Gönderi

-------------------------------------------------------------------------------- 80’ler bir yandan çerçevesini baskının, yasağın, devlet şiddetinin çizdiği bir dönemdi. bir yandan da, bu toplumun daha az tanışık olduğu bir başka iktidar biçiminin, ilk bakışta kendini bir kurumsuzluk olarak sunan, yasaklayıcı değil oluşturucu, kışkırtıcı, içerici bir iktidarın etkili olduğu yıllardı. 80’lerin ilk yarısında darbenin, baskının, şiddetin; ikinci yarsına görece özgürleşmenin, daha modern, daha sivil bir iktidarın damgasını vurduğu söylenebilir. iki strateji, iki iktidar olma biçimi, iki farklı söylem –devletin yasaklayıcı söylemiyle daha modern, özgürleştirici vaatlerle dolu, daha sivil bir söylem- 1980’lerde adeta çakışmıştı. türkiye’de ilk kez bu dönemde kemalist “yüksek” kültürün dışında bir “aşağı” kültür patlaması yaşandı, ama kitlelerin umut ve özlemleri de ilk kez bu kadar yoğun bir biçimde kültür endüstrisinin nüfuz alanına girdi. özgürlüklerin en çok kısıtlandığı dönemdi 80’ler, ama insanlar kendilerini belki de ilk kez bu kadar serbest hissedebildiler; kurumların dışında olmanın serbestliğini, tüketme özgürlüğünü, kendilerini bu dünyaya teslim etmenin hazzını tattılar. baskının bu kadar yoğun olduğu bir dönemde, iç dökme, anlatma, ifşa etme arzusu ilk kez bu kadar öne çıktı. baskı döneminin olağanüstü koşullarını, kemalizmin bu topluma sunduğu modernleşme vaadinin çöküşünü, bu topluma biçtiği modern kimliğin parçalanmasını, türkiye’nin doğulu ya da taşralı yüzünü kültürel alanda yeniden keşfetmesini, seçkinciliğin bastırdığı her şeyin geri dönüşünü, tüketim toplumunun vaatlerini, birden bir bolluk toplumu görüntüsünü yaratmayı başaran medya ve reklamcılığı ve bütün bunların hem kalabalıklara hem aydınlara vaat ettiği yeni imkânları… 1.1980’lerin kültürel iklimi türkiye’de 1980’lerin kültürel iklimini tanımlayacak ilk kavram “sözün bastırılması”ysa, ikincisi mutlaka “söz patlaması” olmalı. türkiye’de şimdiye kadar yalnızca anap iktisadı ve politikası, kültürü birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayacak biçimde ikiye ayırabildi: bir yanda merkezi bir iktidarca bastırılan, yasaklanan, söz hakkı verilmeyen hayat sahaları; öbür yanda 80’lere kadar benzeri görülmemiş bir iştahla yaşanan, çok daha merkezsiz, çok daha dağınık, çok daha kendiliğinden görünen bir söz patlaması. 1.a.özel hayatın kamusallaşması batı’da özel hayatın tarihi, özel hayat denen bölge üzerindeki örtünün kaldırılmasının tarihi olduğu kadar, bu bölgenin sistemli bir bilginin nesnesine dönüştürülmesinin, söyleme geçirilmesinin, söze kışkırtılmasının, haz ve zevklerin sınıflandırılmasının, nihayet insanların özel hayatlarının itirafa çağrılmalarının da tarihiydi. batı’da bu sürece kurumsal bir bilgi, çözümleyici ve sınıflandırıcı bir bilimsel söylem eşlik ediyordu. bunun en çarpıcı ifadelerinden biri cinselliğin tıbbileştirilmesi, bir disiplinin konusu haline getirilmesiydi. türkiye’de yaşanan, cinsellik başta olmak üzere özel hayatın, daha çok bir özgürleşme ve bireyselleşme söylemi içinde, bilmek isteyen bir otoriteden bağımsız olarak söze dökülmesiydi. sürece damgasını vuran, ısrarla bilmek isteyen kurumsal bir otoriteden çok, kendilerine yeni haber alanları yaratmak isteyen gazete ve dergilerin soruşturmalarına büyük bir açlık, büyük bir iştahla cevap veren, iç dökmek isteyen, bunda bir özgürleşmenin, bireyselleşmenin imkanını gören gönüllü anlatıcılar oldu. sonuçta 80’lerin türkçe’ye kazandırdığı en önemli sözcüklerden biriydi özel hayat. içerdiği tüm çelişkilerle birlikte: özel hayat diye ayrı bir varlık alanının tanımlanabilmesi için önce adlandırılması –kamusal alanda adlandırılması- ve onunla ilgili bir kamuoyu oluşması gerekiyordu. 80’lerin gerçekleştirdiği buydu. not:tarihsel bir arka plan, sistemleştirilmiş bir bilgiden yoksun özel hayat. 1.b.imgenin özerkleşmesi 80’lerde, türkiye’de ilk kez yaygın olarak tüketilebilecek bir “pop tarih” kuruldu. bunu mümkün kılan şey, imgeleri tarihsel yükünden kurtaran, geçmişi bir alıntıdan ibaret kılan, tümüyle keyfi ve nedensiz bir dilin çeşitli alanlarda yaşar kılınabilmesiydi. bu dili, her şeyden önce reklamcılık kışkırttı. kültürle ilişkiyi bir jest ve büyülenme, bir ani uyarı ve şok, bir vitrin ve seyir ilişkisi haline getirdi. 80’lerde genellikle arabesk adı altında toplanan çeşitli müzik tarzları, yaygınlık ve üretkenliklerini, kendi geleneksel kültürlerinden kopmuş, ama şehir kültürünün de parçası olamamış, her ikisine de yabancı insanların varlığına olduğu kadar, bu sentetik dili müzikte yeniden üretebilmelerine, müziği organik bir sentez oluşturamayacak kadar farklı tarihlere sahip türlerden(arap müziği, taverna müziği, pop müzik, türkü ya da marş) alıntılara yer veren bir yüzeye dönüştürmüş olmalarına da borçluydu. aynı zamanda, bir zamanlar parçası oldukları ortamla organik bağını koparmış bu türleri taklit etme ve bozarak kullanabilme becerisine. ama burada 80’lerin farkını vurgulamak gerekiyor. arabesk 70’lerde doğdu; 80’lerdeki sürece damgasını vuran ise, arabeskin adının konmasıydı. 