Gönderi

Demirel, parti içi muhalefeti yönetmekte ve parti içinde tutmakta açık bir başarısızlık içine düşmüştür. Muhalifleri ikna etmek ve yönetmek yerine, onları tasfiye etmeyi, partiden atmayı tercih etmiştir. Demirel, parti içi muhaliflerden Osman Turan ve Saadettin Bilgiç gibi isimlerden sonra, geriye kalan son muhalif olan Aydın Yalçın'ı da, 12 Mart darbesinden sadece 4 gün önce tasfiye etmiştir. Demirel, parti içi muhalefeti bitirdiği anda 12 Mart darbesi olmuş ve kendisi de bitmiştir... Fakat 12 Mart darbesinin bütün faturasını Demirel'e kesmek hakkaniyete uymaz. 1960'lı yılların sonlarından itibaren artan siyasi gerilimler, toplumsal değişimler, dünyada meydana gelen olayların Türkiye'ye yansımaları ve ordu içinde yaşanan gelişmeler, patlayıcı bir durum yaratacak şekilde bir araya gelmiştir... Gelişen süreçte üniversiteler kaynamaya başlamış ve ilk üniversite işgali Haziran 1968'de gerçekleşmiştir. Bu ilk işgalden sonra üniversitede eylemler nitelik ve nicelik olarak ileri boyutlara yükselmiştir... Darbeye giden süreçte, DİSK önderliğindeki işçiler de yoğun olarak eylem halindeydiler... Demokratik yollarla iktidara gelinemeyeceğini savunan sol görüşlü örgütler ise, ordu içindeki destekçilerinin yardımıyla gerçekleştirilecek bir darbenin hazırlığıyla meşgul idiler... 1960'lı yılların sonlarında, sol gruplar tarafından başlatılan siyasi şiddet olaylarına sağdan da cevap gelmeye başlamıştır. 16 Şubat 1969 tarihinde gerçekleşen “Kanlı Pazar” hadisesi, bu kutuplaşmanın kanlı bir sonucu olarak tarihe geçmiştir. Olaylarda 2 kişi ölmüş ve 100'den fazla kişi yaralanmıştır. 1969 yılında başlayan öğrenci çatışmaları 12 Mart 1971'e kadar artarak devam etmiştir... Ocak 1971 itibariyle Türkiye'de, 27 Mayıs öncesine benzer bir ortam vardır: Ordu içindeki darbeci odaklar hareket halindedir. İstanbul ve Ankara'da üniversite merkezli öğrenci olayları olmaktadır. Basında, özellikle sol basında, hükümet aleyhinde yayınlar yoğunlaşmaktadır... İki büyük şehir dışında, ülkenin geri kalan kısmında ise sükûnet vardır, ekonomide sıkıntı olmasına rağmen halk katında bir toplumsal tepki ve protesto eylemi söz konusu değildir. Darbeye götüren esas gelişme ordu içinden doğmuştur. Esasen 27 Mayıs'tan sonra ordu içindeki birçok odak, devrimin tamamlanmadığı düşüncesiyle birçok cunta kurmuşlardı. Bu cuntalar, hiçbir siyasi, ekonomik ve sosyal sorun yokken bile darbe planlaması yapıyorlardı. Cuntalardan en önemlisi Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un öncülük ettiği cuntaydı. Bu cuntayı fikri olarak Doğan Avcıoğlu öncülüğündeki Yön-Devrim grubu destekliyordu. Cuntacılara göre 27 Mayıs'ın eksiği, fikri bir hazırlığının olmamasıydı. Hâlbuki kendilerinin ciddi bir fikri hazırlığı vardı. Yön-Devrim grubu, darbe (onlara göre devrim) öncesinde bütün fikri hazırlığı yapmıştı. Hatta Bakanlar Kurulu bile hazırdı. Darbeden sonra Devrim Anayasası, Devrim Konseyi, Devrim Partisi, Devrim Meclisi ve devrim karşıtlarını bertaraf etmek üzere de Devrim Mahkemeleri kurulacaktı. Devrimcilerin planladığı düzen, Suriye ve Irak'ta darbeyle kurulmuş olan Baas rejiminin bir benzeri olacaktı. Sosyalizm, milliyetçilik ve devletçilik karışımından oluşan bir diktatörlük kurulacaktı. (...) Ordunun alt tabakası, Doğan Avcıoğlu'nun devrimci fikirleriyle adeta büyülenmiş gibiydi ve bir an önce darbenin (onlara göre devrimin) yapılması gerekiyordu. Bu girişime önderlik etmeleri için Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur seçilmişti. Plana göre darbeden sonra Batur Devlet Başkanı, Gürler ise Başbakan olacaktı. Darbenin organizatörü Orgeneral Celil Gürkan ise Başbakan Yardımcısı olacaktı. Darbe tarihi bile belirlenmişti: 9 Mart 1971. Ancak Faruk Gürler, son aşamada, muhtemel bir darbede kendisinin de tasfiye edileceği endişesiyle çekingen bir tavır aldı. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın darbe karşıtı olması da bu çekingenliği etkileyen başka bir faktördü. Kara Kuvvetleri, Gürler eliyle, darbe girişiminden çekilince, kara gücünün olmadığı bir darbenin başarısız olacağını düşünen Hava Kuvvetleri Komutanı Batur da 9 Mart girişiminden çekildi. Böylece başsız kalan alt düzeydeki darbeciler, düğmeye basamadılar. Gürler ve Batur darbeden vazgeçmişlerdi ancak ordunun alt katmanları kaynıyordu; bunların da bir şekilde tatmin edilmesi, tabir caizse, gazlarının alınması gerekiyordu. Aksi halde ordu içinde kontrolsüz bir patlama ya da iç çatışma olabilirdi. Nihayetinde, daha çok sağa yakın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve yine sağa yakın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ile sola yakın Gürler ve Batur, 9 Mart gibi köktenci bir darbe yerine daha ılımlı bir müdahale konusunda anlaştılar. Onların naif düşüncelerine göre, yapılması gereken "reformlar” vardı ve partili hükümetler bu reformları yapmıyordu. Kendilerinin yönlendirmesiyle kurulacak bir “partiler üstü hükümet” bu reformları yapacak ve bütün sorunları çözecekti. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının bu yönde hazırlayıp imzaladığı darbe bildirisi (muhtıra), 12 Mart günü saat 13.00'te radyoda ve mecliste okunmuştur. (...) Muhtıradaki en önemli istek yeni bir hükümetin kurulmasıydı. Demirel muhtıranın okunmasından sonra, aynı gün içinde görevinden istifa ederek darbecilerin en önemli isteğini yerine getirmiştir. Demirel, muhtıra karşısında herhangi bir direniş göstermemiştir. Ona göre önemli olan meclisin açık tutulmasıdır; hükümeti feda ederek meclisi kurtarmıştır... (...) Darbe sonrasında sol aydınlar ve sol basın, muhtıranın, bekledikleri “devrim” olduğunu sanıp darbeyi desteklediler. Fakat bir süre sonra, bunun bekledikleri devrim olmadığını anlayınca muhalefete geçtiler. Demirel'in istifası sonucunda iktidar, fiilen ordunun üst kademe komutanlarının eline geçti. Kısa bir süre sonra ise esas güç Cumhurbaşkanı Sunay ile Genelkurmay Başkanı Tağmaç'ın eline geçti. 11 ilde sıkıyönetim ilan edildiği için bu illerde iktidar, sıkıyönetim komutanlarına geçti. Örneğin İstanbul'da iktidar, sıkıyönetim komutanı Orgeneral Faik Türün'deydi. 12 Martçıların ilk icraatı ordu içindeki tasfiye hareketi oldu. Başta Celil Gürkan olmak üzere, 9 Mart cuntasının ileri gelenleri ile radikal subaylar emekliye sevk edildiler. (...) İşin ilginci, tasfiye kararnameleri, henüz yeni hükümet kurulmadığı için, görevi devam eden Demirel tarafından imzalanmıştır. Demirel'i devirmek isteyenler, Demirel'in imzasıyla tasfiye edilmişlerdir... Tarafsızlık iddiasıyla siyasete müdahale eden komutanlar kısa bir süre sonra, 19 Mart 1971'de, hükümeti kurmakla, CHP'li Nihat Erim'i görevlendirdiler. Erim, (...) başbakan olmadan önce, İnönü'nün de icazetiyle, CHP'den istifa edip “bağımsız ve tarafsız” oldu. Erim'in Hükümetinde 5 AP'li, 3 CHP'li, 1 Milli Birlik Grubu üyesi ile parlamento dışından 14 teknokrat vardı. 