Gönderi

Askerler 1979 sonunda bir uyarı mektubuyla açıkça siyasileri uyarmışlardır. Fakat siyasal parti liderleri, mektuptaki uyarıları üzerlerine almamışlar ve somut bir işbirliğine yanaşmamışlardır. Bunun üzerine askerler artık nasıl müdahale edeceklerine dair çalışmalara başlamışlardır. 12 Eylül'e doğru, siyasi kattaki bu aymazlığa paralel bir şekilde sokakta da hareketlilik artmış, toplumsal çatışmalar iyice hızlanmış, çatışmalar toplumun bütün katmanlarına yayılmıştır. Ölü ve yaralı sayısı günbegün artmakta; yer yer iç savaş görüntüsünü andırır manzaralar ortaya çıkmaktadır. Bir askeri darbe için artık her şey hazırdır; düdüğü çalmak için en uygun tarih gözlenmektedir. Böyle bir ortamda sürekli çalışıp çözüm üretmesi gereken kurum olan TBMM tam bir umursamazlık ve aymazlık içindedir. Meclis yeterli çoğunluk sağlanamadığından hemen hemen hiç toplanamaz hale gelmiştir. Ağustos ve Eylül aylarına ait tutanaklarda en çok şu cümle geçmektedir: “Yeterli çoğunluk sağlanamadığı için... ertelenmiştir.” (...) 12 Eylül sabahı sadece siyasetçiler değil topyekûn bir millet, tank sesiyle uyanmıştır... (...) 27 Mayıs darbesi, bir avuç alt düzey cuntacının, plansız programsız bir macerası sonucunda kotarılmıştı. 12 Mart ise hükümeti devirmekle yetinmiş, birkaç rötuş hariç, parlamentoyu ve genel düzeni olduğu gibi bırakmıştı. 12 Eylül darbesi, emir kumanda zinciri içinde yapılmış, ordunun bütününün onayladığı bir darbeydi. (...) 12 Eylül saat 04.00'da başlayan darbe, halka bir bildiriyle duyuruldu. Bildiride özetle, devlet otoritesinin kalmadığından, rejimin varlığına yönelik saldırıların arttığından, artan anarşi sebebiyle can ve mal güvenliğinin kalmadığından, “sapık ideolojilerin” yaygınlaştığından bahsedilerek iç hizmet kanununa dayanılarak müdahalenin gerçekleştiği ifade edilmiştir. Darbenin amacı da şöyle ifade edilmiştir: Ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak.” (...) 11 Eylül günü akan kan, 12 Eylül günü aniden durmuştu. Bu nasıl olmuştu? Bu iş bu kadar kolay mıydı? Kolaysa, sıkıyönetim döneminde neden durmamıştı? (...) Çünkü ülke son iki yılını sıkıyönetim altında geçirmiştir ve bu süre içinde güvenlikle ilgili tüm yetki ve sorumluluk askerlerin üzerindedir. Sıkıyönetim döneminde terörün azalması ve bitmesi gerekirken, tam tersine en kanlı eylemler, en ses getirici cinayetler bu son iki yılda gerçekleşmiştir. (...) Elbette bu sürecin dış dinamikleri, özellikle de ABD kaynaklı dinamikleri de mevcuttur. İran Devrimi dolayısıyla Ortadoğu'da mevzi kaybeden ABD'nin ve NATO'nun çeşitli yollarla darbe yönünde teşviklerde bulunduğu, Türkiye'yi sağlama almaya çalıştığı bilinmektedir. Darbe sonrasında ABD'lilerin “bizim çocuklar başardı” dedikleri de malumdur. (...) 