Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Murtezâ Radmehr’in Hayat Hikayesinden Kesitler...
.......İçinde bulunduğum ruhi, fikri ve duygusal çöküntüye rağmen dışarıya hiçbir şey yansıtmamaya özen gösteriyor ve her şey yolundaymış gibi hareket ediyordum. Bir seferinde öğrenci birliği tarafından öğrenci yurtlarını denetlemekle görevlendirilmiştim. Öğrencilerin yurduna gittiğimde bana bakışları çok farklıydı, sanki istihbarat görevlisi, Hizbullah’ın üyesi veya aşırılardan bir şahısmışım gibi bakıyorlardı. Varlığımın onları rahatsız ettiğini çok rahat hissediyordum ve gözlerindeki nefret net bir şekilde okunuyordu. Zaman, bazen çok hızlı geçerken bazen de öldürücü bir yavaşlıkla geçiyordu. İkinci sınıfı bitirdiğimde, geride birçok olay ve üzücü anılar bıraktım. Bunlardan bazıları şöyleydi: Birincisi — Bir defasında Kum’daki arkadaşlarımdan Ali Rıza Muhammedî, Tahran Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nden bir arkadaş ve Ebu Talib Salihî’yle beraber, biraz vakit geçirmek için Tahran’ın güney taraflarına doğru gittik. Yolda bir yerde aileme telefon açmak istedim. Telefon merkezine girdik ve sıramızın gelmesini bekledik. Telefon merkezinde Beluçi elbisesi giyen bir adam oturuyordu. Adamın görüntüsünden, Ehli Sünnet’in âlimlerinden biri olduğu anlaşılıyordu. Adamın yanında bir grup genç oturuyordu, göründüğü kadarıyla bu gençler de telefon için sıra bekliyorlardı. Kısa bir süre geçtikten sonra gençlerden biri, bu Beluçi âlime yöneldi ve birazcık alaycı bir üslupla; “Sen Sünni misin, yoksa Şii misin?” dedi. Adam onların soru şekline karşılık; “Şii olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. Gençler biraz garipseyerek: “Niye, Şiilerin hangi ayıbı var?!” dediler. Adam; “Allah rızası için, insanda ayıp olarak kabul edilip de Şiilerde bulunmayan ne var?” dedi. Bunun üzerine, gençlerle bu adam arasındaki tartışma gittikçe sertleşmeye başladı. Biz de biraz uzakta oturmuş olanları izliyorduk. Gençlerden biri; “Sizin en büyük ayıbınız Ömer’dir (r.a). Ömer, helâlı haram ve haramı da helal kılan şahıstır”(1) dedi. Beluçi âlim dedi ki: “Allah rızası için bana, Ömer’in (r.a) helal kıldığı bir haram ya da haram bir helal söyleyebilir misin?” Genç dedi ki: “Mut’a nikâhı helal olduğu halde Ömer onu haram kıldı”. Sünni âlim dedi ki: “Sana bir şey sormak istiyorum, sence mut’a nikâhı güzel bir şey midir?”. Genç dedi ki: “Evet, binlerce defa evet”. Sünni âlim dedi ki: “Eğer mut’a nikâhı helal ve güzel bir şey ise, bak ben senin Müslüman kardeşinim ve ben uzun zamandan beridir ailemden uzaktayım, bundan dolayı mut’a nikâhına ciddi manada ihtiyacım var. Bana kız kardeşini mut’a nikâhı yapmak üzere verebilir misin? Eğer dediğin gibiyse çok sevap kazanmış olacaksın”. Genç bu cevaba çok kızdı, arkadaşlarıyla beraber Sünni âlimi dövmeye başladı ve onu dışarı attı. Ben ve arkadaşlarım dışarı çıktık, Sünni âlimi arabamıza aldık, lokantaya götürdük ve bizimle beraber bir şeyler yemesini istedik. Yemek masasında arkadaşlarım saygı ve edep ölçüleri içinde tartışmaya sebep olan konu hakkında Sünni âlimle konuşmaya başladılar. Tartışma esnasında konu, dört halifenin faziletine ve Ali (r.a)’in diğer dört halifeden üstün oluşuna geldi. Arkadaşlarım dediler ki: “Ali (r.a)’ın diğer halifelerden üstün olmasının sebebi; onun daha çok kültürlü ve eğitimli olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer halifeler okuma yazma bilmedikleri halde Ali (r.a) bir kitap yazdı.” Sünni âlim dedi ki: “Bakın biz Ali (r.a)’ın üstün oluşunun sebeplerinden birini, onun vahiy kâtibi oluşuna dayandırıyoruz. Eğer siz, bunu Ali (r.a)’ın diğer halifelerden