80’lerde arabesk, büyük şehre sızmaya çalışan taşralı kalabalığın sesini duyurma, kendini kabul ettirme, görüntüler piyasasında kendine bir yer edinme, girdiği yabancı kültür içinde yönünü bulma, onu bozma ve kendine benzetme isteğinin adı olduğu kadar, büyük şehrin “asıl” sahiplerinin bu yabancılar akınını geri püskürtme, öncelikle de adlandırma çabasının da adıydı. bir müddet sonra da, bazı aydınların ayaktakımı ve taşra düşmanı seçkinlere karşı kamuoyunda yaptıkları jestin adı oldu arabesk. 1.c.dilin nedensizleşmesi 80’lerin farkı, dille hakikat arasındaki ilişkiyi koparırken hayali bir dili sahiciymiş gibi gösterebilmesiydi. mesela; emek, eşittir iktidar. sömürü, eşittir ilkellik. haber başlıklarının 80’lerde aldığı biçimi düşünün. panama’da iç kanama(panama üzerine), katibime cola’lı gömlek (coca cola üzerine). artık adlar ve sıfatlar keyfi bir düzen içinde, yalnızca çağrışım güçleriyle, istenilen yerde alıntılanabiliyordu. görüntünün bittiği yerde, ikinci türkiye başlıyor: bütün bir söz patlamasının ortasında söz hakkından mahrum bırakılmış, hapishaneye atılmış, yasaklarla yönetilen, anadilini konuşamayan türkiye. 1980’ler şunu denedi: varlığın ve imkanların dünyasıyla yokluğum ve imkansızlığın dünyasını, birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayan iki kampa ayırdı. 2.vitrinde yaşamak birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredebildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. 2.a.dalan’ın gözleri dalan’la birlikte şehir “hiç kimse”nin seyri olan bir mekana dönüşürken, göz de görenin değil görülenin, seyredilenin metaforu oldu. şehir, dalan’ın gözlerinin simgelediği bir vitrine dönüştü. şehirde yaşayanlardan beklenense, ya bu vitrinde değer kazanmayı beklemek, ya da yaşadıkları şehre bir turistin gözünden “dışarıdan” bakmak. galleria, alışverişi şehir hayatının bir parçası olmaktan çıkarıp kendi başına bir amaç, malları kullanım değerleri bütünüyle silinmiş bir değişim değeri haline getirmekle kalmıyor, bakılanla kurulan ilişkiyi de önemli ölçüde değiştiriyor. 2.b.yoksulların gözleri georg simmel, kitle ulaşımının gelişmesiyle birlikte insanların ilk kez, uzun süre hiç konuşmadan birbirlerine bakmak durumunda kaldıklarından söz eder. insanın tanımadığı insanlara ve nesnelere bakması ya da bakıp da tanımıyor olması, başlangıçta büyük bir huzursuzluk yaratmış olmalı. büyük şehirde insanlar arasındaki ilişkilerin ayırt edici özelliği, gözün kulağa üstünlüğüdür. baudelaire, bir süre için gittiği brüksel’de dükkanların vitrinlerinin olmamasından yakınır: “gezinmek mümkün değil brüksel’de. görecek hiçbir şey yok.” bir tek büyük şehir yaşantısındaki “mesafeliliğin” sunabileceği bir imkan vardır burada: anlık bakışmalar, göz göze gelmeler ya da tesadüfi karşılaşmalar, ancak bir derinlik olarak tarihin değil, şehrin yüzeyinin önem kazanmasıyla mümkündür. aylak, ancak bu yüzeyde gezinebilir. yusuf atılgan’ın aylak adam’ı şu cümleyle başlar: “birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.” ve devam eder: “içimdeki sıkıntı eridi.” 2.c.yabancıların sesi müzik aletleri satan dükkanların önünde büyük bir kalabalık vardır. ama bu insanların çoğu, alıcı gözüyle bakmaz vitrinlere; yabancısı oldukları, satın alamadıkları nesneleri, “teknoloji”yi seyretmektedirler. yabancı da bugün gelip yarın gidemeyen, geri dönme imkanı olmayan kişidir. şehre gelip köye dönme imkanı olmayan, ne köylü ne şehirli olanın müziğidir arabesk. “hiçkimse”nin müziği. arabesk dinleyicisi, kendisinin olan bir müziği dinlemez, kendisine yabancı ama başkasının da olmayan bir müziği dinler. arabesk “bugün gelip yarın kalan”ın, önceki ve bugünkü kültürünün uzlaştığı yerdir: hem o, hem ötekidir. aynı zamanda onu geldiği yerden de, kaldığı yerden de ayıran, önceki kültüründen koptuğu, yeni tanıştığı kültüre direndiği yerdir: ne o, ne ötekidir. 2.d.bir jest olarak… seçim kampanyalarında artık bir partinin hangi programı savunduğundan çok, hangi kimliği, hangi imgeyi ya da üslubu seyre sunduğu önemli. halk oylaması türkiye’de, politikacıların birbirlerine ve halka yaptıkları bir jestten daha fazla bir anlam taşımıyor. özal, son seçimlerde istediği oyu alamazsa siyasetten çekileceğini açıklamıştı. dalan, tempo dergisinde istanbul metrosuyla ilgili yolsuzlukları açıklayan bir haber yayımlanınca, ertesi gün hemen dergiyi mahkemeye vereceğini açıkladı. ama ne özal siyasetten çekildi, ne de dalan dergiyi mahkemeye verdi. bütün bunlar basında bir kere yer aldıktan sonra, özal “çekiliyorum” demekle çekilmiş, dalan “mahkemeye vereceğim” demekle dava açmış gibi oldu. bütün bunlara karşı çıkmak için, bir başkası da çaresizlik içinde “kendimi yakacağım” diyebilir, bu da bir jesttir ve kendisini yakmış kadar olur. sözün geçersiz olduğu, bir simgeye dönüştüğü bir toplum, muhalefeti de kendisi gibi bir jest, bir simge olmaya zorlar. 2.e.kör dövüşü 2. dünya savaşı’ndan bu yana batı’da gelişen birçok alt kültür, daha çok simgesel bir muhalefet olarak gelişti. punklar, dazlaklar, ya da onlardan önce etkili olan birçok başka muhalif grup, kendilerini aykırı bir görüntü, meydan okuyan bir üslup, var olan düzene ters gelebilecek simgelerden oluşmuş bir kolaj, bir gösteri olarak ortaya koydu. çoğunlukla da işçi ve göçmen mahallelerinde ortaya çıkan bu gruplar, kendilerini var olan düzenle çatışan bir görüntüye dönüştürmeye, bedenlerini temsili bir biçimde “dekore etmeye” çalıştılar. alt kültürler egemen kültürün simgelerini çalıp aykırı bir simgeler sistemi oluşturmaya çalışırsa, tüketim toplumu da aynı simgeleri sınıfsal ya da tarihsel içeriklerinden arındırıp piyasaya iade eder. piyasa ise, kendi ilkeleri işlediği sürece, muhalif simgelerin serbest dolaşımına izin verecektir. 