemek üzere ihdas edilmiş olan “ticarete ve siyasete bulaşmama” ilkesinin, kurumsal ve sürekli olarak ihlali anlamına gelmektedir, Yaklaşık 50 yıl boyunca siyaseti yönlendiren MGK, Erdoğan dönemindeki değişimler sonucunda, büyük bir oranda sivilleştirilerek siyasetin dışına çıkarılmıştır. OYAK ise, imtiyazlarını kaybetmiş ve askeri niteliğinden sıyrılarak normal bir şirkete dönüşmüştür... (...) MBK 4.1.1961 tarihinde, TSK İç Hizmet Kanununu çıkardı. 27 Mayıs sonrasının darbecileri, darbe ve darbe teşebbüslerini bu kanunun 35. ve 85. maddesine dayandırdı. MBK bu kanunla, askeri darbelerin meşru olduğu intibasını yaratmış ve diğer darbelerin yolunu açmıştır. Nitekim 12 Eylülcüler dahil, bütün darbeciler darbelerini bu kanuna dayandırmıştır. 27 Mayıs en büyük kurumlaşmayı yargı üzerinde gerçekleştirmiştir. (...) Yüksek Hâkimler Kurulu'nu kurdu ve kooptasyon usulüyle oluşan bir yüksek yargı mekanizması oluşturdu. Böylece yüksek yargıyı, aynı ideolojik çerçeve içinde, kapalı devre çalışan, değiştirilemez bir yapıya kavuşturdu. 27 Mayısçılar Anayasa Mahkemesini de kendilerine yakın üyelerden oluşturarak 27 Mayıs düzeninin devamını sağlamaya çalıştılar. Yüksek yargıdaki bu 27 Mayısçı yapılanma, yine Erdoğan zamanında, 2010'da yapılan referandumla sonlandırılabilmiştir. 27 Mayıs cuntası son olarak, Askeri Yargıtay'ı anayasal bir kurum haline getirerek askerleri olağan hukukun üzerinde, ayrıcalıklı bir konuma çıkarmıştır. 27 Mayıs sonrasında asker kişiler, sivil yargının dışında ve üstünde, asker kişileri kollayan, üyeleri askerlerden oluşan mahkemelerde yargılanmışlardır. Bu mahkemelerin tarafsız ve bağımsız olmadığı izahtan varestedir... (Askeri Yargıtay da Erdoğan zamanında kaldırılmıştır... ) (...) 27 Mayıs darbesinden sonra darbenin aktörleri Fransa'ya öykünerek “II. Cumhuriyet” tabirini kullanmışlardır. II. Cumhuriyet deyimini ilk kullanan, Cemal Gürsel'dir. Böylece “İkinci Cumhuriyet” deyimi Türk siyasi literatürüne kazandırılmış oldu. (...) Sonuç olarak 27 Mayıs darbesi Türk demokrasisinin doğal evrimini kesintiye uğratmış ve yeni düzenlemelerle demokrasinin geleceğini de vesayet altına almıştır. 27 Mayıs yönetimi yaptığı olumsuz icraatlar nedeniyle halkın da tepkisini çekmiştir. Darbe sonrası yapılan ilk seçimde DP'nin tabanına hitap eden partiler oyların toplam %62'sini alarak darbenin onaylanmadığını ispat etmişlerdir. Bu durumu hazmedemeyen askerler bir defa daha siyasete müdahale etmiş ve milli iradenin tersine olarak silahlı baskılarla İsmet Paşa'nın Başbakan, Gürsel'in de cumhurbaşkanı olmasını sağlamışlardır. 27 Mayıs darbesinin inşa ettiği vesayetçi ve sınırlı demokrasi düzeni, 50 yıl boyunca siyaseti denetim altında tutmuş, pek çok darbenin ve darbe teşebbüsünün sebebi olmuştur. Bu düzeni bozmak için ilk girişimleri Özal başlatmışsa da neticenin alınması Erdoğan döneminde mümkün olabilmiştir...
·
233 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.