üstün oluşu için bir sebep olarak görüyorsanız, bu konuda Muaviye (r.a)’ın durumunu göz önünde bulundurmanız gerekmez mi? Muaviye (r.a) de vahiy kâtibiydi ve okumuş kültürlü bir insandı. Diğer taraftan Ali (r.a)’ın babası Ebu Talip okuma yazmayı bilen bir insan değildi ve Ali (r.a), Rasûlullah (sav)’in tavsiyesi üzerine okuma yazmayı öğrendi. Emiru’l Mu’minin Ali (r.a)’ın yazdığı kitaba gelince, Nehcul Belağa kitabını yazan Ali (r.a) değil, tam tersine bu kitabı derleyen ve içinde binlerce aslısız hadis toplayan, daha sonra da kitabı Ali (r.a)’a nispet eden şahıs Şeyh Rıza’dır”. Adamla tartışmayı devam ettirmek için yeterli hazırlığımızın olmadığını görünce tartışmayı fazla uzatmadık ve vedalaşarak ayrıldık. Ancak, adamın o gençlerle olan tartışması ve mut’a nikâhı konusunda söylediği sözler beni çok etkiledi. Bunun üzerine bu konuyu yeniden gözden geçirmeye karar verdim. İkincisi — Bir defasında Tahran’dan Kum’a giderken tesadüfen otobüste meşhur Kur’an hafızı Gulâm Rıza Kârdân’la karşılaştım. Şeyh Kârdân, mezhepler arası diyalog görüşmelerini başlatan, Şia ve Sünnet Ehli arasında yakınlaşma için çalışmalar yapan en bariz şahsiyetlerden biri olarak bilinir. Şeyh Kârdân’ın yakınında bir bayan oturuyordu. Rıza Kârdân, yolda bu bayanla sohbet etmeye başladı ve yol boyunca konuştular. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ancak arabadan indiğimizde Rıza Kârdân ufak bir kağıdı kadının eline sıkıştırdı. Üç gün sonra, bir kitap talebinde bulunmak üzere Rıza Kârdân’ı evinde ziyaret ettim. Eve gittiğimde aynı kadını Rıza Kârdân’ın evinde, ev elbisesiyle gördüm ve onun ailesinin o an evde olmadığını biliyordum. Bu duruma çok şaşırdım. Normalde Rıza Kârdân’ın vaktini almadan hemen çıkmak istiyordum ancak, bu durumu görünce olayın içi yüzünü merak ettim ve biraz ağırdan aldım. Benim varlığım Rıza Kârdân’ı rahatsız etmeye başladı, davranışlarından hiç rahat olmadığı anlaşılıyordu. Bana, bir kitap çalışmasıyla meşgul olduğunu söyledi, dolaylı olarak biran önce çıkmamı istiyordu. Ancak ben ağırdan aldım ve o bayanın evde var oluş sebebini öğrenmek istediğimi ona hissettirmeye çalıştım. Göründüğü kadarıyla tutumumdan, benim olayın iç yüzünü öğrenmek istediğimi anladı ve dedi ki: “Bu kadın bana helaldir. Ben onunla mut’a nikâhıyla evlendim”. Daha sonra Rıza Kârdân, yaptığı şeyin meşru davranış olduğunu ifade etmek için bana mut’a nikâhının ne olduğunu, onun meşruiyetine dair Merhum Ayetullah Talikânî, Ayetullah Haşimi Rafsancanî gibi şahsiyetlerin yaptığı çalışmalardan bahsetti. Kârdân, mut’anın İslam’a muhalif olmadığı, tam tersine bu davranışın ahirette sevabı olan bir amel olduğu ve ihtiyaç duymam durumunda bu kadar sevabı olan bir ibadeti kendime haram kılmamam gerektiği konusunda bana nasihatte bulundu. Kârdân, konuşmasının devamında mut’a felsefesini, mut’anın toplumsal bir çok olaya nasıl çözüm ürettiğini, onun sayesinde toplumun fesattan nasıl korunduğunu detaylı bir şekilde anlatmaya çalıştı. Tüm bu açıklamalardan sonra artık orada yapacak bir işim kalmamıştı, ondan izin istedim ve evinden çıktım. Üçüncüsü — Sosyoloji Fakültesi’nden arkadaşlarım Ali Rıza ve Seyid Ebu Talip Salihî toplumsal bir konuyu araştırmaya başladılar. Arkadaşlar, resmi yerlerden gerekli izinleri aldıktan sonra işlerine koyuldular. Bu iki arkadaş, halkın yoğun olduğu park, cadde vb yerlere giderek fesat, ahlaksızlık gibi konuları araştırıyorlardı. Konu ilgimi çektiği için onlardan izin alarak araştırmaya ben de katıldım. Öğrenci parkı olarak meşhur olan Ekbatan parkına gittik, kameramızı hazırladık ve parkın güzel yerlerini çekmeye başladık. Bu arada