Gönderi

Özal (II)
ANAP, referandumda başarılı bir sonuç almıştı, ancak bu sonucun tamamını partisine kanalize etmesi mümkün değildi. O yüzden, seçimler öncesinde işini sağlama almak ve seçimi garantilemek için, büyük partinin lehine olmak üzere seçim sistemi üzerinde değişikliklere gitti. Bu bağlamda, çoğunluk partisini kayıran üst barajlar (kontenjan) öngörülmüş, ayrıca ön seçim yasağı ve propaganda kısıtlamaları getirilmişti. Seçim kanunundaki değişiklikle birlikte 29 Kasım 1987 tarihinde erken genel seçimlerin yapılmasına karar verildi ve aynı gün Meclis tatil kararı aldı. Yeni kanun doğrultusunda Yüksek Seçim Kurulu seçim döneminin başlangıcı olarak 11 Eylül 1987 tarihini belirledi ve şu partilerin seçimlere katılacağını açıkladı: ANAP, SHP, DYP, DSP, RP, MÇP ve IDP. (...) Genel seçimlere 7 parti ve 72 bağımsız aday katıldı. Partiler ve liderleri şunlardır: ANAP (Özal), DSP (Ecevit), DYP (Demirel), IDP (Aykut Edibali), MÇP (Türkeş), RP (Erbakan), SHP (Erdal İnönü). 29 Kasım 1987 günü yapılan milletvekili genel seçiminin toplu sonuçları şöyledir: ANAP %36,31'lik oy oranıyla 292, SHP %24,74'lük oy oranıyla 99, DYP %19,14'lük oy oranıyla 59 milletvekili çıkarmıştır. Bu sonuçlarla ANAP Meclis çoğunluğunu tek başına sağlayıp hükümeti kurma hakkı elde ederken, SHP 99 milletvekili ile ana muhalefet partisi olmuştur. (...) Seçim sonucunda, dört eski siyasi liderden sadece Süleyman Demirel ve partisi DYP seçim barajlarını aşmayı başarıp Meclise girebilmiştir. (...) 1987 seçimleri, seçim öncesinde sistemde yapılan ve büyük partiyi kayıran değişiklikler neticesinde, temsilde adalet bakımından en adaletsiz seçimler olarak yorumlanmıştır. ANAP %36 oyuna karşılık meclisin %64'ünü ele geçirmiştir. Yani aldığı oyun iki katına yakın milletvekili kazanmıştır. SHP %24'lük oy oranına karşılık mecliste %22 ile temsil edilebilmiştir. DYP ise %19 oyuna karşılık %13'lük bir temsil imkânı bulabilmiştir. %10 barajını aşamayan partilerin aldığı %20 civarındaki oy ise meclisi hiç temsil imkânı bulamamıştır. (...) Demirel'in popülist söylemiyle rekabet etmek zorunda kalan ANAP, reformcu söylemini terk edip daha popülist bir söylem içine girmiştir. Bundan önceki seçimler sonucunda parlamento üyesi olanlar, MGK'nın onayından geçmiş kişilerdi. Bu seçim öncesinde böyle bir mekanizma olmadığı için daha farklı kesimlerden ve farklı görüşlerden adaylar seçilebilmişlerdir. Bunun sonucunda askeri rejime tepkili kesimleri temsil eden milletvekilleri bu tepkilerini mecliste bir şekilde ifade ettiler. Örneğin cumhurbaşkanı Evren'in, meclise girişinde ayağa kalkmadılar ve konuşmasını alkışlamadılar. Bunlar daha çok SHP ve DYP'li milletvekilleriydiler... Seçim sonuçlarından sonra Özal yeniden başbakan olarak görevlendirildi ve yeni hükümet güvenoyu alarak göreve başladı. (...) Özal bu dönemde, sayısal olarak biraz daha güçlendiği için askeri vesayeti geriletmek, daha sivil ve daha demokratik bir Türkiye manzarası inşa etmek için uğraş verdi. Özal, demokrasinin seçilmiş kişilerin hâkim olduğu bir rejim olduğunu ve “atanmışlar”ın “seçilmişler”e tahakküm ettiği bir rejimin demokrasi olamayacağını düşünüyordu. Bundan dolayı da “atanmışlar” ile “seçilmişler” arasındaki dengenin “seçilmişler” lehine değişmesi için çabalamıştır. Bunun için de ordunun yetkisini ve ayrıcalıklarını