26 Mart 1971-3 Aralık 1971 arasında ancak sekiz ay görevde kalabilen koalisyondan, özellikle teknokrat bakanlardan, reform paketini parlamentodan geçirerek yürürlüğe koymaları bekleniyordu. Ancak bu hükümetteki 11 teknokrat, askerlerle anlaşamayıp kısa bir süre sonra istifa ettiler. Erim, AP'nin desteğiyle Aralık ayında, ikinci hükümetini kurduysa da bu hükümet de yürümedi. Erim, vekâleti Milli Savunma Bakanı Ferit Melen'e bırakarak Başbakanlıktan ayrıldı (16 Nisan 1972). Ferit Melen'in Başbakanlığında, 22 Mayıs 1971'de, AP, CHP ve MGP'den isimleri bir araya getiren koalisyon hükümeti kuruldu. Büyük umutlarla ve reform vaadiyle göreve başlayan Erim Hükümeti, hiçbir önemli icraat yapamadan dağılmıştır. Bu hükümetin en önemli icraatı, 12 Mart'a karşı silahlı direniş başlatan Türk Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türk Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) gibi aşırı sol örgütlere karşı giriştiği operasyonlardır. Sol örgütlere yönelik operasyonlara paralel olarak, YÖN grubuna yakın olanlar başta olmak üzere, sol aydınlar da tutuklandılar ve yargılandılar. İstanbul'un sıkıyönetim komutanı sağa yakın bir isim olan Orgeneral Faik Türün, sol aydınlara karşı yoğun bir tutuklama operasyonu başlattı... Erim Hükümetinin ilk yaptığı icraatlardan biri de ABD'nin isteği üzerine haşhaş ekimini yasaklamak olmuştur. ABD, uzun süredir bu konuda Türkiye'yi sıkıştırıyordu. Ancak bütün baskılara rağmen Demirel haşhaş ekimini yasaklamamıştı. (...) 12 Mart döneminde pek çok sivil toplum kuruluşu ile iki parti kapatılmıştır. Bu bağlamda, DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), DEV-GENÇ (Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu), DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) başta olmak üzere pek çok örgüt ve sendika kapatılmıştır. Siyasi partilerden TİP ve MNP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Bu dönemde en çok dikkati çeken, aşırı sol örgüt mensuplarının yargılanmaları ve bu yargılamalar sonucunda üç idam cezasının uygulanmış olmasıdır. Bu dönemde pek çok sol örgüt hakkında dava açılmış olmakla birlikte en önde dikkati çeken dört örgüt olmuştur. Bunlar arasında Mahir Çayan ve arkadaşlarının yargılandıkları THKP-C, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılandıkları THKO, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının yargılandıkları TİİKP (Türkiye İhtilâlci İşçi-Köylü Partisi) ile İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının yargılandığı TKP-ML (Türkiye Komünist Partisi / Marksist-Leninist) davaları sayılabilir. Bilindiği gibi bu davaların sonucunda Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilmişlerdir. Bu cezaların onaylanmaması için CHP bir takım girişimlerde bulunduysa da askeri cihetten gelen baskılar sonucunda idamlar onaylanmış ve infaz edilmiştir. Bu dönemde siyasi arenada da önemli gelişmeler olmuştur. En önemli gelişme CHP'de olmuştur. Muhtıranın akabinde İnönü, askerin siyasete müdahalesine karşı çıkmıştı. Ancak İnönü'ye verilen bir brifingden sonra İnönü, 12 Mart'ı destekledi ve Erim'e hükümeti kurması için izin verdi. Bunun üzerine, parti içinde Erim karşıtı grubun lideri olan Ecevit, genel sekreterlikten istifa ederek, parti içi iktidarı ele geçirmek için mücadele başlattı. Bu mücadele sürecinde 5-7 Mayıs 1972'de gerçekleşen beşinci Olağanüstü Kurultay'da Ecevit'i destekleyen Parti Meclisi'nin güvenoyu almasıyla CHP'de bir dönem sonra ermiştir: Ecevit karşıtı grubu destekleyen İnönü, 8 Mayıs 1972'de Genel Başkanlık görevinden istifa etmiştir. Genel Başkanlık seçimi için 14 Mayıs 1972'de toplanan kurultayda, tek aday olarak seçime giren Bülent Ecevit CHP'nin yeni Genel Başkanı olmuştur. 