12 Eylül'e doğru giden yıkıcı süreçte birçok önemli olay derin örgütlerin provokasyonu şeklinde tezahür etmiştir; darbenin olgunlaşması istenmiştir. Bedrettin Demirel gibi askeri zevatın “darbenin olgunlaşması için 2 yıl bekledik” türünden açıklamaları da bu tür yorumları haklılaştıracak yöndedir... Özetle, son iki yıl önemlidir; darbe son iki yılda kotarılmıştır; ve bu son iki yılda ülkenin güvenliğinden siviller değil askerler sorumludur... Bu noktada vurgulamak gerekir ki, bütün meşruiyetini “terörü bitirdik” söyleminden alan askeri yönetim sırasında, ülkenin esas ve gerçek terör örgütü PKK'nın serbestçe örgütlenip güçlendiği de bir vakıadır. PKK 12 Eylül öncesinin önde gelen bir terör örgütü değildir; sıralamada sonlarda yer almaktadır. PKK esas güçlenmesini 12 Eylül döneminde sağlamıştır. Nitekim terörün kökünü kazıdığını söyleyen 12 Eylül yönetiminin sona ermesinin üzerinden sadece 7 ay geçtikten sonra, Ağustos 1984'te PKK Eruh ve Şemdinli'yi basarak gücünü göstermiştir. (...) Emekli orgeneral Aytaç Yalman'ın, PKK'nın 12 Eylül yönetimi zamanında güçlendiğine dair açıklamaları (...) önemli bilgileri barındırmaktadır: "1970'lerden itibaren ise Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) var. Bu da çok önemlidir. Henüz PKK gibi bir terör olayı yok. DDKO var örgüt olarak. Bu da kapatıldı ve davası yıllarca sürdü. PKK öncesinde bu tür dernekler, örgütler ve gizli partiler var. Bir şekilde sosyal-siyasal alana çıkmak, o alanda yer tutmak istiyorlar. Belki sorun bu boyuttayken bazı sosyal önlemler alınabilmiş olsaydı, bugünkü boyutuna gelmeyebilirdi. Askeri dönem dediğim dönem ise 1978 yılında Fis köyünde PKK'nın kurulmasıyla başlayan dönemdir. Bu tarih terör döneminin başlangıcı olarak alınabilir. Ancak Türkiye o tarihte de bu olayı görememiştir. PKK 1978'de kuruldu ama ciddi terör eylemini 1984'te yapabildi, Eruh-Şemdinli baskınıyla. 1978'den sonra Abdullah Öcalan Suriye'ye geçti. Bekaa'da kamp kurdu. 1982-1984 arasında ciddi hazırlık yaptılar. Türkiye bunun da farkında değildi. O zaman Evren Paşa dönemi, askeri yönetim var. Ancak, Apo-PKK olayı nedir, bunlar ne yapıyorlar, hazırlıkları nedir diye ciddi bir çalışma yok. Yönetim pek ciddiye almıyor. O dönemde bunlara 'Apocular' deniliyor. 'Apocular' diye kayıt tutulup izleniyor ama sıkı bir çalışma değil bunlar. Bana göre 1978-1984 arasındaki yönetimin bu tutumu bir hatadır. Olayın ciddiyeti 1984 Eruh-Şemdinli baskınıyla ortaya çıkıyor. PKK terörünün başlangıcı olarak bu tarih alınabilir.” Yine 12 Eylül döneminde, “bitirilemeyen” örgütlerden birisi de sonradan FETÖ adı verilecek olan örgüttür. Örgütün elebaşı Fetullah Gülen, arananlar listesinde yer aldığı halde “yakalanamamış” ve örgütü de bitirilememiştir... Sokaklara varıncaya kadar askerin hâkim olduğu ve tek tek evlerin arandığı bir dönemde bu zatın yakalanamamış olması bir acziyetin değil bir imtiyazın sonucu olsa gerektir... Bu dönemde, kapatılmadan yayınına devam eden örgütün yayın organı Sızıntı Dergisi yoğun bir şekilde 12 Eylül'ü ve Evren'i öven yayınlar yapmıştır... (...) Terör konusunda, bütün olup bitenler topluca değerlendirildiğinde şöyle bir yorumda bulunmak mümkündür: 12 Eylül askeri yönetimi sırasında, son iki yılda (1978-80 arasında), üretilmiş ya da küçümsenmiş terör sona erdirilmiştir; Türkiye'nin esas başını ağrıtacak konuda, gerçek terör (PKK ve FETÖ gibi örgütler) konusunda ise yeterli tedbir alınmamıştır. Tersine, Diyarbakır hapishanesindeki işkence olaylarının ve bölgede Kürtçe konuşmanın yasaklanması gibi olayların da etkisiyle PKK gibi bir örgütün güçlenmesine ve toplumsal zemin bulmasına 12 Eylül yönetimi —bilerek ya da bilmeyerek— neden olmuştur. Dolayısıyla 12 Eylül'ün “terörü bitirdik” söylemi, inandırıcılık zemininden mahrumdur... 