azaltmanın yollarını aramıştır. Vesayetin ortadan kaldırılması yönünde bu dönemde gerçekleşen iki önemli gelişme, Özal'ın askeri kesimin etkilerini azalttığını belirgin bir şekilde göstermektedir. Bunlardan birincisi, 27 Mayıs darbesinden itibaren bırakın denetlenmeyi, hiçbir şekilde tartışılmayan savunma bütçesinin ve savunma fonlarının, parlamentoda tartışılmaya başlanması ve Sayıştay'ın denetimine açılmasıdır. Böylece o güne kadar tabu olarak kabul edilen bir konu daha şeffaf olarak görülmeye başlanmıştır. İkincisi şudur: Askerler bağlı oldukları başbakanı hiç işe karıştırmadan genelkurmay başkanını belirlemek istediler; Özal ise buna mani oldu... Askerlerin planına göre, 30 Ağustos 1987 tarihinde emekliye ayrılması gereken dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Necdet Öztorun'un görev süresi uzatılacak ve genelkurmay başkanı yapılacaktı. Bu maksatla dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ Ağustos'tan önce emekli olacak, böylece istenen değişim gerçekleşecekti. Ancak Başbakan Özal, Cumhurbaşkanı Evren'in de görüşünü alarak, iki generalin de emekli olmasını sağladı; bu suretle Necip Torumtay'ın genelkurmay başkanı olmasını sağladı. Böylece, askeriyenin değil, başbakanın dediği olmuş oldu. 1987-89 döneminde Özal'ın karşısında eski kurt politikacılardan oluşan bir cephe vardı. O yüzden Özal enerjisini bu dönemde ekonomiden daha çok iç siyasete harcamış, mesaisinin büyük çoğunluğunu, politik polemiklere cevap yetiştirmekle geçirmiştir.  (...) Bu dönemde Özal'ın başını ağrıtan en önemli konu, yolsuzluklar konusudur. Ekonomide liberalleşmenin ve uzun süren tek başına iktidar olgusunun tetiklediği bir kısım yolsuzluk olayları, muhalefet tarafından, sanki yaygın ve baskın bir olguymuş gibi iç politikaya malzeme yapıldı. Bu bağlamda başta Özal ailesi olmak üzere Özal'ın yakınları aleyhinde yoğun yolsuzluk haberleri yapıldı. Bunlardan bazısı gensoruya dönüştürüldü. (...) 1987-89 döneminin en mühim hadisesi, hiç kuşkusuz Özal'a yapılan suikast girişimidir. Özal, statükoyu temelden sarsan ve pek çok oligarşik baronu rahatsız eden icraatlarıyla, birçok karanlık odağın tepkisini çekmişti. İşte bu karanlık odaklardan birisi, en sonunda Özal'ın varlığını hedef aldı. 1988 yılında yapılan ANAP kurultayında Özal, Kartal Demirağ adlı kişinin suikast girişimine hedef oldu. Demirağ, Özal'a ateş açtıysa da başarılı olamadı; Özal, parmağından aldığı yarayla olayı atlattı (18.6.1988). Sanık mahkûm olduysa da, olayın perde gerisi anlaşılamadı. Özal'ın yakınlarına göre, Özal bu olayı derinlemesine araştırdı ve birtakım sonuçlara ulaştı; ancak bu sonuçları açıklamanın ülkeye bir faydası olmadığını düşünerek açıklama yapmadı. (...) ANAP, 1987 seçimini kazanmıştı ama 1983 seçimine göre %9 oy kaybına uğramıştı. (...) Yerel seçim öncesinin konjonktürü ANAP'ın aleyhineydi. 1987 Genel Seçimi sonrasında medyada tartışılan yolsuzluklar, Özal Ailesi hakkındaki dedikodular (...) gibi gelişmeler siyasi havayı ANAP aleyhine çevirmişti. Beklendiği gibi ANAP yerel seçimlerden büyük bir yenilgiyle çıkmıştır. (...) 