Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

DSP Azınlık Hükümetinin kuruluşundan yaklaşık bir ay sonra, seçimlerden ise yaklaşık bir ay önce Öcalan'ın yakalanması ve bu olayı bir basın toplantısıyla Ecevit'in kamuoyuna duyurması, seçim sürecine girilmiş siyasi ortamda DSP'yi ön plana çıkardı. (...) Seçim sürecinde öne çıkan diğer parti ise MHP oldu. Yeni ve genç lideriyle dikkat çeken MHP, Öcalan'ı yakalayan DSP'nin idam konusundaki çekingen tavrını görerek, Öcalan'ı MHP'nin asacağı söylemini kullanmış ve bu söylem ona oy olarak dönmüştür. (...) 18 Nisan 1999 seçimlerinin resmi sonucu, beklendiği gibi DSP ve MHP'nin zaferiyle sonuçlandı. Resmi sonuçlar şöyledir: DSP %22,19 (...), MHP %17,98 (...), FP %15,41 (...), ANAP %13,22 (...), DYP %12,01 (...), CHP %8,71 (...), HADEP %4,75 (...), ÖDP %0,80. (...) Seçimin en sürpriz sonucu CHP'nin barajın altında kalmış olmasıdır. CHP, tarihinde ilk kez parlamento dışında kalmıştır. Bu sonuç üzerine Deniz Baykal, genel başkanlıktan istifa etmiş ve yerine Altan Öymen genel başkan olmuştur. Ancak bu (...) 15 ay sonra, 30 Eylül 2000'de, Baykal “taban beni istiyor” bahanesiyle genel başkanlığa yeniden dönmüştür... Barajın altında kalan diğer parti, Kürt kökenli solcuların partisi olan HADEP'tir. (...) Bu seçimlerde, liberal sol bir söylemle seçimlere katılan Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖDP) ile DYP'den kopan Demirelcilerin kurduğu Demokrat Türkiye Partisi (DTP), %1'in altında kalmışlardır... (...) Darbecilerin aforoz ettiği RP ve DYP, koalisyon görüşmelerinin dışında tutulmuştur... (...) (Sonuç:) DSP-MHP-ANAP Koalisyonu. (...) Koalisyonun üçüncü ortağı, bir önceki koalisyonun büyük ortağı olan ANAP'tır... DSP, MHP ve ANAP'tan oluşan bu hükümete ANASOL-M Hükümeti adını veren de olmuştur... (...) O dönem meclise ilk defa iki başörtülü milletvekili girmişti. Bunlardan biri MHP'li diğeri ise FP'li idi. Başörtüsü yasağını hararetle savunan darbeciler bu iki milletvekilinin başını açmasını istediler. Yoğun baskılara dayanamayan MHP'li Nesrin Ünal başını açarak meclise girdi. Fazilet Parti'li Merve Kavakçı ise bütün baskılara karşı başörtüsünü çıkarmadı. Yemin etmek için meclis genel kurul salonuna başörtüsüyle girdi. Bunun üzerine, başlarında Ecevit olduğu halde DSP'li milletvekilleri “dışarı, dışarı!” nidalarıyla Merve Kavakçı'nın üzerine yürüdüler, kürsüyü işgal ettiler. Meclis kürsüsüne koşan Ecevit, “Bu kadına haddini bildirin” diyerek Kavakçı'yı hedef gösterdi. DSP'lilerin psikolojik linç girişimine maruz kalan Kavakçı yemin edip görevine başlayamadı. Darbecilerin kontrolündeki yargı da olaya müdahale ederek Merve Kavakçı'yı vatandaşlıktan çıkardı. Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nuh Mete Yüksel daha da ileri girip gece yarısı Kavakçı'yı tutuklamak üzere evine baskın yaptı. Kavakçı'nın Meclisten çıkarılmasını yeterli gören Ecevit, “Bu kadarına gerek yok” diyerek savcıyı durdurdu... Fiziki ve psikolojik baskılara dayanamayan Kavakçı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı... Bir süre sonra Kavakçı olayı, sadece Merve Kavakçı'yı değil topyekûn Fazilet Partisi'ni linç etmeye dönüştü. Fazilet Partisi hakkında kapatma davası açıldı. (...) 