12 Eylül darbesi, siyasi yapılanma olarak, isimlerini değiştirerek, 27 Mayıs'ın kurumlaşmasını örnek almıştır. Örneğin 12 Eylül yönetimi, 27 Mayıs'ın Milli Birlik Komitesi mahiyetinde bir kurum kurmuş ve adına da Milli Güvenlik Konseyi demiştir. 27 Mayıs'ın Kurucu Meclisi gibi bir meclis kurmuş ve bunun temsilciler kanadına Danışma Meclisi demiştir. (27 Mayısçılar buna Temsilciler Meclisi diyorlardı). Milli Güvenlik Konseyi, yasama organı olarak kurulmuştur. Hem devletin hem MGK'nın başkanı Kenan Evren'dir. Kuvvet komutanları da MGK'nın üyesidirler. TBMM binasına karargâh kuran MGK, kurulur kurulmaz çok hızlı bir yasama faaliyetine girişmiş ve çok sayıda kanun çıkarmıştır. (...) 12 Eylül cuntası yürütme görevini görmek için bir de hükümet kurmuştur. MGK'nın en çok zorlandığı konu hükümet konusu olmuştur. (...) Nihayet, Özal'ın teklifi üzerine, darbe hazırlığının içinde bulunmuş ama Ağustos'ta emekli olmuş olan emekli oramiral Bülent Ulusu'nun hükümeti kurması üzerinde uzlaşma sağlandı. Hükümet daha çok, teknokrat nitelikli üyelerden oluştu. Özal, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı oldu. (...) 12 Eylül cuntası, siyasal partilere karşı tutumunda 27 Mayıs cuntası gibi taraflı davranmadı. Önce bütün siyasi faaliyetleri durdurdu. Bir süre sonra da bütün partileri kapattı. 12 Eylül'ün Cumhuriyeti kuran partiyi (CHP) de kapatması, tarafsızlık açısından dikkate değer bulunmuştur. Bu kararıyla 12 Eylül, CHP'nin dokunulmazlığına ve bir nevi siyasi kutsallığına da son vermiş oldu. CHP lideri Ecevit, partilerin kapatılmasından önce, siyasi faaliyetlerin durdurulması kararının hemen akabinde, CHP genel başkanlığından istifa etti. (...) 12 Eylül döneminde dört temel partinin liderleri önce gözaltına alındılar sonra da yargılandılar. Demirel hariç diğerleri (Erbakan, Ecevit, Türkeş) çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. Erbakan yaklaşık 1,5 yıl, Türkeş yaklaşık 4,5 yıl hapis cezası aldılar. Ecevit ise birkaç aylık aralıklarla yaklaşık bir yıl hapis cezası aldı. 12 Eylül, 27 Mayıs'tan farklı olarak siyasi parti liderlerine acımasız davranmadı, onlardan hiçbirini idamla cezalandırmadı. Bu bakımdan kan dökmemiş ve siyasi kan davası yaratmamış oldu. 12 Eylül, liderler düzeyinde idam cezası vermemekle birlikte, alt düzey siyasi kişiler hakkında çok sayıda idam cezasını infaz etti. Siyasi örgütler hakkında, sıkıyönetim mahkemelerinde açılan çok sayıda davanın sonucunda, 7000 kişinin idamı istendi. Askeri Yargıtay 124 idam cezasını onayladı. Toplamda 50 kişi idam edildi. Resmi idam cezaları dışında çok sayıda kişi hapishanelerde ölmüştür. Askeri yönetim boyunca, hapishanelerde, “doğal olmayan ölüm” sayısı 229 oldu. Bunların çoğunun işkenceden öldüğü iddia edilmiştir... 12 Eylül cuntası, “tarafsızlık politikasını” idamlar konusunda da sürdürdü. Evren'in bu konudaki meşhur deyimi şöyledir: "Bir sağdan bir soldan astık..." 