1984 yerel seçimiyle kıyaslandığında ANAP oylarını yarı yarıya kaybetmiş, DYP oylarını iki katına çıkarmış, SHP ise ilk yerel seçiminde %28,7'lik başarı elde etmişti. (...) ANAP sekiz büyükşehrin hiçbirisinde belediye başkanlığını kazanamamıştır. Sekiz büyükşehir belediyesinin altısını SHP (Adana, Ankara, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kayseri), birini DYP (Bursa), birini RP (Konya) kazanmıştır. RP'nin yerel seçimlerde elde ettiği oy artışı 1991 ve 1995 Genel Seçimlerinde de devam etmiştir. DYP ise bu seçimde elde ettiği başarıyı 1991 Genel Seçimine taşımış ve (...) seçimi birinci parti olarak sonuçlandırarak iktidar olmuştur. Dış politikada Özal, tarafsız ve çok boyutlu dış politikasını bu dönemde de devam ettirmiştir. Genel olarak Batı ekseninde yer almakla birlikte İslam ülkeleriyle ve Batı-dışı diğer ülkelerle dış-politik ilişkileri geliştirmiştir. Özal döneminin Türkiye'yi de yakından ilgilendiren en önemli dış-politik sorunu İran-Irak savaşıdır. Özal, yaklaşık sekiz yıl süren yıpratıcı İran-Irak Savaşı'nda aktif tarafsızlık siyaseti izlemiş ve iki ülkeyle de ticaretini arttırarak fayda sağlamıştır. (...) Özal, Filistin-İsrail Sorunu konusunda, her zaman mağdur Filistinlilerin lehine davranmıştır. Özal, 15 Kasım 1988 tarihinde sürgünde Filistin Devleti ilan edildiğinde, dışişleri bakanlığının muhalefetine rağmen Filistin Devleti'ni Mısır, Suriye ve Ürdün gibi pek çok Arap ülkesinden bile erken tanımıştır. Özal'ın bu tavrı İsrail karşıtlığı sonucu değildi. Çünkü kuşatıcı ve yapıcı bir siyaset izleyen Özal, aynı dönemde İsrail ile de ilişkileri geliştirmeye önem vermiştir. 1980'lerin başında maslahatgüzarlık düzeyine indirilen temsil düzeyini 1986 yılında yükseltmiş ve Telaviv'e büyükelçi göndermişti. Bu dönemde, Avrupa ülkeleriyle de ilişkiler daha da geliştirilmiştir. (...) Özal'ın, Yunan mevkidaşı Andrey Papandreu'ya anlaşmazlıkları bir tarafa tutarak iş birliği alanları üzerinde çalışma teklifi yapması Yunanistan ile ilişkileri olumlu olarak etkilemiş oldu. Benzer şekilde, ABD ile ilişkilerde de olumlu gelişmeler yaşanmış ve ikili ilişkiler çeşitlenmiştir. İki ülke arasındaki savunma iş birliğinin temeli olan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması 1987 yılında yenilenmiştir. Öte yandan, Batılı uluslararası yapılarla ilişkiler normalleştirilmiş hatta bazı konularda beklenmeyen gelişmeler yaşanmış özellikle insan haklarının iyileştirilmesi ve ihlallerin engellenmesi yönünde çok önemli adımlar atılmıştır. Örneğin Türkiye, vatandaşlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvurma hakkını kabul etmiştir. Özal hükümeti 1987 yılında, hem Avrupa Konseyi hem de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen “işkenceyi ve gayri insani muameleyi önleyen sözleşmeleri” imzalamıştır. Hatta Özal Türkiye'si, 26 Kasım 1987'de Strasbourg'da imzalanan İşkencenin ve Gayri İnsani ya da Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi'ni 26 Şubat 1988 tarihinde onaylayan ilk üye devlet olmuştur. Özal hükümeti 29 Nisan 1988 tarihinde, BM İşkence ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya karşı BM Sözleşmesi'ni de onaylamıştır. Cumhuriyet'in başından beri oluşan teamül, iktidardaki partinin genel başkanının cumhurbaşkanı olması şeklindeydi. M. Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Celal Bayar, iktidar partisinin genel başkanlarıydılar ve bu sebeple cumhurbaşkanı olmuşlardı. 27 Mayıs darbesinden sonra gelişen teamül ise, asker kökenli kişilerin cumhurbaşkanı olması şeklindeydi. Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk ve Kenan Evren emekli asker idiler ve ordunun baskısıyla cumhurbaşkanı olmuşlardı. Özal, askeri teamülün sona ermesini ve yeniden eski usule dönülmesini istedi, Demokrasinin gereği, iktidardaki partinin genel başkanının cumhurbaşkanı olmak istemesi onun hakkıydı. Özal da cumhurbaşkanı olmak istiyordu; bu onun demokratik hakkıydı. Üstelik partisi ANAP, mecliste net bir üstünlüğe sahipti. 1982 anayasası, cumhurbaşkanı seçimini kolaylaştırıyordu. Bütün bu gerekçelerden yola çıkan Özal, cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu. Aslında parlamenter sistemde cumhurbaşkanlığı makamı icraat makamı değil temsil makamıdır. Yetkileri semboliktir. Her ne kadar 82 Anayasası cumhurbaşkanına fazla yetkiler vermiş olsa da icraat konusunda esas yetki başbakandadır. Yetkisi az olmasına rağmen bütün parti genel başkanlarının hayali, bir numaralı makam olan cumhurbaşkanlığı makamına yükselmektir. Özal da bu hayali taşıyordu ve bu amaçla aday oldu. Özal'ın cumhurbaşkanı olmak istemesindeki bir sebep de ANAP'ın içine düştüğü durumdur. ANAP'ın oy oranı 1987'den itibaren düzenli olarak düşüyordu. Özal ekonomideki köklü dönüşümleri ve ihracat odaklı büyümeyi gerçekleştirmesine, sanayileşmeyi Anadolu'nun büyük kentlerine yaymasına rağmen enflasyon, işsizlik, gelir dağılımı alanlarında istikrarı bir türlü sağlayamamıştı. Ayrıca ANAP'ın iç işlerinde yaşanan tartışmalar, nepotizm ve Özal'ın gözde adamları hakkındaki yolsuzluk haberleri ile ANAP sürekli kan kaybetmiş ve durağan hale gelmişti. Bu sebeplerle Özal, muhtemeldir ki ANAP'ı yeniden yükselişe geçiremeyecek olması düşüncesiyle ya da ANAP'ın yeniden canlanması için görev değişiminin gerekliliği düşüncesiyle 1989 cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmuştur. Özal, adaylığını uzun süre gizli tutmuş, seçimlere üç gün kala açıklamıştır. Muhalefet Özal'ın cumhurbaşkanlığı adaylığını şiddetle eleştirmiştir. Demirel'e göre ANAP'ın seçmen desteği beşte bire düşmüştü. Dolayısıyla Özal, ilk genel seçimde iktidardan düşecek bir partinin genel başkanı olmak yerine, Çankaya'ya çıkmayı deneyecekti. SHP ve DYP, sine-i millete dönme tehdidi dahil, Özal'ın adaylığını engellemeye yönelik her türlü girişimde bulundular, Ancak her ne kadar ANAP, siyaseten gerilemişse de hukuken cumhurbaşkanını seçecek sayısal çoğunluğa sahipti. Bu sebeple muhalefetin eleştirileri siyasi bağlamda kalmaktan öteye geçemedi... Kenan Evren'in yedi yıllık görev süresinin tamamlanması üzerine Ekim 1989'da cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır. (...) SHP ve DYP'nin protesto edip oylamalara katılmadığı 1989 cumhurbaşkanlığı seçiminde ANAP'tan iki aday, Turgut Özal'la birlikte Fethi Çelikbaş aday olmuştur. Yıldırım Akbulut'un başkanlığında toplanan TBMM'de, (...)Turgut Özal (...) Türkiye'nin sekizinci cumhurbaşkanı seçilmiştir. Özal'ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, kimin başbakan olacağı, dolayısıyla ANAP'ın başına kimin geçeceği tartışma konusu oldu. (...) Özal, (...) ılımlı ve uyumlu olduğunu düşündüğü Meclis Başkanı Yıldırım Akbulut'u Başbakan olarak atadı. Akbulut'un yerine meclis başkanlığına Kaya Erdem seçildi...17 Kasım 1989'da yapılan kongrede, Özal'ın desteklediği Akbulut 739 oyla genel başkan seçildi. Öbür aday Hasan Celal Güzel 382 oy aldı. Özal, Celal Bayar'dan sonra cumhurbaşkanı olan ilk sivil kişi olmuş ve bu suretle askerlerin demokrasi ve hukuk dışı geleneğini bozan lider olarak tarihe geçmiştir. Özal'dan sonra bir daha hiçbir asker kökenli kişi cumhurbaşkanı olamamıştır. Bu, Özal'ın Türkiye demokrasisine önemli bir katkısıdır. (...) Özal'ın cumhurbaşkanlığı iki döneme ayrılabilir. 