Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Türkiye'de kentler ve kentliler (1)
Süleyman Seyfi Öğün Kapitalizm, yerel ve geleneksel bağlar üzerinden yaşamaya alışkın büyük nüfusları nasıl yerinden ettiğini bir sosyolojik ezber olarak biliyoruz. Bu, büyük ölçüde tarımın çözülmesiyle bağlantılıdır. Malûm; kapitalizm bir şehir olgusu olmaktan önce kırsal dünyanın dönüşümüyle bağlantılıdır. Tarımsal yapıların hammadde kaynakları haline getirilmesi, mülksüzleş(tir)me; daha ileri safhalarda ise yaygın ve yoğun makine kullanımı vb süreçlerin ardından büyük nüfuslar kırlardan şehirlere sökün etmiştir. Bu süreç dünyanın her yerinde şu ya da bu derecede yaşanmıştır. Ama sözü edilen demografik depremlerin etkileri ve sonuçlarının her yerde aynı olmadığını biliyoruz. Merkez kapitalist ülkelerde sözkonusu demografik sarsıntı köksüzleşmeyle ve proleterleşmeyle bitti. İnsanlar köklerine ve geleneksel bağlarına yabancılaştı. Bu büyük nüfuslar, kapitalist iş ve işlemlerle anılan ve bence 'şehir' olmaktan ziyâde, içerdiği bütün soğuk çağrışımlar üzerinden artık 'kent' olan mekânlarda; 'eğitim', 'üretim' ve 'askerî' yapılarda, çalışkanlık ve kendini daha yüceye adama duygularıyla disipline edildi. Türkiye üretim kapitalizmini çok sınırlı bir tecrübe olarak yaşadı. 1980'lere kadar, 'muasır medeniyetin' sınırlı birikimleri ve yakıcı özlemiyle yaşadık. En tepe noktasında 30 milyona ulaşan nüfus ise geleneksel tarımsal yapılar ile modern endüstriyel yapılar arasına sıkıştı kaldı. 1920'ler ile 1980'ler arasındaki dönemde; sözü edilen sıkışıklığın ortaya çıkardığı her türlü sorunla boğuştuk. Bu sıkışıklık iki dünyanın saf örüntülerini ya da ideal-tiplerini düşündürmemelidir. Geleneksel yapılar direnmiştir direnmesine, ama aynı kalmamıştır. Aheste aheste dönüşmüş ve çözülmüştür. Kentsel modern yapılar ise çözülmenin etkileri altında şekillenmiştir. Bu kültürel geçişleri; daha doğrusu iki arada bir derede olmayı en doyurucu düzeyde anlatan kavram 'taşralaşma'dır. Eş anlı olarak geleneksel kırsal hayata ince sızıntılarla sirayet eden modernliğin yol açtığı mütereddit, tedirgin dönüşümü ve kentlerin kırsal nüfuslara açılmasını anlatan 'taşralaşma' kavramı Cumhuriyet tarihimizin de baskın niteliğidir. Hâsılı, taşra sadece mekânsal olarak taşrada değil, kültür ve zihniyet dünyamızın kılcal damarlarına varıncaya kadar her yerdedir. Sanıldığı gibi Türkiye'de şehirler asla köyleşmemiş; olsa olsa taşralaşmıştır. Garip olan, Türkiye'de ne edebiyat ne de sosyoloji taşra olgusu üzerinde lâyıkı veçhile durmuştur. Bu destekler olmayınca siyaset bilimi de eğreti tahlillere mahkûm oluyor. Oysa meselâ, ağırlıklı olarak popülizmle eşleşen hatta karışan Türk demokrasisini ancak yaygın ve yoğun yaşanan taşralaşma üzerinden anlamak kâbildir. 1980'ler, yine eksik bir okumayla, Türkiye'de tarımsal yapıların çözülmesi ve büyük nüfusların şehirlere göç etmesiyle anılır. Oysa daha önemli olarak, taşra çözülmeye başlamıştır. Bu çözülmeyi iki aşamada değerlendirmenin doğru olacağını sanıyorum. Çözülme doğrudan olmayabiliyor. Çözülen süreçlere bir baskınlaşma olarak tanıklık edebiliyoruz. Nitekim 1980-2000 arası taşralılık , elbette ki yoğun bir popülist destekle, her zaman olduğundan daha cesûr bir şekilde tarihsel tutukluğunu tasfiye etmeye girişti. Bu girişimin adı 'kentlileşmek'; mekânı ise 'kent'tir. Kent ve kentlileşme kavramları, içinde Türkiye'deki revizyonist-oportünist tarihin yüzdüğü; gizli galerilerinde çoğu zaman açığa çıkmayan tuhaf yüzleşmelerin, iç itirafların ve gözden geçirmelerin olduğu , kültür tarihimizin en şüpheli ve en şaibeli kavramlarıdır. Önümüzdeki yazıda bu iki kavramın kültürel izini süremeye çalışacağız. Türkiye'de kentler ve kentliler (2) Kent ya da kentlilik imgesi, taşralılaşma tarihimizin temize çekilmek istendiği noktadır. Kişisel ya da toplumsal düzeylerde yaşadığımız savrulmaları dengeleyen ve herkesin şu ya da bu derecede müntesibi olduğu bir kavram çiftidir bu. Kentlileşmeye azmetmişlerin