Gönderi

yaratici yazma final ödevi icin
Tevfik Fikret
Tevfik Fikret
'in balikcilar siirini hikayelestirmistim. burada da paylasmak istiyorum ♡ HAYAL-İ SEFİD      Uzak, tehlikeli bir denize – denizler hep böyledir zaten – girdiler ve yittiler. ***      Güneş batıyor işte. Önce tek göz balıkçı kulübesini sonra da ufku terk edecek. Tabi kara bulutlar izin verirse  güneşi görmemize ve izin verirse ordu gibi gürleyip sahilleri döven deniz. Böyle fırtınalarda zaman şaşar. Bir şekilde akıp giden hayata dalgaların gelgitleri yön verir. Yaşlı, balıkçı bir el, kulübenin cam kenarlarına macun yapıştıran delikanlının omzuna dokundu. “Yarın durulur belki fırtına, bugün de böyle oluversin oğlum. İlk defa aç kalmıyoruz ya?” Son macunu da iyice yapıştırdıktan sonra parmaklarını yanındaki çanağa batırıp havluya sildi. Kafasını denize kaldırdı, “Olmaz baba! Ne kadar fırtına çıkarsa çıksın ben sabahın ilk saatlerinde çıkıyorum o balığa.”      Göz ucuyla kulübedeki tüm battaniyeleri sarınmış annesine baktı. Genç gözlerindeki alev alev heyecanla babasına döndü, sesini kısarak, “Sen anamla kal zaten. Hastalığı arttı iyice. Boğazından iki lokma bi’ şey geçerse iyi olur.” başıyla denizi işaret etti. “Durulacağı yok zaten.” Peder Bey derinden bir ah çekerek oturdu iskemleye. Yorgun kaşlarının üstünden baktı oğluna,      “Çalış oğlum, çabala. Ben kocadım, anan da kocadı, kocakarı oldu. Biz iki miskin. Ha bugün ha yarın...” dedi ellerini hafifçe iki yana açarak. Delikanlı önce yaşlı babasına sonra da anasına baktı. Haklıydı babası. Zamanları belli ki az, bunu inkara gerek yok ama yine de oğlan “Allah gecinden versin pederim. Siz olmadan ne ederim ben?” dedi hafifçe öne eğilerek. İçi, ana babasının çaresizliği karşısında hiçbir şey yapamamanın suçluluğu ile cayır cayır yanıyordu. Delikanlı ya, kanı deli akıyor. Koydu kafasına. Gidecek.      Peder Bey de kabullenmiş. Sanki oğlu daha önce balığa çıkmamış  gibi ona öğüt veriyor. “Yarın gün doğmadan ağları hazır et o halde. Sakın ha yedek ip, mantar almadan açılma.” Oğlan ise tam karşısında sıradan bir balıkçı yerine bu denizler kadar bilge bir ihtiyar görüyordu. Oysa hep duyduğu sözlerdi bunlar. “Yelkenliyi açtın ya öyle oynama fazla. Bırak rüzgar halleder onu, kayıp gider denizde amma bu denizler kadın gibidir yiğidim, güven olmaz. Tedbiri elden bırakma.” Tırnaklarını arasına girmiş macunları bir yandan temizliyor bir yandan da babasını başıyla onaylıyordu. “Küçük mü gidiyor balığa?” diyen karık bir ses ile odanın diğer köşesine döndü başları. Peder Bey iskemleye iyice yerleşti. Sen kal, diyor. Kendi gidecekmiş. Oğlan büyüdü artık Şefika Hanım, dedi hanımını az da olsa neşelendirmeye çalışarak ama ana yüreği ya el vermiyor gönlü yavrusunun o azgın sularda ekmek kovalamasına. Hasta sesi fırtınanın sesine karışıyordu yer yer. Ya, diyordu kadın, ya oğulcağızım gelmeden ben göçüp gidersem...     Oda sessizliğe gömüldü. Baba oğul birbirlerine baktılar. “Yarın yavrucak nasıl gidecek?” deyip de tekrar uyudu kaldı kadıncağız iki kelime edip yorgunluktan bitkin düşmüş gibi. Gece doldu şimdi kulübeye. Gece ve fırtına, bir de hasta hanımın iniltileri...      Fırtına dinmedi de hafifledi biraz. Güneşi gösterecek kadar hafifledi. Delikanlı güneşin doğuşunu beklemeden hazır etmişti her şeyi. Öyle ya bugün bu işi bitirecek, ailesinin makus kaderini şu dalgalar gibi geri itecekti. Genç işte, delikanlı. İskeleden denize doğru kafasını kaldırdı. Karşıdaki kayalıklara dikti gözlerini. Hayır, o büyük, heybetli kayaya değil; yanındaki, ona nazaran daha ufak ve sivri olan kayaya. O kayada dikilir yoksul balıkçıların hayal-i sefidi; deniz gibi hayal, denizin olmadığı kadar sefid. O hayal sanki kaderinin yoksulluk olduğunu ama yine de denize açılmasını söylüyor gibiydi. “Haydi, nasibin o dalgalarda, yürü!” diyor hayal. Oğlan çevirdi başını ve kararlı bir şekilde kulübeye girdi. Babası da çoktan uyanmış, dolanmış ağları açmaya başlamıştı. Annesinin bile gözleri açıktı. Delikanlı helalleşti ikisiyle de. Yine çınladı ses: “Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!” Kulübeden