Gönderi

392 syf.
10/10 puan verdi
·
Read in 12 days
Canavarlaşan İnsanların Hükümranlığı
Hayvan Hükümranlığı, Fransız yazar Jean-Baptiste Del Amo’nun Türkçede yayımlanmış ilk kitabı. Hükümranlık, egemenlik anlamına gelen bir kelime. Bu romanda hükümran olan gerçekten hayvanlar mı, yoksa insanlar mı asıl soru bu. Başta insan hükümranlığı söz konusuyken romanın sonlarına doğru durum sanki tam tersine dönüyor. Romanın çok çarpıcı, sert hatta zaman zaman fazlasıyla rahatsız edici olduğunu söyleyebilirim. Her şey tüm çıplaklığıyla anlatılıyor. İnsanın insanla, insanın hayvanla, insanın doğayla olan ilişkisi hiçbir ayıp ya da yasak olmadan verilmiş. Yazarın dili yer yer rahatsız edici. Bu, her şeyin tüm çıplaklığı ve çarpıcılığıyla anlatılması durumu bazen okurda tiksinti uyandırıyor. Anlatımda özellikle dikkat çeken unsur koku duyusu. Güzel veya kötü, her şeyin kokusu mutlaka tasvir edilmiş. Özellikle de kötü kokulara yazarın bir hassasiyetinin olduğunu söylemek mümkün. Kısaca kokusu olan bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Okurken dahi kokunun burnunuza geldiğini hissediyorsunuz. Betimlemelerin canlılığı, özellikle sahneleme tekniğinin başarılı kullanımı benim dikkatimi çekti. Hemen hemen kitabın başından sonuna kadar okuduğunuz her sayfada tüm karakterlerin hatta hayvanların gözünüzün önüne geldiğini göreceksiniz. Del Amo’nun etkilendiği yazarları bulamadım fakat bence kendisi gibi Fransız olan, Natüralizm akımının babası Zola’dan mutlaka etkilenmiş. Bu kadar gerçekçi betimlemelerle insan-insan, insan-hayvan, insan-doğa çatışmasının verilmesi bende bu hissi uyandırdı. Yazarın gözlem gücü inanılmaz diyebilirim. Yine kitaptaki önemli teknik özelliklerden biri anlatıcı. Romanda ilahi bakış açısı kullanmış. Bu bakış açısının tanrısal, hâkim gibi farklı isimleri de bulunuyor. Bu bakış açısında anlatıcı her şeyi bilir. Karakterlerin iç dünyası, geçmiş yaşantıları vb. konularda da bilgi sahibidir. Yazar, özellikle romanlarda pek tercih edilmeyen bir haber kipi olarak da şimdiki zamanı (-yor) kullanıyor. Roman 4 bölümden oluşuyor. Oldukça uzun bir zaman diliminin ele alındığını görüyoruz. İlk bölüm 1898-1914 yılları arasını kapsıyor. 2. Bölümde 1914-1917 yıllarını görüyoruz. Gerçi bu bölüm 1922 gibi sonlanıyor, belirtmekte fayda var. Son 2 bölüm ise ciddi bir zaman atlamasıyla hemen hemen 60 yıl sonrasını anlatıyor. Önce Sürü (1981) adını taşıyan bölüm, sonrasında Çöküş (1981) adını taşıyan bölüm geliyor. Mekânsa oldukça dar. Neredeyse tüm roman boyunca çiftlik evi ve köy meydanı haricinde farklı bir mekân görmüyoruz. Romanın konusundan bahsedecek olursak, ilk 2 bölümdeki olayların başkahramanı Eleonore. Fransa’nın güneybatısında bulunan Puy-Larroque köyündeki çiftlik evinde anası ve babasıyla yaşayan Eleonore’un genç kızlık döneminden başlar hikâye. Eleonore’un sancılı doğumunu, büyümesini, annesinin kendisinden nefret edişini ve annesinin din