22 Haziran 2001'de uzun süren dava süreci tamamlandı ve Anayasa Mahkemesi, FP'yi kapattı. (...) Böylece tarihte ilk defa, bir mensubu başörtü taktığı için bir parti kapatılmış oldu. Üstelik bu iş Anayasa Mahkemesi gibi “yüce” bir kurum eliyle yapıldı... ANASOL-M Hükümetinin maruz kaldığı ilk ciddi sınav 17 Ağustos 1999 tarihinde gerçekleşen Kocaeli merkezli Marmara Depremi oldu. (...) Deprem dönemindeki acziyetin faturası hükümete kesildi. Hükümet, siyasi ve sivil kuruluşlar tarafından ağır bir eleştiriye maruz kaldı. 2002 seçimlerinde bu hükümeti oluşturan partilerin tamamı meclis dışında kaldılar...  Darbeciler, REFAHYOL Hükümeti döneminde, hükümeti irticayla suçlamak için marjinal ya da sahte tarikatlara/cemaatlere operasyonlar düzenlemişlerdi. (...) (...) Ordudan ve kamudan pek çok kişi uzaklaştırılırken Gülencilere dokunulmamıştı. Yeni hükümetin kuruluşundan kısa bir süre sonra, Gülen'in konuşma kasetleri ortaya çıktı. Bu kasetlerde Gülen, devlet içinde kadrolaşma ve devleti ele geçirme planlarını anlatıyordu. Bunun üzerine DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, iddianame hazırlamaya başladı. (...) Sonuç itibariyle devletin göz yummasıyla, Gülen tedavi olmaya gidiyorum diyerek, Türkiye'den kaçtı ve ABD'ye yerleşti. (...) Gülen okullarına dokunmadılar. Hatta bir defasında Gülen, blöf yaparak, “Bütün okullarını milli eğitim bakanlığına devretmeye hazır olduğunu” söyledi. Dönemin DSP'li milli eğitim bakanı bu açık teklife rağmen bu okullara el koymadı... Bu dönemde FETÖ'ye mensup okullar, dershaneler, sivil toplum kuruluşları ve medya organları rahatça faaliyetlerine devam ettiler... (...) 18 Şubat sürecinde, FETÖ'nün gazetesi Zaman ve televizyon kanalı STV, darbecilerin tarafında saf tutmuş ve REFAHYOL hükümetinin devrilmesi için yayın yapmıştır. Kişisel olarak Gülen, başından beri zaten Erbakan'a düşmandı. 12 Eylül döneminde Evren'i destekleyen ve anayasa oylamasında evet kampanyası yürüten FETÖ, 28 Şubat sürecinde de DSP'yi desteklemiş ve darbecilerin yönlendirmesi doğrultusunda faaliyetler yapmıştır... (...) Ordudan ve kamudan pek çok kişi uzaklaştırılırken Gülencilere dokunulmamıştı. Yeni hükümetin kuruluşundan kısa bir süre sonra, Gülen'in konuşma kasetleri ortaya çıktı. Bu kasetlerde Gülen, devlet içinde kadrolaşma ve devleti ele geçirme planlarını anlatıyordu. Bunun üzerine DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, iddianame hazırlamaya başladı. (...) Sonuç itibariyle devletin göz yummasıyla, Gülen tedavi olmaya gidiyorum diyerek, Türkiye'den kaçtı ve ABD'ye yerleşti. (...) Gülen okullarına dokunmadılar. Hatta bir defasında Gülen, blöf yaparak, “Bütün okullarını milli eğitim bakanlığına devretmeye hazır olduğunu” söyledi. Dönemin DSP'li milli eğitim bakanı bu açık teklife rağmen bu okullara el koymadı... Bu dönemde FETÖ'ye mensup okullar, dershaneler, sivil toplum kuruluşları ve medya organları rahatça faaliyetlerine devam ettiler... (...) 18 Şubat sürecinde, FETÖ'nün gazetesi Zaman ve televizyon kanalı STV, darbecilerin tarafında saf tutmuş ve REFAHYOL hükümetinin devrilmesi için yayın yapmıştır. Kişisel olarak Gülen, başından beri zaten Erbakan'a düşmandı. 