2.f.seyredenin görmediği vitrin, teşhir ettiği malın bir emek ürünü olduğunu gizler bakan kişiden. nasıl piyasa farklı emek biçimlerini eşitler ve malları soyut bir değişim değerine indirgerse, toplum vitrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarf edilen emek bir imajdan ibaret kalır. 3.adlandırılmak foucault cinselliğin tarihi’nde, 17. yüzyıldan itibaren batı’da cinselliğin tarihini, cinselliğin üzerindeki örtünün kaldırılmasının, hazların sınıflandırılmasının, cinselliğin bir bilme talebinin nesnesine dönüştürülmesinin tarihi olarak ele alır. bu, iktidarın işleyişine dair bir kavrayışı da beraberinde getirir: iktidar red, inkar, engelleme, yasaklama ya da saf dışı bırakmadan çok kurma, düzenleme, kışkırtma ve çoğaltma teknikleriyle işlemektedir. bastırmayı ya da yok etmeyi değil, ayrıştırmayı, çeşitlendirmeyi, görünür kılmayı içerir. 1980’lerin farkı burada yatıyor: devletin yasaklayıcı söyleminin dışında, resmi-merkezi söylemin dışında, çok daha kısmi düzeyde kendini gösteren, yasaklayıcı olmaktan çok çağırıcı, baskıcı olmaktan çok kışkırtıcı bir söz siyaseti ilk kez 80’lerde kendine önemli bir alan yarattı. artık önemli olan yapılıp edilenler, yaşananlar ve hatta hissedilenler değil, onların bir iç dökme söylemi içerisinde nasıl dile getirildiğidir. bu, batı’da foucault’nun kaydettiği tarihin en ileri aşamasına –kışkırtılmış, merkezsiz bir sözün hakimiyetine- denk düşer. roland barthes, burjuvaziyi “adlandırılmak istemeyen toplumsal sınıf” olarak tanımlarken, bu hegemonya biçimine işaret eder. ancak bu adsızlık, bu görünmezlik sayesinde burjuvazi başkalarının adına konuşabilir, onların dilini çalabilir, nesneleri ve ilişkileri kendi tarihsel içeriklerinden arındırıp doğal ve evrensel kılarak kendi sözlüğünü oluşturabilir; bu sayede kendisini sessiz bir norm olarak geçerli kılabilir. haftalık dergilerin çoğu kapak konusu ya da dosyasında şu fark edilebilir: adlandırma ve imaj, haberden ya da hikâyeden önce gelir. ahmet oktay toplumsal değişme ve basın’da, son yıllarda haber başlıklarının enformatif olmaktan çok imajinatif bir özellik kazandığını, buna bağlı olarak da başlıklardan fiilin kaldırıldığını vurguluyor. cümlede adın fiilin yerini alması, fiilin hayattan kovulduğu, verilere mahkum kalınan bir stabilizasyon ortamının dildeki karşılığıdır. adlandırmak, çoğunlukla bir cümlenin öznesini tayin etmektir. başka bir deyişle, adlandırmak bir şey söylemek değil, hakkında söz söylenecek ya da yeni bir bilgi eklenecek şeyi tanıdık nitelikleriyle çağırmaktır. her şeyi bir imajlar toplamına dönüştüren bir kültür endüstrisinin, farkı evetleyerek içerme eğilimi gösteren bir toplumun, kavramların dile getirdikleri ya da getirebilecekleri yaşantıları yok eden bir söz düzeninin nüfuz alanına girdiğimizde, sonuçta kurulan imajların, yapılan adlandırmaların gerçek olmadığını iddia edebilen kim olacaktır? 4.mahrumiyet 1980’lerin ilk yarısında türkiye’de çıkan gazetelere göz attığımızda bir şeyi fark edeceğiz: 12 eylül’ün hemen ardından darbeyi meşrulaştırmayı amaçlayan “anarşi ve terör” haberleri dışında, kamuyu ilgilendiren pek bir şey olmuyor gibidir. örneğin hürriyet gazetesinin hemen hemen tamamı, aile cinayetlerine ayrılmıştır. karısını öldüren kocalar, çocuklarını öldüren anneler, kardeş cinayetleri… bunun ilk nedeni şüphesiz basın üzerindeki sansürdür; gazeteler daha risksiz bir bölgeye, daha kurgusal haberlere yönelirler. ama bugünden geriye bakıldığında, bu yönelişte 1980’lerin ikinci yarısına damgasını vuracak bir eğilimin ipuçlarını da bulmak mümkün. 1980’ler ilk bakışta birbiriyle çelişen iki gelişmeye sahne oldu: bir yandan basın üzerindeki baskı ve denetim artarken, bir yandan da basın sektöründeki sermaye birikimi o zamana kadar görülmedik ölçüde arttı; yeni gazeteler çıktı, haftalık haber dergileri yayın hayatına girdi, giderek daha tanımlı bir okura(kadınlara, erkeklere, gençlere, ev kadınlarına, iş adamlarına, çalışan kadınlara, başarılı erkeklere, genç profesyonellere vb.)yönelik dergiler piyasaya çıktı. bazı alanlardaki daralma, başka alanlarda bir genişlemeye tekabül eder. basının bu yenileşmeyi gerçekleştirebilmesinin, bu pazar arayışındaki başarısının nedeni de, o zamana kadar türkiye’de hiç tanımlanmamış ya da pek az kurcalanmış alanlara doğru genişlemesi, yeni haber bölgeleri yaratması, bunları tüketime sunmasıdır. işte özel hayat bu alanlardan biri olarak kamuoyunun gündemine geldi. 80’lere esas damgasını vuracak olan ise, özel hayatın pozitif önermelerle tanımlanmasını, insanların bu alan üzerinde yüksek sesle konuşmaya kışkırtılmasını, yeni hayat modellerinin oluşturulmasını, kısaca özel hayatın temsil edilebilir bir bölgeye dönüştürülmesini hedef alıyor. bir yandan da türkiye’de ilk kez hayat biçimleri sınıflandırıldı, adlandırıldı; “yalnız yaşayan kadınlar”, “çocuksuz çiftler”, “68’liler”, “marjinaller” gibi kuşatıcı tiplemeler oluşturuldu. 