1989-1994 döneminde ANAP iktidardadır, başbakan ve meclis başkanı ANAP'lıdır. Dolayısıyla Özal bu dönemde yarı-başkan gibi, hatta yer yer başkan gibi davranmıştır. Bu dönem de kendi içinde ikiye ayrılır. Akbulut'un başbakan olduğu dönemde Özal hükümetin icraatlarına daha fazla müdahil olmuştur. Mesut Yılmaz'ın başbakan olduğu dönemde ise hükümetin icraatlarına fazla müdahale edememiştir. İkinci dönemde (1991-1993) ANAP iktidarı kaybetmiştir. İktidar, DYP-SHP koalisyonuna geçmiştir. Başbakan Demirel başından beri Özal'ın cumhurbaşkanlığına karşı olduğu için, onun hukuki yetkilerini kullanmasına bile mani olmuştur... Bu duruma çok kızan Özal, cumhurbaşkanlığını bırakıp yeniden aktif siyasete dönem kararı almıştır... Sivil ve demokrat bir cumhurbaşkanı olarak Özal, daha önceki cumhurbaşkanlarından oldukça farklı bir şekilde çalıştı. Cumhurbaşkanı olarak resmiyetten uzak kalarak görevinin son gününe kadar sivil bir görüntü vermiştir. Halktan biri olarak rahat kıyafetlerle resmi toplantılara katılması dikkat çekti. Sıradan halkın değerlerini paylaşması, Ankara ve İstanbul'daki seçkinci çevreleri hep rahatsız etmiştir. Kısacası Özal sivil, demokrat ve dindar bir cumhurbaşkanı olarak halkın geniş bir kesiminin teveccühünü kazanmıştır. Kurucusu olduğu parti ANAP'ın iktidarda olması Özal'ın partinin politikalarını etkilemesini mümkün kılmıştı. Özal'ın tavsiyeleri ve yönlendirmeleri doğrultusunda 1991 yılında “düşünce suçlarını” düzenleyen Türk Ceza Kanunu'nun ünlü 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırılmıştır. Bu maddelerden 163. madde dindar çevrelerin ifade özgürlüğünü kısıtlıyordu. 141 ve 142. maddeler ise sosyalist çevrelerin ifade özgürlüğünü kısıtlıyordu. Pek çok yazar ve aydın bu maddelerden dolayı hapis yatmışlardı... Uzun yıllar aydınların üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanan bu maddelerin kaldırılması bir devrim olarak nitelenmiştir... Yine 1991 yılında, daha çok Kürtçenin yasaklanmasını amaçlayan 2932 Sayılı Yasa'nın lağvedilmesi de Özal'ın yönlendirmesiyle sağlanmıştır. Buna göre, artık "herhangi bir ülkede birinci resmi dil olmayan bir dilin konuşma veya yazmada kullanılması” yasak olmaktan çıkarılmıştır. Bu gelişme sonrasında, vatandaşların Türkçe dışındaki bir dilde kendini sözlü veya yazılı olarak ifade etmesi mümkün olmuştur. Özal'ın ikinci başbakanlığı döneminde AİHM'ye bireysel başvurunun önü açılmıştı. 8 Ocak 1990 tarihinde ise AİHM'nin zorunlu yargı yetkisi kabul edilmiştir. Bu suretle, Türkiye'nin vatandaşları kendi ülkeleri aleyhine açtıkları davalar üzerine ülkedeki yasal mevzuatı değiştirme imkânına sahip olmuşlardır. Ayrıca, o günden itibaren ülkedeki ulusal yargı organlarının aldıkları kararlar, uluslararası inceleme konusu olmuştur. Özal, insan hakları bağlamında, o dönemde iyice tartışma konusu olan başörtüsü yasağını kaldırmak için de çok çabaladı. Bu maksatla bazı hukuki düzenlemeler