12 Eylül döneminde Evren'i destekleyen ve anayasa oylamasında evet kampanyası yürüten FETÖ, 28 Şubat sürecinde de DSP'yi desteklemiş ve darbecilerin yönlendirmesi doğrultusunda faaliyetler yapmıştır... (...) Siyaset tarihimiz açısından bu dönemin en önemli olaylarından biri de PKK elebaşı Öcalan'ın yargılanması sürecidir. ABD'nin paketleyip göndermesiyle Türkiye'ye getirilen Öcalan özel bir mahkemede yargılanmaya başlandı. Bir aylık yargılanmadan sonra idama mahkûm edildi. Dava Yargıtay'da onandı ve konu hükümetin önüne geldi. Bu süreçte Öcalan'ın avukatları konuya AİHM'ne taşımışlardı. Bu süreçte idamın infazı bağlamında hükümet içinde tartışmalar yaşandı. ANAP ve DSP infazdan yana değillerdi. Cumhurbaşkanı Demirel de infazdan yana değildi. İnfaza karşı olanlar, iç ve dış politika açısından bunun zararlı olacağını söylüyorlardı. MHP ise infaz için kararlıydı. Ancak uzun pazarlıklar ve görüşmeler sonunda, MHP de ikna edildi. İnfazın durdurulup Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki sürecin beklenmesine karar verildi. İlerleyen süreçte, AB'ye uyum yasaları bağlamında idam cezası tamamen kaldırıldı. Öcalan'ın cezası da diğer idam cezaları gibi müebbet hapse dönüştürüldü... (...) Öcalan'ın yakalanmasıyla devlet, Kürt sorununun da bittiğini düşündü. Halbuki hem PKK bitmemişti, hem de Kürt sorunu bitmemişti. (...) Öcalan'ın yakalanmasıyla bütün sorunlar bitmiş gibi bir yanılsama içine girdi. Bunun olumsuz sonuçları ileride görülecektir... Öcalan'ın yakalanmasından sonra devlet, PKK karşıtı eylemlerine göz yumduğu, hatta teşvik ettiği “Hizbullah” isimli terör örgütünün üzerine gitmeye karar verdi. 1990'lı yılların başında bu örgüt, kendi halinde bir sivil toplum örgütü iken, devletin teşviki ve desteği ile güçlenip silahlanmıştı. PKK'lılara ve onlara destek verenlere karşı silahlı eylemlere başlamıştı. 90'lı yıllar boyunca örgüt, pek çok kişiyi öldürüp kuyulara veya çukurlara gömmüştü. 17 Ocak 2000 tarihinde, Beykoz'da bir eve baskın düzenleyen güvenlik güçleri örgüt lideri Hüseyin Velioğlu'nu ölü ele geçirdi. Daha sonra yapılan operasyonlarla örgüt bir bütün olarak çökertildi. (...) 2000 yılının Mayıs ayında Demirel'in görev süresi doluyordu. Cumhurbaşkanlığı tartışmaları yılın başından itibaren başlamıştı. Ancak maalesef siyasiler kendi aralarında uzlaşıp, kendi içlerinden birini cumhurbaşkanı seçmeye muvaffak olamamışlardır. (...) Genelkurmay Başkanlığı 14 Nisan'da bir basın açıklaması yaparak, cumhurbaşkanı olacak zat hakkında ilkeler ve arzu edilen nitelikler bazında değerlendirmelerinin bulunduğunu, bu değerlendirmelerin gerektiğinde ilgili zeminlerde dile getirildiğini ifade etti. Asker açıkça cumhurbaşkanı seçimleri konusunda yaşanan belirsizliğin, Mecliste kilit parti konumuna gelen FP ile diğer partilerin bir isim üzerinde pazarlığa girilmesi ihtimaline karşı açık bir uyarı yapmaktaydı. (...) (Ecevit,) Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'i aday olarak önerdi. Koalisyon ortaklarına ilaveten FP ve DYP'nin bu isme olumlu bakmaları üzerine Sezer cumhurbaşkanı adayı oldu. (...) Silik ve çekingen bir kişiliğe sahip olan Sezer katı laik görüşleriyle, ordunun da tasvip ettiği bir isimdi. RP'nin kapatılması sırasında Anayasa Mahkemesi başkanıydı ve oyunu kapatılma yönünde kullanmıştı. (...) FP ve DYP (ise), kendi içlerinden bir aday çıkaramayınca, daha tarafsız olduğunu düşündükleri Sezer'i benimsemiş olabilirler... Sezer'i “ehven-i şer” olarak da düşünmüş olabilirler... (...) İlerleyen süreçte hem Sezer'i öneren Ecevit, hem de muhalefet, Sezer'i seçtiklerine pişman olmuşlardır... (...) Sezer ilk günlerinde, parlamenter sistemin ruhuna uygun bir şekilde, cumhurbaşkanının sembolik yetkilerle donatılmış olarak, siyasal alanın tamamen dışında olması gerektiğini savundu. (...) Sezer, ilk zamanlarında hukuka ve hukuk devleti ilkelerine saygılıydı. Ancak zamanla, darbecilerin de etkisiyle hukukun dışına çıkmaya başladı. Hukuka saygılı olduğu ilk zamanlarında, 2000 yılı Haziran ayında hükümetin, darbecilerin isteği doğrultusunda, 28 Şubat Kararları içinde yer alan irticai faaliyetlere katıldığı saptananların memuriyetten çıkarılmasını kolaylaştıran kanun hükmünde kararnameyi önce uzun süre bekletti. Hükümetin iki kez yazılı açıklama yapıp "Anayasa'ya uygun" dediği kararnameyi, 8 Ağustos'ta "hukuk devleti ilkesine aykırı" olduğu gerekçesiyle iade etti. Başbakan Ecevit, “İmzalamak zorunda, yetkisini aşıyor,” diyerek KHK'yı, 14 Ağustos 2000'de 14 sayfalık bir gerekçeyle ikinci kez Sezer'e gönderdi. Ancak Sezer, kararnameyi 21 Ağustos'ta ikinci kez hükümete iade etti. (...) Sezer iktisadi konularda devletçi bir anlayışa sahipti. Liberal ekonomiye ve dolayısıyla özelleştirmelere de karşıydı. Ancak cumhurbaşkanı olarak, siyasi sorumluluğu olmadığı için siyasi sorumluluğu olan hükümetin özelleştirme kararlarına müdahale etmemesi gerekiyordu. Ancak Sezer, üç kamu bankasının özelleştirilmesini öngören kararnameyi de iade etti. Bu iadeler, hükümet ile cumhurbaşkanı arasında krize sebep olmuş ve koalisyon lideri Ecevit, “Cumhurbaşkanı kendisini Anayasa Mahkemesi'nin yerine koyuyor. Bakanlar kurulu ile diyaloga kapalı olması, kurulumuzda kaygıyla karşılanmıştır. Ekonomik istikrar tehlikededir,” açıklamasını yapmıştır. Gerçekten de 2000 yılı sonu itibariyle ekonomide tehlike çanları çalmaya başlamıştı. (...) 2000 yılının Kasım ve Aralık ayında yaşanan olumsuz gelişmeler, aktiflerinin önemli bir bölümü Hazine kâğıtlarından oluşan bankaların likidite talebini arttırınca, Kasım 2000 sonunda likidite sıkışıklığı had safhaya ulaştı. Likidite krizi olarak da adlandırılan bu durum sonunda, Ekim'de %39 olan gecelik faiz Kasım ayında %95'e, Aralık ayında ise %183'e kadar çıktı. (...) Bu hükümet döneminde 28 Şubat bitmemişti. Aksine derinleşmişti. Askerler görünürde öne çıkmıyorlardı ama arka planda, (...) hükümetle yapılan protokoller, daha doğrusu hükümete yapılan dayatmalar sonucunda, başta jandarma olmak üzere askeri bürokrasi, sivil bürokrasinin pek çok yetkisini üzerine almıştı. Başbakanlık Kriz Yönetmeliği ve Emniyet Asayiş Yardımlaşma Protokolü (EMASYA) gibi düzenlemeler bu amaçla yapılmıştı... (...) Bu tür düzenlemelerden güç alan jandarma teşkilatı, 6 Ocak 2001 tarihinde Enerji Bakanlığına yönelik beyaz enerji operasyonunu başlattı. Enerji bakanı ve pek çok bürokrat yolsuzluk yapmakla suçlanıyorlardı. Jandarmanın bu operasyonu, başta Ecevit ve Yılmaz olmak üzere hükümet tarafından tepkiyle karşılandı. Konu Şubat MGK'sına kadar taşındı. 