80’lerdeki bu kaymanın; ilginin kamusal olandan özel olana kaymasının zorunlu bir tarafı var. her baskı dönemi; sokağa, iş yerine, siyasi örgüte uygulanan her baskı insanları ister istemez “iç”e kapanmaya; eve, kişiselliğe, yalnızlığa çekilmeye zorlar. ama 80’lerin farkı da burada: bu döneme damgasını vuran, bu tür bir içe kapanma, bu tür bir geri çekilme, mahremiyete ya da şahsi olana çekilme değildi. tersine, bir patlamaydı. yakın zamana kadar mahrem kabul edilen birçok şeyin “dış”a açılmasıydı. habere, enformasyona, görüntüye dönüşmesi, bir kamuoyu meselesi haline gelmesi, özel ve kamusal alanlar arasındaki ayrımın, “iç” ile “dış” arasındaki sınırın erimesi, öznelliğin diliyle kamunun dilinin iç içe geçmesi, aradaki farkın belirsizleşmesiydi. kuşkusuz bir “özel hayat endüstrisi”nden söz etmek mümkün. bütün diğer alanlar gibi öznelliğin alanı da bir kez kitle iletişim araçlarınca kuşatılınca, bundan bazı mesleklerin çıkması kaçınılmaz. artık özel hayat gazetecileri, özel hayat dergileri, özel hayat sinemaları var; bunlar kendi dillerini, kendi görüntülerini, kendi imajlarını yarattılar. modern insan özel olanı daha doğal, daha özgür bir alan olarak görmeye, kamusal olanı ise zorunluluklar ve görevler alanı olarak tarif etmeye daha yakın. özel hayat: tüketim alanının üretim alanından, boş zamanın işten, evin iş yerinden, nihayet yatak odalarının evin diğer odalarından ayrılması, yabancılardan gizlenmesi ve özel anlamlar kazanması demektir. modern adabın tarihi, aynı zamanda özel olanın kendisini yabancılardan ayrıştırmasının tarihidir. kamu bizim dışımızdaki bir zorunluluğa, bir görevler alanına, bizim denetimimizde olmayan ama katlanmak zorunda olduğumuz bir alana işaret ediyor. o halde yabancılarla ilişkiye girmek, belli roller içinde davranmayı, gerçek yüzümüzü saklamayı, maskeler ardında gizlemeyi gerektirir. yani şunu varsayıyoruz: yabancılara gösterilen maskedir; doğal ve sahici olan ise maskenin ardındakidir, başkalarından gizlenendir, kişisel olandır. özel hayat kamu hayatından daha üstün, daha zengin ya da daha sahici bir alan olarak, kamu hayatı da bizim tanıdığımız göstermelik görevler alanı olarak ayrışacaktır. 19. yüzyılın sanayi şehrinde burjuva ailesi yalnızca doğallığın alanı değildir; aynı zamanda sokağın tehdidine, iş dünyasının katı disiplinine karşı bir sığınak olarak da yüceltilmektedir. kamu hayatının çocuklara kapanması, yabancılarla ilişkinin ancak yetişkinlerin baş edebileceği riskli bir bölge olarak ayrışması bu dönemde belirginleşir. şehir hayatı ile özel hayatın birbirine yabancı, mesafesi olan ayrı alanlar olarak tarif edilmesi 1950’lerin istanbul’unda işitilebilen bir ayrışmadır. resmi ideolojinin “kamu” kavramı, devletin dışında oluşmuş bir sivil alandan çok, devlet himayesinde, devlet kontrolünde var olmuş bir alanı tarif ediyor. 1980’lere gelene kadar türkiye’de özel hayat-kamu karşıtlığından söz ettiğimizde, -eğer kıyılara köşelere bakmayacaksak- özel hayatın devletle ya da politikayla ilişkisinden söz etmek durumundayız. çünkü türkiye’de “kamu” diyebileceğimiz bir alan esas olarak devlet ya da politika dolayımıyla kurulageldi. çeşitli sınıf ve kesimlerden insanların siyasal partiler dolayımıyla kurdukları himaye ilişkileri, her zaman iş hayatının anonimliğinden de, söz gelimi şehir kulüpleriyle derneklerin yerelliğinden de daha önemli ve koruyucu oldu; çok daha geniş kesimden çok daha fazla insanı buluşturdu. üstelik bu, devletin himayesinde olmayan, özerk dinamikler sonucunda oluşmuş belki de tek kamu örneği sayılabilecek 1970’lerin sol kamuoyu için de geçerli. 1970’lerde politika, hayatlarının normal seyri içinde bir araya gelemeyecek farklı sınıf ve kesimlerden insanlara bir buluşma zemini sağlamış; farklı imkan ve hayat tarzlarına sahip kişileri, varlıklılar ile varlıksızları, “kültürlüler” ile “kültürsüzler”i karşılaştırmış, bir işçiyle normal koşullarda işveren ya da yönetici olabilecek bir genci, bir gecekondu sakiniyle varlıklı bir aileden gelmiş bir öğrenciyi, şehre yeni göçmüş biriyle köklü bir istanbul ailesinin çocuğunu aynı ortak hayat vaadi etrafında buluşturabilmişti. belki de ilk kez 70’lerde devletle özel olandan daha sahici bir karşıtlığı sezmeye, kamuyu gerek devletin, gerekse özel olanın ötesindeki bir imkanın adı olarak öğrenmeye başladık. 1970’lerin radikal politikasının başarılarından biri, kemalist devletten bağımsızlaştırarak yarattığı kamu alanını, özel olan karşısında, yerini aldığı yapı kadar mutlak kılmaktı. varlıklı ile varlıksız, kültürlü ile kültürsüz, gecekondudan gelenle memur çocuğu 70’lerin sunduğu ortak zemin içersinde ancak kendi kimliklerini, özelliklerini –maskenin gerisinde olanı ya da maskeyi- unutarak bir araya gelebildiler. belki de ortaklaşılan ile yalnız yaşanabilen arasındaki gerilim ancak yittiğinde, başkaları tarafından ele geçirildiğinde, bir imkan olarak görülebiliyor. artık biliyoruz; devletin tahakkümünden kurtulsa bile politika, şahsiyetin tümü ile özdeşleştiğinde, şahsiyetin kendisini yok edecek, özel olanın sınırlarını daraltacaktır. ama 1968’ler kuşağı söyleminin 1980’lerde ortaklaşmacılığın inkarı için malzeme olduğu koşullarda, artık tersini de bilmemiz gerekiyor. politika ancak hem ortak hem özel, hem kamusal hem şahsi olan arasındaki gerilim üzerinde yükselebilir. kendisini bu gerilim üzerine kurmayan politika yenildiğinde, geriye kocaman bir boşluk kalır. işte 80’lerdeki “özel hayat” patlaması, özel hayat etrafında koparılan bütün gürültü bu boşluğa yerleşti. kendini 70’lerin kamusunun, politik kamuoyunun bastırdığı her şeyin geri dönüşü, kurtuluşu olarak sunarken 70’leri yalnızca bir bahane olarak değil, bir miras olarak da kullandı. çünkü her şey aslında daha önce yapılmış, mahremiyet zaten inkar edilmiş, kavramların hükmüne terk edilen özel olan zaten değersizleşmiş, önemsizleşmişti. bu kez özelliğini yitirmiş bir özel hayat, politikadan boşalan yere doğru genişlemeye başladı. sanki bir özgürlük alanıymış, herkese önerebilecek bir özel hayat varmış gibi, sanki özel olan aleni olabilirmiş gibi kamu önüne çıktı. insanların özel hayatları kitle iletişim araçlarında daha önce olmadığı kadar fazla konuşuldu, merak konusuna dönüştü, söze geçirildi, görüntülendi. bu eğilimi besleyen yalnızca bu dili üretenler değildi. 