de yaptı. Ancak gerek Anayasa Mahkemesi'nin gerekse YÖK'ün ve üniversitelerin fiili engellemeleri sebebiyle bu yasağı kaldıramadı... Özal 1989-91 döneminde dış politikada aktif bir rol oynadı. Özal'ın cumhurbaşkanı iken ülkenin dış politikasında etkili olduğunu gösteren en önemli gelişme Körfez Savaşıdır. Cumhurbaşkanı Özal, Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgali üzerine başlayan Körfez Krizi ve Savaşı'nda çok etkin bir rol oynamıştır. Saddam Irak'ını Türkiye için de tehdit olarak gören Özal, Saddam'ı iktidardan düşürmek için çabalamıştır. Biraz da bu nedenle ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyona tam bir destek vermiştir. Bazıları bunu Amerikancı olarak niteleseler de o dönemde hemen hemen tüm dünya ülkeleri ABD ile birlikte hareket etmişlerdi. Özal, ABD'nin talebinden önce Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı'nı kapatmış; BM kararından sonra da İncirlik Hava Üssü'nü koalisyon uçaklarının kullanımına açmıştır. Aslında bu gelişmeler, Özal'ın pro-aktif siyasetinin birer tezahürüydüler. Hatta Cumhurbaşkanı Özal, daha da ileri giderek Irak'taki durumdan Türkiye lehine bir sonuç da elde etmeye çalışmıştır. Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Irak'ın kuzeyini Musul ve Kerkük şehirleriyle birlikte almaya niyetlenmiştir. Bu durum karşısında bütün statükocu kesimler ciddi bir karşı tavır almışlardır. Öyle ki zamanın Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Özal'ın ve ANAP hükümetinin bu politikalarına tepki göstererek istifa etmiştir. Bu süreçte Başbakan Akbulut da, Kuzey Irak'a müdahale fikrine sıcak bakmıyordu... Özal, Kuzey Irak'taki Kürtlerin ve Türkmenlerin Saddam'ın saldırılarından korunabilmesi amacıyla koalisyon güçlerinin bölgede konuşlanması önerisinde bulunmuştur. “Çekiç Güç” olarak nitelendirilen bu birlikler uzun süre bölgede kalmışlardır. Başbakan Yıldırım Akbulut, her ne kadar uyumlu ve ılımlı bir kişiliğe sahip olsa da içine girilen süreçte, Körfez Savaşı başta olmak bazı konularda Özal ile ters düşmeye başladı. Özal da artık Akbulut'un yerine daha liberal ve seküler birini, yani Mesut Yılmaz'ı başbakan yapmak istiyordu. Özal'a göre hem cumhurbaşkanının hem de başbakanın muhafazakâr olması bazı çevrelerce hoş karşılanmıyordu. Bu yüzden Özal, biraz da parti içi dengeleri ve teamülleri zorlayarak, parti içi yarışa dâhil oldu. Aslında parti içi dengeler açısından muhafazakârlar (...) daha güçlüydü. Ancak Özal, başta eşi Semra Özal olmak üzere bütün ailesini seferber etti. Siyaset tarihimizde görülmedik bir şekilde, bütün teamülleri çiğneyerek eşini İstanbul İl Başkanlığına seçtirdi. En fazla delege İstanbul'da olduğu için İstanbul'u ele geçiren kurultayı kazanırdı. (...) 15 Haziran 1991'de yapılan olağan kongrenin ilk turunda liberal kanadı temsil eden ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından desteklenen Mesut Yılmaz 580, Keçeciler ve Muhafazakârlar tarafından desteklenen Yıldırım Akbulut 557 ve Hasan Celal Güzel 20 oy aldı. Güzel'in Akbulut lehine adaylıktan çekilmesine karşın ikinci turda Yılmaz 631, Akbulut 523 oy aldı. Seçimi yitiren Yıldırım Akbulut başbakanlıktan da istifa etti; böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakan, görevi başındayken parti içi muhalefet hareketi sonucunda makamını kaybetti. Özal, Akbulut'tan