21 Şubat 2001 tarihinde yapılan MGK toplantısında Sezer, hükümeti yolsuzluk operasyonunu engellemekle ve yargıya müdahale etmekle suçlayarak, önündeki anayasa kitapçığını Ecevit'in önüne doğru fırlattı. Ecevit ise, asıl jandarmanın yargıya müdahale ettiğini söyleyerek Sezer'le sert bir tartışmaya girdi. Tam bu esnada, Ecevit'in sağ kolu olan Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, Anayasa kitapçığını alıp nankörlükle suçladığı Sezer'e fırlattı. İyice sinirlenen Ecevit, toplantıyı terk ederek Başbakanlığa geçti. Burada yaptığı açıklamada, Sezer'i terbiyesizlikle suçlayarak bunun ciddi bir devlet krizi olduğunu açıkladı. Zaten bıçak sırtında olan ekonomi, bu açıklama üzerine derin ve geniş bir krizin içine sürüklendi. Bu sarsıcı krizde, Türk lirası yabancı paralar karşısında %130 oranında değer kaybetmiş, enflasyon ise %90'ı bulmuştur. Bununla bağlantılı olarak borsada da çok sert bir düşüş (%18) yaşanmıştır. Özellikle bankacılık sektörünü vuran krizde, 24 banka iflas etmiş, binlerce bankacı işsiz kalmış ve birkaç ay içinde sayıları milyonları bulan insan da işlerinden atılmıştır. Krizin derinleşmesiyle birlikte faizler hızla yükselmeye başladı; gecelik faizler %7500'e kadar yükseldi. Daha sonra “dalgalı kur” sistemine geçilmesi yönünde karar alındı. (...) TL'nin değeri hızla düştü. Bunun sonucunda yabancı bankalar vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlayınca gecelik faizler tavan yaptı. Devletin borcu da 29 katrilyon TL arttı. İçine girilen krizin basit ve rutin önlemlerle aşılamayacağı anlaşılınca, bir kurtarıcı aranmaya başlandı. Ecevit'in aklına, 70'li yıllarda birlikte çalıştığı Kemal Derviş geldi. Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından birisi olan Derviş acele olarak Türkiye'ye çağrıldı. (...) Derviş hükümete, ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak dâhil edildi. Bu suretle üç ortaklı olan koalisyon, dört ortaklı olmuştur: DSP-MHP-ANAP-Kemal Derviş. Dominant ortak, artık DSP değil Kemal Derviş'tir. (...) Derviş de Özal gibi, ekonominin liberalizasyonu doğrultusunda radikal kararlar aldı. Özal'ın “24 Ocak Kararları”na benzer şekilde Derviş de “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında bir ekonomik program paketi hazırladı. Derviş'in Mayıs 2001'de açıkladığı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı", IMF ile imzalanmış stand-by anlaşması ve Dünya Bankası kredileriyle desteklendi. Bu program, üretimdeki düşüşün denetim altına alınmasında etkili oldu. IMF programında öngörülen yasal değişikliklerin çoğunun yapılması, krizden çıkış çabalarına güven sağlamada yardımcı oldu. Bu yasal düzenlemeler bağlamında Merkez Bankası, siyasetten bağımsız bir kurum haline getirildi. (...) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu kuruldu... (...) IMF ve Dünya Bankası destekli Derviş'in ekonomi politikaları neticesinde kamuoyunda orta vadede ekonomik istikrarın yakalanabileceği inancı oluştu. (...) 2001 krizinden bir yıl sonra, Derviş reformlarının etkisiyle, 2002 yılının başlarında ekonomi epeyce toparlanmıştı. (...) 2002 yılında, yaşı bir hayli ilerlemiş olan (77) Ecevit'in sağlık durumu bozulmaya başladı. Ecevit, tedavi için Mehmet Haberal'ın kontrolünde Başkent Üniversitesi Hastanesi'ne yatırıldı. Ancak Ecevit'in durumu iyileşeceğine daha da kötüye gitti. (...) Ecevit'in genel başkanlığı bırakmaması üzerine, başta Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem olmak üzere bir grup DSP'li, partilerinden istifa ettiler. İstifa furyasının sonunda DSP'nin yaklaşık yarısı partiden ayrıldı. 