80’lerin neredeyse bir tür oluşturan “özel hayat” filmlerini popüler kılan, bir ihtiyaca cevap veriyor olmalarıydı. kamera ev içlerinde, özel mekanlarda ağır ağır dolaşırken seyircinin bir açlığı gideriliyordu aslında. film başarısını, ev içlerini, özel ilişkileri seyirlik kılabilmesine, seyirciye estetize edilmiş özel hayatları “dikizleme” fırsatı veriyor olmasına borçluydu. aynı sürecin bir de öbür yüzü var. 80’lerde yalnızca özel hayatın dili kamusallaşmadı, kamunun dili de giderek özelleşmeye “dış” da “iç”miş gibi yapmaya başladı. bu dönemin haber dergiciliğinin en önemli yeniliği, haberi mutlaka özel hayatlara gönderme yaparak aktarması, haberi okura bir hayat hikayesiymiş gibi sunmasıydı. reklam spotları gibi haber başlıkları da özel mesajlara dönüştü. (bir caz gecesi rüyası, felsefenin sefaleti, trafiğin dayanılmaz ağırlığı) eleman arama ilanları giderek “hayat arkadaşı” ilanlarına benzemeye başladı. bu ilanlarda resmi dil yerini birçok yerde kişisel, samimi olmaya çalışan, teklifsiz bir dile bıraktı. öyle ilanlar ki bunlar, insanları belirli bir “iş”i üstlenecek işçiler olarak değil, belirli bir “hayat tarzı”na uyum gösterecek, işverenleriyle ya da diğer işçilerle sanki bir özel hayatı paylaşacak kişiler olarak tanımlıyor. “iş yeri”nin “ev yeri” ile karıştığı yer: 1990’da gazetelerde çıkan bir halı reklamının sloganı bu. resimde, işyerinde halının üzerinde oğluyla oynayan bir baba var. “çağdaş yer…” sloganıyla bitiyor reklam: çağdaş işyerinin gerginliklerle dolu, acımasız ya da katı değil, tersine insanın kendisini evinde hissettiği, ev rahatlığını ve aile huzurunu duyduğu bir yer olabileceği ima edilmiş. bu kez kamu “özel”miş gibi yapıyor, özel olanın dilini taklit ediyor. 80’lerin farkı zengin ve yoksul mahallelerini birbirinden tümüyle ayırması olduğu kadar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği, ilişki kurabileceği ortak mekanları da hemen hemen tümüyle ortadan kaldırması. artık yalnızca semtler değil, zengin ve yoksulların alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, iş muhitleri de birbirinden ayrılmış durumda. şehrin birçok bölgesi, çoktan yoksullara terk edildi. zenginler ise yoksulların görüntüsüyle bile karşılaşamayacakları yerlere, şehir içindeki “özel” şehirlere, sitelere çekildiler. bu sürecin kültürel alanda da izleri yok değil. 80’lerin ikinci yarısında en çok yakınılan şeylerden biri büyük şehirleri istilasıydı. gecekondular daha önce de vardı, ama istanbul’un elden gittiği en çok gecekondulaşmanın hızını kaybettiği 80’lerde dile getirildi. arabesk denen müzik 70’lerde de vardı, ama bu ancak 80’lerde bir söylem nesnesi haline geldi; yalnızca bir müzik tarzının, şehirlilere yabancı bir müzik tarzının değil, “kültürsüzlüğün” de adı oldu. bütün bunlar, farklı sınıf, meslek ya da kuşaklardan insanlar arasında bir geçişkenlik sağlayan zeminlerin ortadan kalktığını, yabancılar arasındaki sınırın şimdiye değin olmadığı kadar kalınlaştığını gösteriyor. 80’lerde hiç kimsenin yabancı olmadığı bir kurgudan, herkesin yabancı olduğu, başkalarının ilginçlikten başka bir şey ifade etmediği bir kurguya geçtik. öznelliğin alanı kamu tarafından hiç bu kadar yakından kuşatılmamış, başkaları hiç bu kadar az şey vaat etmemişti. 5.iktidarın sağlığı evren 12 eylül müdahalesini birçok kez hastalığa bulunmuş bir çare olarak sundu; parlamenter sistem felce uğramıştı, demokrasinin işleyişi sağlıklı değildi. ama sağlıkla ahlak arasındaki sınır sık sık bulanıklaşıyordu; temiz vatan evlatları sapık ideolojilerin etkisindeydi. evren, bütün bunlara karşı yapılan müdahaleyi de bir sağlık tedbiriymiş gibi, tıbbi bir terimle dile getirdi: acılı reçete. aslında evren 12 eylül’ü herhangi bir hastalık metaforuna ya da bir sağlıklılaştırma söylemine başvurmadan, çok daha doğrudan, daha askeri terimlerle meşrulaştırdı. bir taarruz planı olarak tanımladı; düzen karşıtlarının başının ezilmesi gerektiğini söyledi. 12 eylül, toplumsal bünyedeki hastalıkları tedavi etmeyi amaçlayan bir rehabilitasyon politikasından çok, suçluları saptayıp yok etmeyi amaçlayan bir cezalandırma stratejisini ifade ediyordu. toplumsal düzeni bozduğu düşünülen kişilerin yalnızca kapatılmasına değil, aynı zamanda ıslahına da yönelik bir program geliştirilmeye çalışılmış, cezaevleri nöroloji, genetik, psikiyatri gibi disiplinlerin müdahale edecekleri bir alan olarak belirlenmişti. batı’nın siyasal söyleminde hastalık metaforları önemli bir yer tutuyor. 