boşalan başbakanlığa, genel başkanlığı kazanan Mesut Yılmaz'ı tayin etti. Ancak Özal, Yılmaz'dan umduğunu bulamadı. Yılmaz, Özal'ın partiye ve hükümete müdahalesine mani oldu. Özal daha sonraları, eşini il başkanı yapmasını ve Yılmaz'ı desteklemesini bir hata olarak itiraf etmiştir... Başbakan Mesut Yılmaz göreve başlar başlamaz, Kasım 1992'de yapılması planlanan genel seçimleri erkene alma kararı aldı. Bu kararın alınmasında birkaç temel husus etkili oldu. Bir kere, ANAP yönetimi Yılmaz'ın yeni liderliğiyle girilecek seçimlerde iyi bir sonuç elde etmeyi umuyordu. Ayrıca, parti içindeki bütünlüğün bozulmasına fırsat vermemek için bir an önce seçimlere girmek gerekiyordu. Başka bir husus da giderek bozulan ekonomik dengelerin bir seçim ekonomisi uygulanmasını imkânsız kılmasıydı. Seçim ne kadar erken yapılırsa giderek bozulan ekonominin olumsuz etkisi de o kadar az olacaktı. Ve tabii ki iktidar partisi olarak seçimlere girmenin önemli avantajlarını da kullanmak istiyorlardı. Partinin kurucusu olan Cumhurbaşkanı Özal'a da danışılarak 24 Ağustos 1991'de TBMM'de Seçim Yasası değiştirilerek genel seçimlerin 20 Ekim 1991 tarihinde yapılması kararlaştırıldı. Yapılan değişiklikler, büyük partiye avantaj sağlayan değişikliklerdi... Bu seçimlerde, seçim sistemindeki çifte baraja (yüzde 10'luk ülke barajı ve seçim çevresi barajı) takılmamak için zayıf olan siyasi partiler seçimlere birlikte girme yoluna gittiler. Türkiye siyaset tarihinde, hukuken olmasa da fiilen, ilk defa seçim ittifakı kuruldu. Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP), Refah Partisi (RP) ile; (bugünkü HDP'nin öncülü olan) Halkın Emek Partisi (HEP) de SHP ile seçim ittifakına girdiler. Oy oranları (...) şöyledir: DYP %27,03, ANAP %24,01, SHP %20,75, RP %16,88, DSP %10,75. Seçim ittifaklarının da etkisiyle seçimlerin ardından 8 ayrı siyasi parti Mecliste temsil edilir oldu. Seçimlerin en önemli sonuçlarından biri 1970'li yılların kudretli siyasetçileri Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş'in yeniden meclise girmeleri oldu. Yine 70'li yıllarda olduğu gibi, tek partinin iktidarı mümkün olmadığından Türkiye siyaseti yeniden koalisyon hükümetlerine mecbur kaldı. Merkez sağ (DYP) ve merkez sol (SHP) partileri bir araya gelerek bir koalisyon hükümeti kurdular. Demirel Başbakan, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı oldu. Bu hükümete, o vakit SHP içinde bulunan HEP'li milletvekilleri ile dışarıdan MHP de güvenoyu vermiştir... ANAP'ın iktidardan düşmesinin nedenleri analiz edildiğinde birkaç faktörün önemli rol oynadığı görülür. Bunların başında Özal sonrasında genel başkan olan kişilerin Özal'ın başlattığı reform programını uygulayamamaları gelmektedir. Özellikle Mesut Yılmaz'ın başkanlığı döneminde ANAP sıradan bir merkez sağ partiye dönüştü. Bunun sonucu olarak da parti içinde ciddi bir ikilik doğdu; muhafazakârlar ve liberaller ayrıştılar. Liberalleri temsil eden Yılmaz, muhafazakâr kanadın önde gelenlerini tasfiye edince ANAP önce birliğini sonra da ciddi bir şekilde gücünü kaybetti. Tabii ki 1983'ten beri iktidarda bulunan bir partinin yıpranmışlığı da ilave edilmelidir. İktidardaki her parti gibi ANAP da iki dönem hükümet olmanın bedelini seçimlerde ödemek durumunda kalmıştır. 