Gönderi

"Karanlık Oda"
Herkesin karanlık bir odası vardır; anahtarını kimselere veremeyeceği, içinde korkularını, ataletlerini, aşırılarını, uçlarını ve kimseninkilere benzemeyen travmalarla dolu bir odası… Korkular denilince 90’lı yılların sonunda ilk kez okuduğum Irvin D. Yalom’un Nietzsche Ağladığında adlı eserindeki; “Yirmi yıl düşündükten sonra korkuların karanlıktan doğmadığını anladım; korkular da yıldızlar gibi hep oradadırlar ama gün ışığı onları gizler" sözleri geliyor aklıma. Yalom haklı, korkular biz onları zihnimizdeki çekmecelerde ne kadar diplere de saklasak, aslında hep ortalık yerde ve de en beklemediğimiz anlarda yeniden karşımıza dikiliveriyorlar. İnsan yaşamaya dair güçlü ve köklü iddialarıyla hayatta var olduğuna inanıyor. Bence bu büyük bir saçmalık. Evinde oturan bir çocuğun kendisini sokağa birlikte oyun oynamaya çağıran arkadaşlarına katılmasıyla orada eğlenmesi, orada olmasının tadını çıkartması çok güzel fakat yeniden eve döndüğünde oradaki oyunda eğlenirken kimin kimi yendiğinin, oyunu kimin kazanıp kimin kaybettiğinin bir önemi yok değil mi? Önemli olan sokakta olmak ve eğlenmekti, evet hepsi buydu, sonrası bizim takıntımızdan başka bir şey olamaz. İnsan hayata gelir ve bu gelişi, geldikten sonra önce yapabiliyorsa burada geçireceği sürenin amacını tayin etmenin derdine düşer ve o dertten yakasını geçici olarakta olsa sıyırabildiği takdirde ardından yapmak istediklerini gerçekleştirmeye doğru adımlar atmanın ve tüm bunlarla beraber zaman akıp giderken diğer bir taraftan sürekli yapamadıklarını gözden geçirmenin pençesinden hiç kurtulamaz. Kendisinin kendisine koyduğu hedefleri gerçekleştiremedikçe genelde hep gerçekleştirme güdülü yeni ve farklı hedefler koymaya ısrarla devam eder kendisine ve bu böyle sürüp gider. Ne zamana kadar sürer peki? Perde kapanana kadar, yani hayatın sona erdiği insan için nefes alırken hep meçhul olan o an’a kadar. Hepimizin “hayat bitti” denildiğinde ne olacağına dair sağlam iç görülerimizden daha çok, keşkesi bol olan pembe renkli temennilerimiz var. İnanan ve inanmayan insanların belkide en büyük ortak noktasıdır bu temenniler; yeni bir boyut, sona eren çok güzel bir dizinin yeni sezonunun başlaması, alışılagelmiş akışın bir şekilde başka bir biçimde olsa da devam etmesi gibi. Peki bu kadar ileriye doğru muğlaklıklar hep baki olacaksa, neden bütün kaygılar ve korkularımıza bu kadar çok alanlar açıyor ve karanlık odalarımızın ışıklarını yakmayı denemiyoruz? Bu aidiyetsizlikler coğrafyasına yani hayata gelirken yanımızda getirmediğimiz olguların ve insanların hangisini kaybetmemiz söz konusu olabilir ki? Hiçbir şeye ve hiçbir kimseye aslında sahip olmayanın onları kaybetmesi mümkün olamaz zaten. O halde zihnimizde inşa ettiğimiz bunca yapay korkuya takılıp kalıp ruhlarımızı bizzat kendi doğurup beslediğimiz endişelerimizle harladığımız ateşlerde yakmamıza ne hacet? Bir haftalık süresi olan gittiği ve döneceği kısa bir tatilin tadını çıkarmaya kendisini koşullayabilme hüneri gösteren insanın, öleceği en başından idrak edilmiş bir hayatta kendisini birçok şeyden korkmadan yaşamaya motive ederken sıklıkla çuvallaması neden? Ne güzel söylüyor İnce Memed’te Yaşar Kemal; Bir aşabilselerdi içlerindeki o korku dağını, bir kırabilseler o zinciri… Yine görüşeceğiz, renkli rüyalar
··
2,890 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.