1980’lerde türkiye’de de siyasi ya da toplumsal olguların giderek tıbbi terimlerle, hastalık metaforlarıyla konuşulmaya başladığından söz edilebilir. ama türkiye’de yaşanan sürecin batı’dakinden farkını hesaba katmak gerekiyor. çünkü sağlıklılaştırma söylemi batı’da yalnızca bir metafor olarak değil, toplumun ıslahına, topluma yeni bir düzen vermeye yönelik bir dizi stratejisiyle birlikte gelişmişti. 18. yüzyıldan itibaren avrupa’da iki süreç birlikte yaşandı: bir yandan insanların bedenleri bir muayene, bir müdahale alanı haline geldi; tek tek hastalıklar ve bozukluklar belirlendi, normal ve patolojik olan ayrıştırıldı, doğum ölüm oranları ve cinsel tercihleriyle nüfusun anatomisi çıkartılmaya çalışıldı. bir yandan da toplum, tedavi edilmesi gereken bir bünye olarak görülmeye başlandı; bir vücut olarak ele alındı ve bu vücut sağlıklı bir vücut haline getirilmeye çalışıldı. foucault, ortaçağ boyunca avrupa’yı kasıp kavuran salgın hastalıkları kontrol altında tutabilmek için alınan tedbirlerin 17.yüzyıldan itibaren toplumdaki çeşitli düzensizlikleri de kontrol altına almakta kullanıldığına işaret eder. farklı hastalıklar farklı biçimlerde kontrol altına alındığından daha sonra bu hastalıkların, örneğin cüzam ya da vebanın simgelediği toplumsal düzensizlikler ve bunlara karşı oluşturulan stratejiler de farklı olmuştur. daha sonra başka “anormal” davranışları, örneğin deliliği simgeler hale gelen cüzamda, hastalığın toplumun dışına atılması, kapatılması esastı. vebanın kontrol altına alınması ise tecritten çok farklı, daha modern olarak nitelendirilebilecek bir dizi tedbire denk düşer. hastalık toplum dışına atılmakla kalmamış, toplumsal bünyenin tek tek bütün hücreleri sıkı bir kayıt ve gözetim mekanizmasının hedefi haline gelmiştir. nitekim 18.yüzyıldan itibaren ideal konut çevreleri, çalışma ve eğitim mekanları tasarlanırken, evlilik, gençlik ve çocukluğa ilişkin normlar saptanıp ideal bir aile çevresinin nasıl olması gerektiği tanımlanırken, işgücü düzenlenirken, üretken olan ve olmayan nüfus saptanıp kalabalıklara yönelik pozitif stratejiler geliştirirken de hastalık metaforunun, hijyen bilgisinin ve sağlıklılaştırma ideolojisinin yaygın bir biçimde kullanıldığı, bütün bu müdahalelerin bir halk sağlığı söylemi etrafında meşrulaştırıldığı görülür. şehri, toplumu, aile hayatını ve cinselliği bir sağlıklılaştırma ideolojisiyle yeniden düzenleme çabalarının bir başka yanı da reformcu – uzman hekim kimliğinin gelişmesiydi. hekimlerin toplumsal bünyeyi iyileştiren birer uzman kimliği edinmelerinin öteki yüzü de, sağlık söyleminin kendisini her türlü ahlaki ve politik vurgudan bağımsızlaştırmasıydı. topluma yeni bir düzen vermeye çalışan politikacı, yönetici ve planlamacılar da artık sadece sağlıkı bir politik gerekçe olarak kullanabiliyordu. örneğin 19.yüzyıl sonunda avrupa’da gecekondu mahalleleri yıkılıp yerlerine blok apartmanlar dikilirken öne sürülen gerekçelerden biri, veremin gecekondu mahallelerinde kuluçkaya yattığı ve tüm kenti tehdit ettiğiydi. türkiye’nin farkına gelince, burada tıbbi terimlerin politik söyleme fazla ayrıştırılmadan, bilimsel bir sağlıklılaştırma ideolojisinin parçası olmaksızın, çoğu zaman askeri bir tehlikenin ya da ahlaki bir yozlaşmanın mecazı olarak, genellikle de daha tesadüfi ya da keyfi bir biçimde girdiğinden söz edilebilir. evren 12 eylül operasyonunu bir ameliyata, hastanın rızası alınmadan, hastaya rağmen gerçekleştirilen bir ampütasyona benzetiyor. türkiye’de hastalık ve suç kavramlarının birbirinden pek fazla ayrıştırıldığından söz edilemez. türkiye’deki basının uzun süre aıds’i hastalık olarak mı, yoksa suç olarak mı ele alacağını bilememesi, bunun en çapıcı örneklerinden biridir. 6.krizin imkânları (önemsiz görüldüğü için atlandı) 7.vicdan ve teknik orhan gencebay 1970’lerde, o zaman bu toplumda ancak erkeğin temsil edebileceği bir vicdanın sesiydi. adil olmayan babaya karşı ailenin haklarını savunan “orhan ağabey”di o. işte o zamandan bu yana değişen de bu: 80’lerin sonlarına gelindiğinde baba önemsizleşmiş, aile dağılmış, anne de kız kardeş de çoktan evden kaçmıştı. üvey kardeşe gelince, o zaten bu aileden değildi. 80’lerin büyük şehri ona bir an için olduğundan başka bir şey olma, sesi bir yabancının aracılığı olmaksızın duyurabilme özgürlüğünü vermişti. “dom dom kurşunları”, “ben sana dolanayım”lar, taşranın ancak büyük şehrin imkanlarıyla karşılaştığında, parayla buluştuğu anda edinebileceği bir rahatlamayı temsil ediyordu. 1980’lerin yıldızı bu yüzden ibrahim tatlıses’ti, orhan gencebay değil. türkler taşralarını-kendi içlerindeki üçüncü dünyayı- 1980’lerde keşfettiler. öncelikle dışlarındaki üçüncü dünyayı, kürtleri fark etmek zorunda kaldılar. ama yalnızca onları değil, onlarla birlikte kendi içlerindeki üçüncü dünyayı, bugüne kadar modernleşmek için bastırdıkları şeyleri de keşfettiler. bu yüzden ibrahim tatlıses’in yokluktan varlığa yükselişinde, yalnızca kürtlerin büyük şehirde kimliklerini artık daha dolaysız yollardan dışa vurma istekleri değil, şehrin eski sakinlerinin de bir baskıdan, modernist devletin baskısından, babanın baskısından, merkezin baskısından kurtulma umudu vardı şehir de kendi içindeki taşrayı, batılı olabilmek için bastırmak zorunda kaldığı şeyleri keşfetti. ibrahim tatlıses, sokağın artık adalet değil özgürlük istediği bir dönemin yıldızıydı. bu yüzden de kitlesi