fanatizmini okuruz. Ana ve babanın isimleri yoktur. Bu, mutlaka yazarın bilinçli bir tercihidir. Eleonore başlarda çok silik, annesinden korkan, onun her dediğini yapsa da dayak yemekten kurtulamayan bir çocuktur. Zaman geçip büyüdükçe bir şeyler tersine döner. Annesinin bu aşırı dindarlığı karşısında kendisi âdeta bir din düşmanı olur. Özellikle din konusundaki bazı davranışlarıyla sadece annesini değil, toplumu da karşısına alması dikkat çekicidir. Babanın hastalığı, çiftlik işleriyle yeterince ilgilenememesine sebep olur. Çiftlikte bazı hayvanlar, az sayıda domuz vardır. Tarlada çalışılır, hayvanlar beslenir. Babanın hastalığı ciddileşince baba tarafından çiftliğe Kuzen Marcel getirilir. Baba figürünün yerini de artık Marcel alır. Marcel çok çalışkan, genç bir çocuktur. Bütün işlere yetişir, elinden her iş gelir. 2. bölüme geldiğimizdeyse birdenbire 1. Dünya Savaşı patlak verir. Köydeki erkekler askere çağırılır. Marcel de çağırılanlar arasındadır. Buralarda çok detay vermek, içerik bilgisiyle tat kaçırmak istemiyorum. 2. bölümde savaşın yıkıcılığı; yine savaşın köyde kalan çocuklar, kadınlar ve yaşlılar üzerinde yarattığı bunalım, işlerin yavaşlaması ve köyün yalnızlığa gömülmesi anlatılır. Savaş düzeni bozar, çarklar yavaşlar. Ekilen ekinin toplanması, hayvanların bakımı, çiftlik hayatının tüm rutin ve ağır işleri kadınlara kalır. Kitabın bu bölümünde odak noktamız tamamen savaş olur. Bu bölüm 1921-1922 gibi biter. 3. bölümle birlikte ciddi bir zaman atlaması yaşanır. Artık 1981’deyiz ve geçen 60 yılda birçok değişim olmuştur. Çiftlik büyümüş, domuz sayısı artmıştır. Eleonore’un çocuğu, onun da çocukları olmuştur. Romanda aslında 4 neslin hatta 5. neslin de çocukluğunun hikâyesini okuduğumuzu söyleyebiliriz. Bu bölümden itibaren romandaki karakter sayısı artar. Yine aynı şekilde hayvan sayısı da artar. Çiftliğin âdeta ayrı bir dünya olduğunu söylemek de mümkündür. Çiftliği idare edenler Eleonore’un oğlu ve torunlarıdır. Çiftlik hayatı dışında kimsenin özel bir hayatı yoktur. Bir makine gibi duyarsızlaşmış insanlar, çiftlikle sınırlı dünyalarında aslında oldukça mutsuz ve monoton bir yaşam sürmektedir. İşte bu makineleşmeyle gelen canavarlaşma özellikle romanın son 2 bölümüne hâkimdir. Çiftliği ve domuzları canavarlaştıran insanlar mıdır, yoksa tam tersi mi? Domuzlara çektirilen eziyet, üretim hırsı ve hep daha çoğunu arzulamak, insanın kendisine ve çevresine nasıl yabancılaştığını ve canavarlaştığını gözler önüne serer. Çiftlikte her gün yaşanan vahşete artık insanlar o kadar alışmıştır ki bu, onlara rutin bir iş gibi gelir. Hatta gibisi fazladır, öyledir. Çiftlik sakinlerinden bazıları bu duruma karşı olsa da bu çıkışı olmayan düzen içerisine girmişlerdir bir kere, yapacak bir şey yoktur. Özellikle 1981 itibarıyla karşımıza çıkan karakterleri tanımaya başladıkça romanın şekli değişir. Hepsinin bir sıkıntısı, marazı vardır. Bazısı ruhsal olarak hastayken