1990'lardan beri Almanya, Hollanda ve Avusturya'da üç önemli değişim
meydana geldi: 1990' da Almanya'nın birleşmesi, 1992'de Avusturya'nın Av-
rupa Birliği'ne kabulü ve Hollandalı film yönetmeni Theo Van Gogh'un Müs-
lüman bir Hollanda vatandası tarafından 2002'de öldürülüşüyle gerçekleşen ilk meşhur etnik cinayet.
Bu üç olay, İslamofobiyi şu şekilde besledi: İlk olarak; bitişikte Sovyetler
Birliği'nin olmadığı bir ortamda, ortak bir düşmana karşı muhalefette birliği
telkin etmek için Avrupa bir birlik
boşluğu yaşıyordu ve ittifak edeceği yeni
bir bête noire (kara canavara) ihtiyacı vardı: İslam bu boşluğu doldurdu. Bu-
nun en dramatik örneği, Bosna 'da patlak veren etnik kıyımdı.
ikincisi: Avusturya'nın AB'ye dâhil edilmesiyle şimdilerde bireysel milli
kimliklerini kaybetme tehdidi ile mücadele eden Avrupalılara Haider'in tarzında, yani esas itibariyle "sen olmayan her şeye muhalefet et" şeklinde bir
çesit milliyetci şablon verildi. Bu bağlamda geleneksel nüfusun kabul etriklerinde yaşanan herhangi bir değişim, bir tehdit olarak kabul edildi. Buna inanmak, en azından 1960'lardaki misafir işçi akınının başlangıcından itibaren Müslümanların Avrupa'daki tarihi varlığının, inkârını gerektiriyordu. Haider bu inkârı sağlamıştı.
Son olarak Theo Van Gogh'un öldürülmesi, tehdit efsanesini ete kemiğe bürümüş oldu. Burada bir Avrupa ikonunun -Batı kültürünün bir sembolü, resimleri muzaffer Avrupa'nın ifadeleri olan Vincent Van Gogh'un yeğeni,
aşırı uçtan bir Müslüman tarafından öldürülmüştü. Bu olay, ben-size-söyle-
miştim korosuna nefes verdi ve Avrupalıları hatta daha öncesinde Müslümanlara karşı özel düşmanlık hissetmemiş olanlara bile İslamofobik kafa yapısı kazandırdı.