onda, onlarla konuşan bir yabancıyı; kendilerini temsil eden, onların vicdanı olmaya aday birini değil, kendi suretini gördü. ibrahim tatlıses’in sesi artık yabancı topraklarda kendine güvenmeyi öğrenmiş, yabancı bir dili bozmayı, yabancılara kafa tutmayı öğrenmiş, yırtık, yırtmış bir ses. orhan gencebay’ı 1970’lerde popüler kılan, yalnızca bir çığlık değil, çığlıkla ölçülülüğün, isyanla tekniğin buluşmasıydı. o, vicdanın temsil edilebilir olduğu, vicdanla tekniğin yan yana durabildiği bir dönemin içinden konuşuyordu. ama 1980’lerin özgürlük vaadinin de sonuna geldik. ibrahim tatlıses’in artık tüm topluma yayılmış bir özgürlük, bir hafifleme isteğini ifade ettiği an geride kaldı. şimdi yalnızca hemşehrileri adına konuşuyor olmasının nedeni bu. büyük şehir hem büyük, hem de adil olmayacağını gösterdi, sınırlar yeniden çizildi. bugün teknikle vicdanın yolları şimdilik ayrılmışa benziyor. 8.bastırılmışın geri dönüşü 80’ler bir yandan bu toplumda yaşanmış en sert baskı dönemiydi, devlet şiddetinin kendisini en çıplak biçimde hissettirdiği dönemdi, ama bir yandan da bir kültürel çoğullaşmayı, bugüne kadar bütünsel ideolojiler içinde hapis kalmış kültürel kimliklerin serbest kalmasını da beraberinde getirdi. kürtlerin, kadınların, eşcinsellerin kendi söylemlerini oluşturmaları, kamuoyunda kendi adlarıyla var olmaları, kendi popüler dillerini aramaları ancak bu dönemde mümkün olabildi. sokağın ayrı bir dili varsa eğer, bu kendisini en çok 80’lerde hissettirdi. kültürel çoğullaşma ya da kültürün parçalanması denebilecek bir değişim, 80’lerin ikinci yarısından itibaren kendini birçok alanda birden hissettirdi. bu bir bakıma bir aşağı kültür patlaması olarak da tarif edilebilir. 80’ler dışlanmış, bastırılmış, modern kültürel kodların dışına itilmiş, orada ancak bir yokluk, bir eksiklik olarak var olan taşraya yönelik bir özgürlük vaadini temsil ediyordu. ona, kemalizmin bu topluma biçtiği modern kültürel kimliğin baskısından kurtulma umudunu vaat etti. taşraya kendi kimliğini koruyacak da büyük şehir hayatına eklemlenebileceği, piyasada ona da bir yer olabileceği umudunu verdi. türkiye bu dönemde öncelikle kendi üçüncü dünyasını, kendi yerlilerini, merkezin dışına ittiği, taşralaştırdığı dünyayı-kürtleri-keşfetmek zorunda kaldı. ama yalnızca onları değil, yalnızca kendi dışındaki taşrayı değil, aynı zamanda kendi içindeki taşrayı, modern olabilmek için kendi içinde bastırmak zorunda kaldığı yanları da keşfetti. 80’lerdeki aşağı kültür patlamasının sınıflar üstü yaygınlığının bir nedeni burada yatıyor. çünkü bu patlama yalnızca yüksek kültürün dışındaki aşağı kültürün keşfi değil, aynı zamanda yüksek kültürün bunca yıldır yüksek olabilmek için kendi içinde bastırdığı, aşağılara ittiği yanların da keşfiydi. 80’ler bir bakıma yüksek kültüre de yüksekliğinden vazgeçme, kendi adına davranma, yalnızca kendini temsil etme serbestliğini verdi. 80’lerin bu baskı döneminin, kültürel düzeyde karşıtıyla birlikte, yalnızca aşağı kültür için değil seçkinler için de bir özgürlük vaadiyle birlikte var olmasının, kendini bir iştah, bir itiraf, bir iç dökme dönemi olarak ortaya koymasının nedeni buydu. çünkü, yüksekmiş gibi davranan bir kültürün kendi taşralılığının, kendi yerliliğinin, kendi aşağılığının da geri dönüşünü temsil ediyordu. bastırılmış olan geri dönüyor, ama nereye? geri dönen, hiçbir zaman bastırılmış olanın kendisi değildir. geri dönerken aslında taşıdığı vaadi de tüketmiştir; bize bu kez çıplak bir öfke, bir arsızlık, bir açlık olarak görünür. evet, geri dönen bir şeyler var, ama bunlar çoktan başka bir şeye dönüşmüş. çünkü onlara, baskı ortadan kalkmadığı halde geri dönme imkanını veren tek bir şey var: piyasa. kemalizmin taşraya uyguladığı baskı her zaman bir vaadi, modernleşme, medenileşme vaatlerini içinde taşıyordu. bu, yalnızca kemalizm gibi nispeten cılız sayılabilecek bir baskı aygıtı için değil, bütün geleneksel baskı aygıtları için de geçerli. geri dönen şey, bastırılmış olana kıyasla çok daha bilinçli-ya da kurnaz; artık bu vaadi yutmuyor, dolayısıyla onu, o vaadi temsil de etmiyor. bastırılmış olanın taşıdığı vaat hep bir hayal, bir teselli, gerçekliğin negatifi olan, gerçeklikte hiçbir dayanağı bulunmayan bir telafi üzerine kuruluydu. geri dönenin döndüğü yere teslimiyeti ise mutlak; sonsuz bir şimdi’nin yüzeyi karşısında büyülenmiş gibi; hiçbir hayal, vaat ya da olumsuzluğun büyüyü bozmasına, neşesini kaçırmasına izin vermiyor. 9.teklifi olmayan kültür kameranın ve mikrofonun artık kendilerini kurumsal değil şahsi, resmi değil teklifsiz bir dille çağırdığını, o halde kendilerinin de bu çağrıya aynı teklifsiz dille cevap vermeleri gerektiği fark ettiler. imaj tasarımı, halkla ilişkiler, kimlik tasarımı gibi iş kollarını ortaya çıktığı, bu işlerin düpedüz sektörleştiği bir dönemde bütün bu iç, içlilik, içtenlik vurgusu niye? bununla bağlantı başka sorular da var: konuşan türkiye konuşurken neden bu kadar kişisel, dolaysız, mesafesiz bir ses tonunu seçti? neden artık herkes beni sanki ben onun yakınıymışım gibi çağırıyor? neden artık kimse sınıflardan, rollerden, kurumlardan değil de kişiliklerden; her türlü dıştan arınmış bir içten söz ediyor? neden her şey ancak ardında bir psikolojik bir hikaye varsa, senli benli bir dille ifade edilebiliyorsa gerçek kabul ediliyor? yalnızca yıldızların değil haber sunucularının, köşe yazarlarının, radyo programcılarının da konuşmalarındaki bu sahicilik ısrarı ne? habercilikte nesnellik yerini çoktan kişisel, öznel denilebilecek bir tarza bıraktı. 