2002'nin Haziran-Temmuz döneminde cereyan eden bu süreçte, Özkan ve Cem ile beraber hareket eden Derviş de bakanlık görevinden istifa etti. Hüsamettin Özkan, İsmail Cem ve Kemal Derviş yeni bir parti kurmak üzere ortak hareket etmeye başladılar. Yeni Türkiye Partisi'nin kuruluş sürecinde bu üç isim beraber hareket ettiler. Fakat tam kuruluş aşamasında Derviş bu ekipten ayrıldı; İsmail Cem liderliğinde 22 Temmuz 2002 tarihinde kurulan YTP'ye katılmadı. Bir süre sonra da CHP'ye katıldı ve 3 Kasım seçimlerinde CHP'den milletvekili seçildi... DSP'den istifa edenlerin sayısı 60'ın üzerine çıkınca hükümet fiilen salt çoğunluğun altına düştü. Hukuken devam etmekle birlikte hükümet fiilen bitmiş sayılırdı. Ancak Ecevit ve Yılmaz bu fikirde değillerdi; onlara göre koalisyon yoluna devam etmeliydi. Koalisyonun ikinci büyük ortağı Devlet Bahçeli ise aynı fikirde değildi. Siyasal belirsizliğin ancak bir erken seçimle giderilebileceğini düşünüyordu. Bahçeli bu düşünceyle, diğer koalisyon ortaklarıyla görüşmeden, bir yurt gezisi sırasında, ani bir kararla, 3 Kasım 2002'de erken seçim yapılması gerektiğini açıkladı. Yılmaz ve Ecevit, ekonomik krizin tam olarak düzelmediği bir ortamda yapılacak seçimin bir siyasi intihar olduğunu düşünüyorlardı. Ancak sonuçta muhalefetin de desteğiyle meclis erken seçim kararını kesinleştirdi. Gerçekten de bu seçim üç iktidar partisi için bir toplu intihar eylemi oldu; koalisyon ortaklarının tamamı ve DSP'den ayrılanların kurduğu YTP barajın altında kaldılar... 1999-2002 döneminin sonuna doğru DSP kendi içinde ikiye bölünmüş ve bu bölünmeden yeni bir parti ortaya çıkmıştı. Ancak bu parti başarılı bir performans gösterememiştir. 2002 seçimleri sonrasında hem bölen parti (YTP) hem bölünen parti (DSP) yok oldu... Aynı dönemde, bir başka parti de kendi içinde ikiye bölünmüştü. Bu parti, RP'nin yerine kurulan Fazilet Partisi'ydi. Fazilet Partisi'nin başına Erbakan tarafından, bir emanetçi olarak Recai Kutan getirilmişti. Erbakan, 5 yıllık siyaset yasağından sonra, yeniden genel başkan olup yoluna devam etmek istiyordu... Buna karşılık parti içinde gençlerden oluşan bir grup ise artık partide bir yenilenme istiyorlardı; hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilemezdi. Hem yönetim katında, hem de ideolojik bağlamda değişim istiyorlardı. Erbakan ve ekibi ise “aynen devam” fikrindeydi. Bu ekibe “gelenekçiler”, genç ekibe ise “yenilikçiler" denildi. Parti içindeki bu kavgaya ilaveten, parti dışından da darbecilerin zorlamasıyla FP hakkında kapatma davası açılmıştı. Merve Kavakçı olayından hemen sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, 7 Mayıs 1999 günü kapatma davası açmıştı. Yenilikçiler ile Gelenekçilerin parti içi yarışları ilk defa 14 Mayıs 2000 yılında yapılan Kurultayda kristalize oldu. Yönetime hâkim oldukları için gelenekçilerin yoğun baskısı altında geçen kurultayda gelenekçilerin adayı, Erbakan'ın emanetçisi konumundaki Recai Kutan'dı. Yenilikçilerin adayı ise Abdullah Gül'dü. (...) Bütün kısıtlı imkânlara karşın alınan oy oranı bir başarıydı. (...) Anayasa Mahkemesi 22 Haziran 2001'de FP'yi “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesiyle kapattı. (...) Gelenekçiler, her zaman yaptıkları gibi derhal başka bir parti kurup oraya geçtiler. FP'nin kapatılmasıyla bağımsız kalan 105 milletvekilinin yarısı, 20 Temmuz 2001 tarihinde kurulan Saadet Partisi'ne geçti. Recai Kutan, Saadet Partisi'nin de genel başkanı oldu. Yenilikçiler ise bu kapatılmayı bir fırsata dönüştürdüler; Saadet Partisi'ne katılmadılar. (...) kendi partilerini kurmaya koyuldular. Yenilikçi ekibin başına, okuduğu şiir yüzünden belediye başkanlığından düşürülen ve hapse girip çıkan Recep Tayyip Erdoğan geçti. Kısa bir hazırlıktan sonra Yenilikçiler olarak anılan grup, 14 Ağustos 2001 tarihinde, “aydınlığa açık, karanlığa kapalı” sloganı eşliğinde, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurdular. Erdoğan liderliğindeki kurucular içine Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener, Binali Yıldırım, Abdülkadir Aksu ve İdris Naim Şahin gibi isimler ön plandaydı. Partinin ana omurgasını FP'den ayrılanlar oluşturuyordu. Fakat yeni parti, değişik kesimleri bünyesine katıp yeni bir kimlik ve yeni bir söylemle ortaya çıkmak istiyordu. Bu maksatla ANAP, DYP, MHP ve CHP kökenli isimler de kurucu olarak dâhil edildiler. Ak Parti, ANAP'ın zamanında yaptığı gibi dört eğilimi birleştirmek istiyordu. Bu nedenle “milli görüşçü bir parti” imajı vermemek için elinden geldiğince değişik kesimlerden isimleri partiye dâhil etti. Ak Parti, söylem olarak da eski milli görüş partilerinden ayrıldığını göstermek için, partinin ideolojisi olarak “Muhafazakâr Demokrasi” kavramını ortaya attı. Bu bağlamda Erdoğan “Milli görüş gömleğini çıkardık,” dedi; AB karşıtı eski söylemini tamamen terk edip AB'ye üyeliği savunan, demokrasi ve özgürlükleri ön plana çıkaran yeni bir söylem geliştirdi. (...) Erdoğan'ın yeni söylemi, Erbakan'dan daha çok, Özal'a yakın bir söylemdi... Saadet Partisi'nden farklı olarak Ak Parti, kendisini merkez sağda konumladı. Merkez sağda ANAP ve DYP'nin erimesiyle bir boşluk oluşmuştu; Ak Parti bu boşluğu doldurmayı hedefledi. (...) Ak Parti'nin yeni ve karizmatik bir lider, yeni bir kimlik ve yeni bir ideoloji ile ortaya çıkması kamuoyunda olumlu karşılandı. Erdoğan ve Ak Parti'nin popülaritesi hızla yükselişe geçti. (...) Erdoğan'ın bu hızlı yükselişi üzerine, darbeci odaklar, 28 Şubat döneminde olduğu gibi, Erdoğan'ın eski konuşma kasetlerini medyaya servis etmeye başladılar. (...) “Erdoğan'ın değişmediği, takiyye yaptığı (yalan söylediği) propagandası” yapıldı. (...) Kanuni ve fiili bütün engellemelere karşın Ak Parti, kısa süre içinde hızla teşkilatlanarak seçimlere katılacak güce erişti. Siyasi alanda yenilik talebinde bulunan kamuoyu da Ak Parti'yi kabullendi. (...) Depremle başlayıp ekonomik krizle biten bu koalisyon döneminde, (...) 10-11 Aralık 1999 günlerinde, AB'nin Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin AB'ye tam üyelik için adaylık başvurusu kabul edilmiştir. (...) Gözaltı süresi 15 günden 4 güne indirilmiştir. 9 Nisan 2002 tarihinde yürürlüğe giren ikinci uyum paketiyle (...) siyasi partilerin kapatılması zorlaştırılmıştır. Son olarak 9 Kasım 2002 tarihinde (...) yeniden yargılamaya imkân tanıyan ve ölüm cezasını kaldıran değişiklikler yasalaşmıştır.
Sayfa 250Kitabı okudu
380 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.