gözünde şehir köhnedir; bu manâda bir umut vermez. Onları şehirlere inandırmanın imkânları çoktan tükenmiştir. Şehirlerin kentlere doğru evrilmesi sancılıdır ve düz ifâdelerin konusu edilemez. Nitekim bu aşamada şehir romantizmi de gözden geçirilip tersten okunmaya muhtaçtır. Bunlar çözüldüğü zaman, şehir romantizminin şehir nihilizminin ifâdesi olduğu hemen anlaşılabilir. Şehirleri bir tür yitik cennetler olarak anlatmak ve üzerine mekânsal mersiyeler yazmak, bir noktadan sonra şehir birikimlerini kendimizden uzaklaştırmak ve kendimizi gerek bireysel gerek toplumsal anlamda kentli kılmanın meşrulaştırımını sağlamak içindir. Aslında şehir taşralardan beslenir ve onların bir senfonisi gibi tezahür eder. Böyle de olsa; şehir nihâî tahlilde taşra olmayandır. Modernliğin hikâyesi ise şehirlerin değil, kentlerin hikâyesidir. Eğer anafora şehir girerse onun da payına kentleşmek düşecektir. Bu süreçte taşra çok belirleyicidir. Çünkü kentlerin şehir geçmişi değil; taşra geçmişi vardır. Bugünün mâmur Batı kentleri (Roma hâriç) meselâ 12 ya da 13.Yüzyıl'a kadar birer kasabadır. Londra'nın tarihinde olduğu gibi kasaba(town) kente (city) evrilir. Ya da, doğrudan bir kent olarak -meselâ Las Vegas- kurulur. Bu geçişlerin çok hızlı olduğunu unutmamak gerekir. Doğu ise, yaşı binlerle sayılan şehirlerinden belli olur. Dolayısıyla buralardaki geçişleri, taşranın kentleşmesi olarak değil, şehirlerin taşralaşması ve kentleşmesi olarak anlaşılmalıdır. Süreçte taşra orijinal mekânlarından boşalır ve binlerce köyü katarına katarak şehirlere yığılır. Bu demografik baskılar altında şehir aşama, aşama kırılganlaşır; metrûk, aslî sahiplerini kaybetmiş ;onun bunun eline geçmiş hüzünlü çöküntü bölgelerinin gösterdiği gibi virân olur; köhneleşir. Eğer taşra , şehre taşınıyorsa "taşra- şehir" çelişkisi uzlaşmaz olur. Kentleşme ya da kentlileşme, uzlaşmaz "şehir-taşra" çarpışmasının vektörel açılımını anlatıyor. Burada en az üç örüntü üzerinden şehirler kentleşir; taşralılık ise kentliliğe dönüşür. Örüntülerden ilki nüfusları emen endüstriyel örüntüdür. Bu örüntünün, âdeta bir tür demografik kara delik misâli işlediği; ister beyaz , ister mavi yakalılık üzerinden olsun herkesi kendi görece proleterleşmesi üzerinden içine aldığı ve düzleştirdiği aşikârdır. İkinci kentleşme örüntüsü ise, genellikle "proleter kentleşme"nin muhtelif krizlerine bağlı olarak ortaya çıkan; çok tortu ve sıkıntı bırakan "bürokratik kentleşme"dir. Belirtileri ilginçtir. Meselâ çok yaygın olarak, kaba bir eşitlikçilik söylemi ve şehir düşmanlığı onun alâmet-i fârikasıdır. Özellikle de şehirlerin kalbini oluşturan "saray toplumu"ndan ve onun kültürel dünyalarından nefret eder. Söyleminde, yerindeki, dolayısıyla uzaktaki taşraya övgüler düzmek vardır. Bürokrasi, taşrayı kadrolarını devşirdiği ve istediği gibi süreceği bir tarla gibi görür. Bu taşra romantizmi; bürokratik akıl yürütmeler ve işlemlerle bilenerek şehre mâtuf kültürel bir saldırganlık ve yıkıcılık kazanır. Uzaktaki taşra, bürokratların gözündeki makbûl kente tehdit oluşturacak kadar yakınlaştıkça bir kent-taşra gerilimi de doğabiliyor. Bu gerilimin, kültür savaşları tarihi ya da siyasal katılım krizleri üzerinden çok mutandan okunsa da, o kadar merkezî olmadığını düşünüyorum. Geçişlerin devşirme kurallarına bağlanmaktan çıkması ve daha sivil alanlarda çeşitlenmesi ve daha doğrudan işlemesi çelişkiyi ortadan kaldırır. Zaten bürokratik ayrıcalıkları sürdürmenin imkânı yoktur. Çünkü bürokratik düşünüşün meşrulaştırımı, liyâkat üzerinden eşitlikçiliğin sağlamasını yapmak zorundadır. Böyle bir sağlama ise kendi açılımında bürokratik ayrıcalık iddialarını sönümlendirecektir. Yine bu örüntü içinde kalan; ama bence daha önemli olan çelişki taşranın katarlarından arınmasıyla alâkalıdır. Kentleşme taşralılığa bulaşmış kırsallığı, topraktan mutlak kopuş bedeliyle tasfiye edecektir. Üçüncü ve son yazıda buradan devam edeceğim.
·
69 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.