1980’lerin ikinci yarısında, haberi nesnel bir olay olarak değil, öznenin başından geçmiş, o yönüyle haber değeri taşıyan kişisel bir hikaye, bir hayat hikayesi olarak aktarmak o yılların yeniliğiydi. haberle hikaye, gerçekle kurgu, gazetecilikle edebiyat, nihayet nesnellikle öznellik arasındaki bu belirsizleşme, kamusal olan ile özel olan arasındaki ayrımın belirsizleşmesinin bir ifadesiydi. bugün, eski tarz nesnel haber yerini içimizden insan hikayelerine, hayatın içinden trajik öykü ve portrelere, inanılmaz aile dramlarına, dramatik öykülere bıraktı. yazılı basında olduğu gibi bu da televizyon haberinin yalnızca içeriğiyle değil, tüm haber söylemiyle; kurgusallığa, öznelliğe, kişiselliğe, nihayet edebiyata öykünen haber söylemiyle ilgili bir değişim. bu süreçte haber sunucularının da önemli bir rolü oldu. televizyonda anlatıcının kişiliğinin olabildiğince bastırıldığı resmi anlatım tarzı yerine, haberi sunanın kişiliğinin hissettirildiği, anlatanın da en az anlatılan kadar, bazen daha önemli olduğu bir anlatım tarzına bıraktı. yetkisini okuduğu haberden ve onu yazan aşkın kaynaktan alan, tarafsızlığı baştan kabul edilmiş bir metni olabildiğince vurgusuz bir ses tonuyla, ifadesiz bir yüzle, yorumsuz bakışlarla okuyan sunuculardan, yetkisini haberi okuyan kişinin inanılırlığından, dahası samimiyetinden alan sunuculara geçildi. artık kurumu, sermaye grubunu, onu öyle konuşturan haber ağını, haberi o habere dönüştüren toplumsal sistemi değil, o adamın kendisini seviyor ya da kendisine sinir oluyoruz artık. televizyon haberlerinin çoğu kötü haberler artık; bize yolsuzluklardan, kazalardan, cinnet ve cinayetten söz ediyor; tehlikenin, ölümün, terörün, sapkınlık ve skandalın hüküm sürdüğü bir dünyadan haber veriyorlar. bir bakıma yeraltından haberler bunlar; tehditkar bir kamudan, tehlikeli yabancılardan haberler. nitekim bizimle ayrı dünyada, aynı ülkede, aynı şehirde yaşayan yabancı daima bir sorun olarak, sorun çıkarttığı ölçüde ekranda yerini bulur. haber bültenleri toplumun marjinal kesimlerini birer tuhaflık örneği olarak haber konusu yapmakla kalmaz, aynı zamanda memuru, işçiyi, taşralıyı, köylüyü, islamcıyı, gençliği ya da varoşta yaşayanı hep bir tehdit olarak, tehlikeli bir yabancı olarak, negatif bir örneğe dönüştürerek marjinalleştirir. 1980’ler türkiye’de birbiriyle yarışan iki farklı söz siyasetinin sahnesi oldu. bir yanda yasakla, susturarak, söz hakkı tanımayarak çalışan bir siyaset, diğer yanda konuşmayı kışkırtarak, szözün akıp gideceği yeni kanallar açarak, sözün birikeceği yeni çerçeveler sunarak iş gören, susturmaktansa söze bir ortam sunan, daha modern denilebilecek bir ikinci siyaset. konuşan türkiye bu ikinci siyasetin ürünü olarak ortaya çıktı, kendisini susturulmuş türkiye’nin öteki yüzü olarak kurdu. bugünden geriye 80’lerin ikinci yarısına baktığımızda, o zaman orada yaşananın bir bakıma bir ilkel kültür birikimi olduğu anlaşılıyor. iki anlamıyla da ilkel: hem bugün de süren bir kültürel ortamın ilk örneklerini içeriyordu o yıllar, hem de ilkel sermaye birikiminde olduğu gibi vahşi, kuralsız denilebilecek bir değişime sahne olmuştu. konuşan türkiye yeni yeni konuşmaya başlamıştı, buna imkan tanıyan piyasa yeni yeni şekilleniyordu, sözün parayla buluşabileceği kanallar yeni yeni keşfediliyordu. ilkel kültür birikimi derken de bunu kast ediyorum: kitle iletişim araçları bugün ulaştığı nüfuz alanını yeni yeni inşa ediyor, reklamcılık yeni yeni sektörleşiyor, şehir bir seyirlik mekana dönüşüyordu. her modern ilkel birikim döneminde olduğu gibi bütün bunlar bir alan taramasıyla, bir kamuoyu araştırmasıyla, kültürel bir yoklamayla, yani iç dünyaların, cinsel tercihlerin, özel zevklerin tarandığı, adlandırıldığı, ilk bakışta göze çarpan bütün çeşitliliğe rağmen standartlaştırıldığı, ana akımların, kıyı bölgelerin, normların, sapmaların, kimin ortada kimin uçta kimin aşağıda kimin yukarıda olduğunun belirlendiği bir süreçle birlikte gelişti. kamu özelleşirken özel hayat da bir biçimde kamusallaşmıştı. 80’lerdeki iş yeri ilanlarını, haber başlıklarını, hatta reklam sloganlarını hatırlayanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır: bütün bu alanlarda hep özel imgelemle kamusalın, duygusallıkla politikanın tuhaf bir bileşimi söz konusuydu. bu ülkede orta sınıf evlerinde oturma odasıyla misafir odasını birbirinden ayıran duvar çok önce yıkıldı. salın denilen yeni mekan artık iki işlevi de birleştirecek, ev sakinlerinin oturduğu yerle misafirlerin kabul edildiği yer aynı yer olacaktı. yabancılar karşısındaki resmiyetin yıkılması, mahremiyetin kapılarını dışarıdan gelenlere açması olarak da yorumlanabilir bu, misafirin hepten tasfiyesi olarak da. bu değişimin ne anlama geldiğini, yani mahremiyetimizi nasıl dönüştürdüğünü düşünürken, aklıma ilk gelen o sıralarda annemin daha sinirli olduğuydu. bunun basit bir nedeni vardı: salon her an bastırabilecek bir misafire karşı daima derli toplu olmalıydı. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- ALINTI
·
1,007 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.