12 Eylül yönetimi, en büyük operasyonları toplumsal alanda yapmıştır: Sağdan ve soldan bütün siyasi örgütler, dernekler ve sendikalar kapatıldı; mensupları tutuklandı ve yargılandı. Pek çok sayıda kamu görevlisi ihraç edildi. Bu bağlamda, işçi konfederasyonlarından sadece Türk-İş'in faaliyetine izin verildi. DİSK, MİSK ve Hak-İş gibi konfederasyonların çalışmaları durduruldu; mal varlıkları bloke edildi. Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki tüm dernek ve sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri durduruldu. 12 Eylül yönetimi, 27 Mayıs döneminde olduğu gibi üniversitelerde geniş çaplı tasfiyeler yaptı. Bütün üniversiteleri tek elden kontrol altına almak için YÖK'ü kurdu. Pek çok bilim adamı, siyasi görüşleri nedeniyle üniversiteden atıldı. 1402 Sayılı Sıkıyönetim Kanunu'na göre görevden atılmaları dolayısıyla bunlara “1402'likler” denildi. (Normal döneme geçildikten sonra uzun hukuki mücadeleler sonunda, 90'ların sonuna doğru bu öğretim üyeleri tekrar görevlerine dönebildiler). Bu dönemde ülke dışarıya kapatıldı. Binlerce kişinin pasaportuna el konularak yurtdışına çıkışı engellenirken, yurtdışına giden binlerce kişi de MGK kararıyla vatandaşlıktan çıkartıldı. Askeri yönetimin hışmına uğrayan bu kişiler arasında terör olaylarıyla ilgisi olmayan ünlü sanatçılar, akademisyenler, sendikacılar, sivil toplum örgütü yöneticileri ve politikacılar da vardı. 12 Eylül yönetimi, üniversiteler dışında, basın yayın alanında faaliyet gösteren pek çok aydını da gözaltına aldı, tutukladı ve yargıladı. Pek çoğunu hapis cezaları ile cezalandırdı. Pek çok yayın organı temelli olarak kapatıldı. Siyasi içerikli bütün yayınlar yasaklandı; kitaplar toplatıldı... (Bu dönemde FETÖ'nün yayın organlarına ve dershanelerine dokunulmamıştır...) Siyasi ve toplumsal alana, askeri yöntemler ve ağır cezalandırmalarla müdahale eden askeri yönetim iktisadi alanı Özal'a emanet etti. Özal, ise kendisinin mimarı olduğu 24 Ocak kararlarını, pek çok siyasi ve hukuki engelden kurtulmuş olarak rahatça hayata geçirdi. Özal'ın liberalizasyon politikaları sonucunda enflasyon düştü, piyasa rahatladı, bulunmayan bütün mallar piyasada bulunur oldu. Bu da halkta büyük memnuniyet yarattı. Halkın en önemli problemi terör ve ekonomik sıkıntılardı. Bu iki konuda halkı rahatlatan 12 Eylül yönetimi, bunun semeresini anayasa oylamasında alacaktır... Bütün darbelerde olduğu gibi 12 Eylül darbesi de anayasaya el attı. (...) İÜ Hukuk Fakültesinden Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı tarafından hazırlanan anayasa metni, Danışma Meclisinde, alelusul görüşüldükten sonra son şeklini MGK'da aldı ve Ekim ayında Resmi Gazete'de yayınlandı. Yeni anayasa, esas itibariyle 27 Mayıs'ın vesayetçi düzenini tahkim etti. Bireyi değil devleti önceledi. Özgürlükleri değil kısıtlamaları esas aldı. Siyasi ve sosyal alanı yoğun bir devlet denetimine maruz bıraktı. Devletin üzerindeki genel askeri denetimi MGK eliyle iyice güçlendirdi ve kurumsallaştırdı... Cumhurbaşkanı olarak Evren düşünüldüğü için Anayasada cumhurbaşkanına aşırı yetkiler verildi. (...) Ayrıca geçici 4. maddeyle eski partilerin merkez yöneticilerine 10 yıl, eski milletvekillerine ise 5 yıl süreyle siyasi faaliyet yasağı getiriliyordu. Anayasaya konulan başka