12 Mart'ı desteklemeyen Ecevit, genel başkan olduktan sonra kabinedeki CHP'li bakanları geri çekti. Böylece Melen Hükümeti de sona erdi. İnönü, bu gelişme üzerine 5 Kasım 1972'de CHP'den ve takiben 14 Kasım 1972'de milletvekilliğinden istifa etti. Eski cumhurbaşkanı sıfatıyla Senato üyesi oldu. Bu süreçte yeni bir partinin kuruluşu ile sonuçlanacak diğer bir istifa ise, Kemal Satır ve arkadaşlarının CHP'den istifasıyla 4 Eylül 1972'de Cumhuriyetçi Parti'nin kuruluşudur. Bu dönemde kurulan diğer bir parti ise MNP'nin kapatılmasının ardından Milli Görüş hareketinin ikinci partisi olarak, 11 Ekim 1972'de kurulan Milli Selamet Parti'sidir. Cumhuriyetçi Parti'nin, kuruluşundan kısa bir süre sonra kendini feshetmesini takiben, Turhan Feyzioğlu'nun Milliyetçi Güven Partisi bir olağanüstü kurultay kararı alarak 3 Mart 1973 tarihinde toplandı, parti divanını 50 kişiye çıkarttı ve parti divanınca seçilecek 12 GYK üyesi belirledi. “Güç birliği” olarak anılan bildiriyi imzalayanlar ise partinin kurucu üyeleri olacaktır. Bu değişikliklerle, CHP'den ayrılanlar (CP) ile bir araya gelinmiş oldu. Aynı gün öğleden sonra kongre “III. Büyük Kongre” olarak devam etmiş ve partinin adı Cumhuriyetçi Güven Partisi olarak değiştirilmiştir. Bu dönemde, AP ile Demokratik Parti arasındaki ayrılık da derinleşmiştir. DP, 12 Mart'a sert bir şekilde karşı çıkarken; AP darbecilerle ılımlı bir ilişki geliştirmiş ve kurulan hükümetlere destek vermiştir. Bu dönemde Dev-Genç ile birlikte Ülkü Ocakları da kapatılmıştır. Ancak MHP ve Türkeş, 12 Mart'a karşı açık bir karşıtlık içine girmemiş; bu dönemi geri planda ve tartışmaların dışında durarak geçirmiştir. Neticede darbe, daha çok, MHP'nin de karşıt olduğu sol örgütlerin üzerine gitmiştir... (...) Darbe dönemlerinin klasiklerinden biri de anayasada değişiklik yapılmasıdır. (...) Erim ve Melen hükümetleri döneminde Anayasada yapılan değişiklikler esas itibariyle, 61 Anayasasının liberal yönlerini budamaya ve devlet otoritesini güçlendirmeye yönelik değişikliklerdir. (...) Buna ek olarak, ordunun elindeki malların denetlenmesi usullerine, Sayıştay'ın bu konudaki yetkilerini sınırlayan bir “gizlilik” unsuru getirilmiştir. Ordu harcamaları bağlamında şunu da vurgulamak gerekir: Türkiye'nin askeri bütçesi 1971 yılında, 1970 yılına oranla, %30 artırılmıştır. (...) Bu değişiklikler sonucunda askerler, hem bütçelerini artırmış hem de harcamalarının denetimini engellemiş oldular... (...) Anayasa değişiklikleri dışındaki konularda, özellikle bu dönemde çokça söz edilen “reformlar” konusunda, sözde “partilerüstü hükümetler” başarılı olamamıştır. Anayasayla ilgili değişiklikler konusunda başarılı olunmasının sebebi ise Demirel'in sözkonusu değişiklikleri kendi politikasına uygun bulması ve desteklemesidir. Anayasada yapılan değişiklikler %80 oranında zaten Demirel'in planladığı türden değişiklikler olmuştur. (...) Plana göre, genelkurmay başkanı olacak isim bir yıl sonra cumhurbaşkanı olacaktı... Bir yıl sonra esas kavga bu seçimlerde oldu. Askerler 27 Mayıs'tan itibaren, cumhurbaşkanlığı makamını kendilerine ait görüyorlardı; en tepedeki makamı, genelkurmay başkanlığından sonra çıkılan bir makam olarak kabul ediyorlardı. 1973 Mart'ında yapılacak seçimin kavgası aylar öncesinden başladı. Gürler, en başından beri kendini bu göreve hazırlıyordu. Hem muhtıranın güçlü adamı, hem ordunun sevilen komutanı ve genelkurmay başkanıydı. Bu görev onun hakkıydı. Ordu bütün katmanlarıyla Gürler'i seçmek için siyasilere baskı yapmaya başladı. Cevdet Sunay, kendisi için yapılan prosedürü Gürler için uyguladı: Genelkurmay başkanlığından istifa eden Gürler'i, ertesi gün kontenjan senatörü yaptı. Meclis üyesi olan Gürler, artık cumhurbaşkanlığı için aday olabilirdi. Gürler ve onu destekleyenler