Gönderi

Bir Yudum Kitap
İnsan evvela kendini bilmeli. Dünyalar onun olsa, her şeyi bilse, bir kendini bilmese ne olur? Koca bir hiç. Yunus Emre, "Meğer ilim hiç imiş, illa edep illa edep." diyor bir şiirinde. O vakit, önce kendimizi bilmeli. Sonra, hep birlikte kuracağız güzel bir dünyayı. Nezihe Araz - Dertli Dolap Dünya Aktüel, s.228-230 Tevhîd imiş cümle âlem, Tevhîdi bilendir âdem, Bu tevhidi inkâr eden Öz canına düşman imiş. Hirâ mağarasına Yunus'la beraber gelen hacıların biri Cidde'den beri onun ucun ucun ardından gelen bir Türk’tü. Baktı ki bu acayip adam başı yerde, kendinden geçmiş, ne kımıldamaya niyeti var, ne kalkmaya... Gitti, usulca elini eğnine koydu ve: — Hey.. derviş, dedi, burada biraz daha böylece kalırsan, güneşten erirsin, haberin bile olmaz... Haydi yürü, gidelim artık... Ne diyordu bu adam? Hem de kendi dilinden... Böyleydi de Yunus gene anlamıyordu. Öbürü Yunus'un yaşlı gözlerle kendisine bel bel baktığını görünce gene tekrarladı: — Güneşte kebap olmadan, haydi yürü, gidelim, artık! Evet... Ne desindi? Gitmek gerekti. Geldikleri yollardan döndüler. Türk hacı, sözü nereden açtıysa orada kaldı. Yunus he dedi, ya dedi, bilmem dedi, belki de dedi, ötesini getiremiyordu. Gözünün önünde hep Suluca Karahöyük yolları. Yanında kağnısıyle Sarı öküz... İçi buğday yüklü. Yollar, beller çıldırmış gibi yeşil dolu, kucak kucak... Çadır otları, Peygamberçiçekleri... Hani buğdayla himmet arasında bocaladığı gün. Sonra küt diyip yere yığılmış, kendinden geçmişti... Sonra «bir şey» ona görünmüştü. Bir şey? Orada gördüğü bir fikirse, burada gördüğü o fikrin sahibi olandı. Ya da böyle bir şey. Yunus artık o himmetin ne olduğunu, kimden gelebileceğini, nasıl gelebileceğini pekâlâ biliyordu. Şeksiz, şüphesiz! Ah. Şu anda yalnız olmayı, bir Sarı öküzle beraber olmayı ne kadar isterdi! O gün nasıl, hayvancığın boynuna sarılmış, «Bana ne oldu?» diye sormuş, ağlamış, sonra ona ne olduğunu, sanki anlarmış gibi Sarı öküze bir bir hikâye etmişti. Ama şimdi konuşamazdı. Hak cemali Hirâ mağarasının kapısı önünde Yunus'a öyle bir ayan olmuştu ki bunu insanlara anlatamazdı. Hiç bir zaman da bu vuslatı anlatamayacaktı. Bu, Rab’le kul arasında tecelli eden öyle bir vuslattı ki artık bütün hayatında Yunus'u yakacak, ama o gene de bu ateşi, bu yangını açığa vuramayacaktı. Anlıyordu; bu böyleydi. Dedi: Ben dert ile ah ederdim, Derdim bana derman imiş, İster idim hasret ile, Dost yanımda pinhan imiş. Sahi! «Gel, bana görün, bana kendini ayan et, bana gerçeğini göster» diye yalvarır yakarırken meğer ne kadar uzaklara sesleniyormuş. Kande deyi fikrederdim. Göğe bakıp şükrederdim. Dost benim gönlüm evinde, Tenim içinde can imiş. Yunus böyle dedi, dediğine kendi de şaştı. İlk defa içinde böyle bir his doğuyordu. Bu doğuştan korktu. Allah’ım, ne korktu, nasıl korktu! Diyordu; ne diyordu? Sanırdım kendim ayrıyım, Dost gayrıdır, ben gayrıyım, Beni bu hayale salan, Bu sıfat-ı hayvan imiş. Yunus hem içine doğanları söylüyor, hem Allah'a yalvarıyordu: - Rabb'im, Rabb’im, böyle demekle günah ediyorsam affet beni, affet beni. İnsan sıfatı, kendi Hak, İnsandürür Hak, doğru bak, Bu insanın suretine. Cümle âlem hayran imiş. Güç işler bunlar bre Yunus, güç işler... Ama neyleyelim, insan olarak kaderin böyle biçilmiş. Sen bir sevgili, bir özlem, bir hasret çağırıyordun. Gel gel, gel, diye ağladığın biri vardı. Gele gele kollarına gene «sen» düştün. Bir acayip vuslat bu. Yunus! Şeyhin Taptuk'un git ara bul dediği eğer buysa, eğer gönlün içinde saklı olan gene sen isen bu uzun yollar, bu dağlar, bu beller boyunca süren seyahatler neye? Neden? Yunus terliyor... Yunus'un yangını çölün yangınından beter... Yıllar yılı çaldığı kapı sonunda açıldı. Bir de ne görsün, kapıyı çalan da kendisi açan da kendisi... Misafir de o, ev sahibi de o... Hancı da o, yolcu da o... İsteyen de o, veren de o... Âşık da o, maşuk da o... Her şey «bir» in içinde dönüyor... Ne hayret! Tevhit imiş cümle âlem. Tevhidi bilendir âdem. Bu tevhidi inkâr eden, öz canına, düşman imiş. Sonuç bu.
·
13 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.