bazısı da fiziksel olarak hastadır. Bazısı konuşamaz, bazılarınınsa cinsel eğilimi farklı ve hastalıklıdır. Kısacası çiftliğin bu sert düzeni içerisinde sıkışıp kalmış, dış dünyadan bihaber yaşayan karakterler yavaş yavaş tükenmektedir. Bu tükenmede yapılan işin pisliği de etkilidir. Zirai ilaçlar, çamur, hayvan pisliği, domuzların kokusu, sinekler, her an hastalıkla burun buruna yapılan işler insanları tüketir. Olaylar ilerlerken karakterlerin hayatları da anlatılır ve onlarla daha yakın bir bağ kurmamız sağlanır. Bunlar zaman zaman geriye dönüş tekniği kullanılarak yapılır. Son bölümde ise bu tükeniş, bölümün adıyla ifade edecek olursak çöküş teması işlenir. Roman bende güçlü bir ölüm hissi uyandırdı. Okuduğum her sayfada bu döngüyü hem insanlar hem de hayvanlar -özellikle domuzlar- özelinde hissettim. İnsanlar doğuyor, büyüyor, bu acımasız sistemin içerisinde canavarlaşıyor ve yıllarını veriyor; sonra da ölüyor. Aynı durum hayvanlar için de geçerli. Romandaki olayları biz, son sayfalara kadar hep insanların gözünden okuyoruz. Fakat son sayfalara geldiğimizde artık bir domuz, adı ‘’Canavar’’ olan bir domuz belki de yaşadıklarının çok küçük bir kısmını bizlere anlatıyor. Domuzun adının canavar olması da manidardır. Canavar olan gerçekten o mu, yoksa onu sırf daha çok domuz üretilsin diye canavarlaştıran insanlar mı; onu da okurların takdirine bırakıyorum. Bir söz de Can Yayınları’na. Öncelikle böyle çarpıcı bir romanı Türkçeye çevirdikleri, Türk edebiyatına kazandırdıkları için teşekkür ederim. Ben kitabın ilk baskısını okudum. İlk baskıda ciddi yazım yanlışları gördüm. Ayrı yazılması gereken birleşik kelimeler hep bitişik yazılmıştı. (seyredal, durdurak gibi hatalar) Yine daha farklı, ciddi yazım hataları mevcuttu. Harf eksiklikleri, hece eksiklikleri, bir tane bağlaç hatası gözüme çarpan hatalardı. Olmaması gereken şeyler bunlar. İlk baskıda belki mazur görülebilir fakat bir başka arkadaşımda kitabın 3. baskısı vardı ve karşılaştırdığımızda aynı hataların o baskıda da olduğunu gördük. Son olarak çeviriye değinmek isterim. Çeviri için tek söyleyebileceğim şey, gayet başarılı olduğu. Bundaki kriterim oldukça uzun, sıralı ve bağlı cümlelerin anlam kargaşasına sebep olmadan aktarılmış olması. Yer yer okurları zorlayacak uzunlukta cümleler olmasına rağmen hiçbir cümle düşüklüğü yaşanmadan başarılı bir çeviri yapılmış. İmla sorunları da hallolursa şık olacaktır. Edebî yönü kadar ele aldığı konu bakımından da çok çarpıcı olan bu romanı, belirttiğim özellikleri nedeniyle rahatsız olmayacak okurlara tavsiye ederim. Küçük yaştaki okurlara uygun olduğunu düşünmediğimi de özellikle belirtmek isterim. Çok farklı romanlar olsalar da bana yer yer konu bakımından Cennetin Doğusu’nu hatırlattığını da söylemeden geçmeyeyim.
Hayvan Hükümranlığı
Hayvan HükümranlığıJean Baptiste Del Amo · Can Yayınları · 2016152 okunma
·
534 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.