fırladı oğlan, çözdü kayığının ipini, atladı emektara, çekti kürekleri. Hem kürek çekiyor hem de kayalıklara bakıyordu. “Yürümek, nasibin işte bu! Hala gözün kenarda... Yürü!” Neyin nesiydi bu ses? Adete git diyordu, git nasibine ne bakıyorsun? Süzülüyordu işte denizde fakat deniz bu denli çalkalanırken bu zavallı, eski, kayık nasıl dayansın? Kafasını silkeledi iki yana oğlan soruları ve sesi savuşturmak istercesine. Kürek çekti o dalgalara, kürek çekti fırtınanın göbeğine. O ses öyle dedi ya, orayı işaret etti ya. Çek bakalım İsmail nasibine. ***      Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... Şefika Hanım’ın bu dünyadan göçmesinin üzerinden kim bilir kaç üç gece geçti. Penceredeki macunların çatlayıp dökülmesinden, ihtiyar balıkçının iyice belirginleşmiş kırışıklıklarından anlaşıldığı üzere pek çok gece devrilmiş bu küçük kulübede. Balıkçı zaman mevhumunu iyice yitirmiş, her şafak sökümünde içeriye su alan penceresinin önüne geçer ve ileriyi artık iyi göremeyen gözlerini kısarak ufka bakar. Sonra yumruğunu sallar pencerenin çürük pervazına. Çok kez vurmuş belli aşınmış, yara olmuş sağ elinin kenarı. Ardından bir kahkaha patlatır denize. Gözlerinden yaş gelene dek güler. Sonra yaşlılığının el verdiği kadar bir çeviklikle kulübeden fırlar ve beş dakikalık mesafedeki komşu balıkçıya gider. Komşusu alışmıştı artık bizim balıkçıya. İhtiyar’a eski teknesini ödünç verir her gün. Her akşam üstü de geri alırdı ondan. Kimsesiz, yaşlı biraz da kaçık yaşlı adama acıyordu da ses etmiyordu. Yaşlı balıkçı tekneyi alır ve denize açılır. Akşama doğru da döner. Bu, her gün böyle sürüp giderdi. ***      “Al abi, afiyet olsun.”      “Hay Allah razı olsun Mustafa. İçimiz ısınsın.” Elindeki çayı höpürdeterek içti balıkçı.      “Seninki geç kaldı ya abi.”      “Gelir birazdan, güneş batmadan getirir hep tekneyi.”      “Ne zamandır tanıyorsun abi sen bu meczubu?”       “Doğru konuş Mustafa adamla, meczup falan...” Çayından bir yudum daha aldı. “En az benim kadar eski bu iskelede Halil Abi. Sıkı balıkçıdır ha ama yüzü gülmedi işte. Pek yoksuldular. Karısı hastaydı, bi’ gece ölüverdi kadıncağız. Bıyığı terlememiş bi’ oğlanı vardı, o da o gün bir balığa çıktı, gidiş o gidiş. Fırtınaya yakalandı herhal. Yıllardır haber yok. Halil Abi de üzüntüden aklını kaybetti.” Bir insanın solup gitme hikayesini anlatmıyormuş gibi rahat bir şekilde tekrar yudumladı çayını. Ne duyarsız adam, birazdan ne merhametli bir olduğunu düşündüğü teknesini vermesinden bahsedecek. “Her sabah gelir kapıma, ünler bana. Denize açılması gerekiyormuş da benden teknemi istiyor. Benim de eski bir tane vardı. Kullansın diye veriyorum, sevaptır.”      “İyi yapmışsın Halil Abi, sevap tabi ya”      Çaylarını yudum yudum içti balıkçılar. Üşüyen içleri ısınıyordu. ***      Kamarasından çıktı Mustafa. Güneş batmış, gerisinde pembelik bırakmıştı. “Allah Allah! Nerde kaldı bu adam?” Denize doğru bakıyor ama yaklaşmakta olan hiçbir tekne görmüyordu. Yalan yok biraz da endişelenmişti. Hava iyice kararmadan çalıştırdı teknesini. Işıkları da vardı bu teknenin. Zengin işi biraz belli. Bizim ihtiyarın her gün izlediği yollardan bu kez de o geçiyordu. İlerlerken, Kayalıkların orada bir karaltı vardı. Oraya yaklaşınca karaltısının kendi teknesi olduğunu fark etti. Nasıl sıkıştı bu tekne o taşların arasına, diye düşündü. Parçalanmış biraz, artık iş görmez. Tekrar düşündü: “Tekne burada ama içi boş. Aman Yarabbi, ya bizim ihtiyar düşüp boğulduysa?” Hava iyice karamıştı. Yine fırtına çıkacaktı belli. Daha fazla oyalanmanın anlamı yoktu Mustafa’ya göre. Kırdı dümeni iskeleye. O günden sonra gören olmadı bizim ihtiyarı. Arayanı olmadı. Kimse denizleri dolaşmadı ve kimsenin aklına kayalıklara gidip bakmak gelmedi. Öyle ya o iskelede kimse yitip giden bu balıkçı ailesi gibi o kayalıklarda hayal-i sefid’i görecek kadar yokluk görmemişti.        
··
292 görüntüleme
23 okurunun profil resmi
ne guzel yazmissin belizim🥺
beliz ♡ okurunun profil resmi
tesekkur ederim balimm
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.