Gönderi

Dört yıl oldu mu görmeyeli. ‘Mantonu alayım’ bile diyemeyen ödlek. Yanan parmağını emdi, ezdi sigarasını yanık lekeleriyle delik deşik, bakalit tablada. Kontrplak dolap, pirinç başlıklı gelin karyolası, lavabo, bir küçük kitaplıktan arta kalan boyutları altı metre kare pansiyon odasının. Dünyamız. Duvarda, işini bilir, kadidi çıkmış, tilki burunlu bir Picasso: ‘Un Sabio’. Tut kelin perçeminden. Hava boşluğuna bakan pencere pervazında art ayakları üstüne dikilip içeriyi gözetleyen besili lağım faresini anımsadı. Kapıcıyı çağırıp öldürtmüştü kürekle. Düz duvara tırmanan çevikliği, söyler misin arkadaş, neye yaradı? Seni de bir gün öldürürler, üstelik kıpırdanamazsın. İnsaf bekliyorsun bir de utanmadan. Leşine nasıl mı basıp geçerler? Uygulamalı göstereyim: tıpkı böyle, itişe kakışa, eze eze! Zaten ölmemiş de. Tutmuş bir de neler kuruyor. Özgürmüş artık. Al o özgürlüğü... çık bakalım pazara, ediyor mu iki delik metelik. Gülme. Vardı bir zamanlar, ortası delik kuruşluklar. Kalk züğürt şef, kalk. Doğru Posta Caddesi’ne. Afyonlu şaraptan üç büyük bardak boşalt bir türlü delinemeyen midene, açılırsın belki. Selam sana ey ‘meçhul asker’, yoksul olduğu için çifte kahraman! Yarına Allah kerim, amma Kerim’in de.. hadi canım sen de! Bu gidişle daha nasıl sürüneceğiz kimbilir. Bu günler de aranacak. Kır kafanı Ahab kaptan. Nedir bu ‘kültür çorbası?’ Duyuyor musun Oğuz Atay! Çınar elli, kızdı mı kezzap gibi bakan, oysa iri çağla gözlü, kapılardan sığmaz, güzel adamım! O zamanlar, pek ayırdında değildin sanırım, ‘tutunamadığının.’ “Sabahtan kalktı erken, piyano çaldı derken! Çok karışık, pek muazzam mes’ele Apışır, ‘allâme-i riyâzi Newton’ bile!” Canımların, katılırdı gülmekten. Oturduğun salıncaklı koltuk yıllardır soğumadı. Ne vardı büyütecek beynini o kadar? Suçlusun! Bu tutturulan koşu ne? ‘Glayöl sokaklar getirdin düşüme, çekince ipini Dünya’nın alnım sıcaklığını duyuyor daha olmaz geceleri sabahın ceylan bileklerinden ince sağrılarında terli atların gurbet ağrısından bıktım uzatma dillenirim deli çaylardan geçtim boğulmadım hiç bilemem el sallardı sevdiğim yakın çağrılardan gel gitmem derin sulara sığ çabuk ölümlere yok zaman.’ Bu karikatür duygusallık ne demeye girdi araya? Olabilir. ‘Bu çocuk doğar, büyür, babası kadar olur’, neden yalnız babası? ‘Sonra efendim ölür.’ Yaa! sanki ben seçtim eli mahkûm anamı, babamı, onlar ayıkladılar adaylar arasından yaratıcılarını. Baldırı çıplaklar, benden besbeter olanlar, niye bıraktınız yazgınızı rastlantılara? Formülünü kendiniz yazsaydınız ya bileşim öğelerini genlerinizin, neredeydi aklınız? Hurra! hele ki dank etti kafanıza! Sen kuluçka çocuğu, şair kadavrası dostum, patırtı istemem. Düşeceksin! Neden diye hıçkırma, biliyorsun, sen mangal yürekli bir fukara değil, yürek fukarası bir mangalsın da ondan. Peki, hiç mi bir şey gelmiyor elinden? Çık kürsüye, avazın çıktığı kadar bağır: BEN YAŞAM İBNESİYİM! İyi. Hyde Park mı burası, gülüp geçsinler. Hemen oracıkta, mundar bedeninizin işi bitirilmemişse, kargatulumba karakolda alırsınız soluğu. Hastanede birkaç gün kobaylık, ‘Buyrun serbestsiniz, özür dileriz, biz sizi akıllı sanıyorduk.’ Vah, kabarmış parmağı. Sabun mu sürsek, ne yapsak? Aylardan Nisan ‘ve herhalde’ ilkbahar. Kuş sesleri yok. Olsa, ‘ovalara yayılır’.
·
65 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.