sonuçtan emindi, pek çok siyasetçi gönüllü oy verecekti, gönülsüz olanlar ise sürekli tehdit ediliyorlardı. Onların da gönülsüz de olsa oy vereceklerini düşünüyorlardı. Normal şartlarda düşündükleri doğruydu. Ancak bir gelişme bütün oyunu bozdu. Gürler'in seçilmesi için baskı yapan ekibe dâhil olmayan birisi vardı: Muhsin Batur. Darbeyi yapan öncü ekipten olan Batur, ganimetten kendi payını istiyordu. Gürler cumhurbaşkanı olacaksa, ondan boşalan yere de kendisi oturmalıydı. Ancak ordunun yerleşik gelenekleri ileri sürülerek Batur'un karacı olmadığı için genelkurmay başkanı olamayacağı ileri sürüldü. Batur bunun üzerine Gürler'in arkasından çekildi. Gürler'in işini zora sokan bir işaret de İstanbul'dan geldi. Sağ akımlara yakınlığıyla bilinen 1. Ordu Komutanı Faik Türün, Gürler'in cumhurbaşkanı olmasına karşıydı; Gürler'i, solcu-devrimci çevrelere yakın olması nedeniyle tasvip etmiyordu. Hem Batur'un hem Türün'ün olumsuz tavrını gören siyasetçilerin eli güçlendi. Gürler karşıtı bu gelişmeleri öğrenen siyasetçiler, başta Demirel ve Ecevit olmak üzere direnmeye karar verdiler. Ordu bir bütün olarak hareket edemiyorsa siyasetçiler bir bütün olarak hareket ederlerse kazanırlardı. Öyle de yaptılar; ilk defa darbecilere karşı siyasetçiler ortak hareket ettiler. Bütün tehditlere rağmen Demirel ve Ecevit, Gürler'in seçilmesine yeşil ışık yakmadılar. 13 Mart 1973 günü Mecliste yapılan ilk oylama büyük bir gerginlik içinde geçti. Bütün dinleyici locaları üniformalı subaylar tarafından doldurulmuştu. Meclis üyelerine, yukarıdan aşağıya doğru, tehditler ve hakaretler ediliyordu. Meclis adeta muhasara altına alınmıştı. Ölüm tehdidi de dâhil her türlü tehdit yoluna başvurulmuştu. Hayır oyu vermeyi düşünen siyasetçileri rahatlatan şuydu: Dinleyici localarında bir önemli kişi, yani Batur yoktu; havacı subaylar da yoktu. Bundan güç alan parlamenterler Gürler'e gerekli desteği vermediler. Yapılan oylamada Gürler, AP'nin adayı Tekin Arıburun'un gerisinde kaldı. Yapılan diğer oylamalarda da hiçbir aday gerekli çoğunluğu sağlayamadı. Gürler'in oyu, artacağına azalmaya başladı. Seçilemeyeceğini anlayan Gürler, 21 Mart günü adaylıktan çekildi. Gürler, giriştiği savaşı kaybetmişti. Hem yıllardır hayalini kurduğu genelkurmay başkanlığını kaybetmiş hem de cumhurbaşkanlığını kaybetmişti. (Bunun üzüntüsüyle hastalanan Gürler, iki yıl sonra ölmüştür.) Gürler'in püskürtülmesiyle, 1971 Mart'ında başlayan 12 Mart darbesi, iki yıl sonra, 1973 Mart'ında fiilen bitmiştir. Ancak müdahalenin tamamen bitmesi ve sivil hükümetin kurulması için biraz daha zaman vardır. 1973 sonunda seçimler yapılmış ve 1974 başında sivil hükümet kurulmuştur... (...) Nisan ayında Demirel, Ecevit ve Talu'nun istişareleri neticesinde, sonradan Feyzioğlu'nun da desteği ile, ılımlı kişiliğiyle tanınan emekli oramiral Fahri Korutürk ismi öne çıktı. Siyasetçiler dayatılan askeri reddetmişlerdi ama konjonktür gereği, kendi içlerinden biri yerine yine bir askeri seçmek zorunluluğu içinde olduklarını biliyorlardı. “Asker kökenli birisi seçilecekse bizim seçtiğimiz bir asker olsun” mantığıyla Korutürk ismi üzerinde uzlaştılar. 6 Nisan 1973'de Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı seçildi. Başbakan Ferit Melen ise ertesi gün istifasını verdi. Korutürk, Naim Talu'ya hükümeti kurma görevi verdi. Talu AP, CGP ve bağımsız milletvekilleri ile 15 Nisan 1973'de bir koalisyon hükümeti kurdu. Seçim hükümeti niteliğindeki bu hükümet Türkiye'yi 1973 seçimlerine götürmüştür.
Sayfa 134Kitabı okudu
216 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.