1991 seçimlerinin sonuçları ve sonrasında gelişen olaylar, 70'li yılların kaos ortamını hatırlatmıştır: Mecliste çok sayıda parti, zayıf ve kısa ömürlü koalisyonlar, istikrarsız siyasi ve sosyal yapı, ideolojik kutuplaşma, terör, ekonomik kriz ve darbe... Ülke 90'lı yıllar boyunca, adeta, 70'li yılların bir benzerini yaşamıştır... Yeni hükümet döneminde Cumhurbaşkanlığı ile Hükümet arasında sürekli bir gerginlik olmuştur. Özal, 1982 anayasasının kendisine verdiği yetkileri kullanmak istiyor, hükümet ise buna karşı çıkıyordu. Aslında parlamenter sisteme göre cumhurbaşkanlığı sembolik bir makam olmalıydı ama 1982 anayasası cumhurbaşkanını, yürütmenin başı olarak tanımlamış ve ona pek çok yetki vermişti. Bu yetkileri Evren, sonuna kadar kullanmıştı. Şimdi aynı yetkileri Özal kullanmak istediğinde tepki görüyordu. Esasen Özal da bu durumdan/sistemden şikâyetçiydi. Rejim fiilen yarı-başkanlık sistemi gibiydi. Cumhurbaşkanı ile Başbakan aynı partiden olduğunda çok fazla sorun çıkmıyordu. Ancak Başbakan farklı partiden olunca sistem çalışmıyor hatta kilitleniyordu. Özal bu duruma çözüm olarak Başkanlık sistemine geçilmesini savunmaya başladı. Tarihte bu sistemi ilk defa savunan Özal olmuştur. Fakat o zaman sistem değişikliğini yapacak siyasi gücü yoktu. (Özal'dan sonra bu sistemi Demirel ve Erdoğan da savunmuş ve nihayet 2018 yılında bu sisteme geçilmiştir...) 1991-93 döneminde, Demirel liderliğindeki Özal karşıtları, Özal'ı Çankaya'dan indirme kampanyası başlatmışlardı. Özal'ın katıldığı törenlere katılmıyorlardı. Özal'ın dış politik konulardaki çalışmalarına engel oluyorlardı. Hatta Demirel, üçlü kararname sürecinden Özal'ı çıkarmak için mevzuat değişikliği çalışmalarına başlamıştı. Bu acımasız muhalefete karşı Özal da yeniden siyasete dönmeye karar verdi. Yılmaz, ANAP'ı Özal'ın elinden almıştı. Özal yeni bir parti ile yeniden siyasete dönmek istiyordu. Bu maksatla kardeşi Yusuf Bozkurt Özal ve Hüsnü Doğan öncülüğünde Yeni Parti isimli bir partinin kuruluş sürecini başlattı. Özal yeniden siyasete dönüp, II. Değişim Programını başlatmak istiyordu... Ancak bu dönemde Özal, hem maddi hem manevi olarak yorulmuştu. 1987 yılında by-pass ameliyatı olmuştu; daha sonra da prostat ameliyatı olmuştu. Son zamanlarında kilosu iyice artmış, sağlığı bozulmaya başlamıştı. Uzun seyahat yapmaması gerekiyordu. Ancak Özal, Sovyet Bloku'nun yıkılmasını büyük bir fırsat olarak görüyor ve Türk Dünyasının ayağı kaldırılmasını çok arzu ediyordu. Bu maksatla uzun bir Orta Asya seyahatine çıktı. 5 ülkeyi kapsayan ve 12 gün süren bu seyahatte çok yorulan Özal Türkiye'ye döndükten birkaç gün sonra ani bir kalp krizi ile hayata veda etti (17 Nisan 1993). Özal, ölümünden önce sağlık sorunları yaşıyordu; bu sebepten ölmüş olabilirdi. Ancak yine de başta eşi Semra Özal olmak üzere birçok kişi Özal'ın zehirlenmiş olabileceği iddiasını ortaya attılar. Bu iddia uzun süre tartışıldı. En sonunda 2012 yılında Özal'ın mezarı açılarak Adli Tıp Kurumu tarafından, iddiaları araştırmak üzere otopsi yapılmıştır. Otopsi sonucunda Özal'ın cesedinde zehir bulunduğu tespit edilmiş, ancak ölümün zehirden kaynaklanıp kaynaklanmadığı tespit edilememiştir. Ayrıca zehrin, Özal'ın vücuduna topraktan sızıp sızmadığı da tespit edilememiştir...
Sayfa 199Kitabı okudu
·
954 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.