bir geçici maddeye göre de MGK üyeleri, askeri yönetim zamanında yaptıklarından dolayı yargılanamayacaklardı. Yeni anayasanın halkoyuna sunulması sürecinde Evren il il dolaşarak evet kampanyasını yürüttü. Hayır kampanyası yürütmek ise yasaktı, Basın yayın organlarında da sadece anayasanın lehinde olan görüşler yayınlandı. Yapılan oylama sonucunda anayasa %92 evet oyuyla onaylandı. Hayır oyları %8'de kalmıştı. Bu yüksek kabul oyunun arkasında, yukarıda izah ettiğimiz gibi, terörün bitmesi ve ekonomideki rahatlama büyük bir rol oynamıştır. Ayrıca askerlerin bir an önce gitmesi ve normal düzene geçilmesi için evet oyu verilmesi bir zorunluluktu. (...) Anayasanın onaylanmasıyla Evren de otomatikman cumhurbaşkanı oldu. Bu da tuhaf bir usul olarak tarihe geçmiştir. Rakibi olmayan tek aday olarak seçime giren Evren, anayasanın kabulünü kendi cumhurbaşkanlığının da kabulü olarak görmüştür. (...) Evren'in cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte diğer MGK üyeleri de yeni anayasa ile ihdas edilen Cumhurbaşkanlığı Konseyi'nin üyesi oldular. Bu suretle devletin en tepesindeki vesayetçi rollerini sürdürdüler. 7 yıl boyunca Milli Güvenlik Konseyi, isim değiştirmiş olarak, siyaset üzerindeki dolaylı kontrolünü sürdürdü... Askeri yönetim, yine bütün darbe dönemlerinde olduğu gibi, normal düzene geçilmeden önce siyasi partiler kanunu ile seçim kanununa el attı. Siyasi Partiler Kanunu (SPK) 24 Nisan 1983'te, Milletvekili Seçimi Kanunu da 10 Haziran 1983'te kabul edildi. Her iki yasa da hem kurulacak partilerde kimlerin kurucu olacakları konusunda, hem de ilk seçimde kimlerin milletvekili adayı olabilecekleri konusunda MGK'ya mutlak veto yetkisi veriyordu. (...) Amaç, yepyeni siyasi partilerle yepyeni bir siyasetçi kadrosu yaratmak ve eskilerin izlerinden kurtulmaktı. Seçim sistemiyle ilgili en önemli özellik barajın getirilmesidir. 12 Eylül yönetimi, 27 Mayıs'ın tersine, çok partili ve çok sesli bir meclis yerine, 2 büyük 1 küçük partiden oluşan, tek parti iktidarını mümkün kılan “istikrarlı” bir meclis istiyordu. Plana göre, iki büyük partinin biri solcu biri sağcı olacaktı. Sağcı partinin tek başına anayasayı değiştirememesi için onun oylarını bölmek üzere bir de küçük sağ parti kurulacaktı. Düşünülen büyük sağ partiyi de askerler kuracaktı. Anayasa oylamasındaki %92'lik evet oyuna güvenen askerler, iktidarı “normal” dönemde de ellerinde tutacaklarına inanıyorlardı... Askerler meclise çok sayıda partinin girmesini önlemek için baraj tedbirini düşündüler. Meclise girebilmenin ön şartı olarak hem seçim çevresinde hem de ulusal düzeyde barajlar koydular. Ulusal seçim barajı %10 gibi çok yüksek bir barajdı. (...) Siyasi, sosyal ve hukuki alanı, militarist bir zihniyetle yeniden dizayn eden askerler, 1983 yılının Nisan ayında, sınırlı da olsa siyasi faaliyetlerin önünü açtılar; yeni partilerin kuruluşuna izin verdiler. Askerlere göre, siyasetçilerin bozduğu düzeni rayına oturtmuşlardı; artık eski siyasetçilerin olmadığı, sadece askerlerin onayından geçecek siyasetçilerden oluşan yeni bir siyasi düzen kurulabilirdi...
Sayfa 170Kitabı okudu
154 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.