arkadaşlarımızdan biri, yanımızdan geçen yaşlı bir bayanı durdurdu ve ona; “Affedersiniz! Bazı toplumsal olaylarla ilgili bir araştırma yapmak istiyoruz, sorularımıza cevap verebilir misiniz?” dedi. Kadın oldukça üzgündü ve psikolojik durumu iyi gözükmüyordu. Bize bağırarak şöyle dedi: “Buyurun kalbimi çekin, o vakit kızlarımızın niçin fesada karıştıklarını, sadece bir lokma ekmek kazanmak için neler yaptıklarını görmüş olursunuz. Bizim toplumumuzda genç kızlar, karınlarını doyurmak için mut’a nikâhı adı altında kendilerini satıyorlar!”. Yaşlı kadın, detaylı bir şekilde mut’a nikâhını ve onun olumsuz sonuçlarını, toplumdan örnekler vererek anlatmaya başladı. Karşılaştığımız manzara karışışında şaşırmıştık, anlatılanlar karşısında etkilenmemek mümkün değildi… Dördüncüsü — Araştırmamızın başka bir safhasında genç bir bayana, aşk hakkında ne düşündüğünü sorduk. Genç bayan bize şu karşılığı verdi: “Bana göre aşk ekmektir, aşk sudur, aşk izzet ve onur içinde yaşayabileceğimiz bir hayatın arayışında olmaktır, aşk karın doyurmaktır”. Bayan daha sonra ağlamaya başlayarak konuşmasına şöyle devam etti: “Bayanların bir lokma ekmek bulmak için kendilerini mut’a nikahı adı altında satmak zorunda kaldıkları bir toplumda, siz hangi aşktan bahsediyorsunuz?!” Genç bayan daha sonra, toplumdaki mut’a nikâhının gerçeklerinden, toplum üzerinde bıraktığı etkiden bahsetmeye başladı. Gerçekler, insanın kanını dondurmaya, ezberini bozmaya yeterdi. Genç bayan konuşmasına devam ederek şöyle dedi: “İhtiyaçlarını gideren, mut’a nikâhı yaptıkları bayanlar üzerinden şehvetlerini tatmin eden beyler, bu ilişki sonucu dünyaya gelen çocukları sahiplenmemekte ve hiçbir şekilde bu çocukları kendi adlarına kaydetmeye yanaşmamaktadırlar. Zaten bir lokma ekmeğe muhtaç olduğu için mut’a nikâhını tercih eden bayan, çocuğuyla beraber kendisini bekleyen bin bir problemle baş başa kalmaktadır.” Genç bayanın, mut’a nikâhına karşı duyduğu nefret ve onu tasvir şekli eşsizdi ve bunu yazıya dökmek hiçbir şekilde mümkün değil… Başka bir bayana aşk hakkında soruduğumuzda, bize şu cevabı verdi: “Aşk, bugünlerde cinayet, zina, mut’a ve sonra ayrılıktır”. İki arkadaş bu çalışmayı hazırlayıp üniversiteye sundukları halde araştırma, din adına ortaya atılmış, gerçekte dinle alakası olmayan, bazı yanlış fıkhî hükümlerin neden olduğu kötü sonuçları ortaya koyduğu için, üniversite yönetimi tarafından yayınlanmadı. Aslında araştırma, herkesin gayet net bir şekilde bildiği ancak konuşmaya cesaret edemediği bir gerçeği ortaya koymaktan başka bir şey değildi. Bir seferinde, öğretmenimiz Muhammediyân’la İslami ilimler dersindeydik. Sınıfımızda Ehli Sünnet’ten birkaç öğrenci de vardı. Anlaşıldığı kadarıyla bu öğrenciler, üniversitenin misafirleri olarak orada bulunuyorlardı. Bu öğrencilerden biri Kürt elbisesi giymişti, diğeri ise göründüğü kadarıyla Türkmen’di. Ders esnasında aniden konu, mezhepler ve mezhepler arasındaki ayrılıklara geldi. Seyit Muhammediyân, konuşması esnasında ilk üç halifeyi, sahibi tarafından sağıldıktan sonra geri kalan sütlerini yere döken üç ineğe benzetti. Bu benzetme şekli Ehli Sünnet’ten olan öğrencilerin çok zoruna gitti. Öyle ki, Kürt öğrenci aşırı bir şekilde sinirlenerek dersi terk etti ve geri gelmedi. İkinci sınıfın özellikle ikinci döneminde yaşadığım bu olaylar, beni istenilen manada ders çalışmaktan alıkoydu. Derslerime karşı içimde hiçbir ilgi yoktu ve onlara gerekli ehemmiyeti bir türlü veremiyordum. İçimde büyük bir bıkkınlık ve ruhi yorgunluk vardı. Diğer taraftan tanık olduğum bu olaylar, mut’adan aşırı bir şekilde nefret etmeme sebep olmuştu. Öyle ki, “mut’a” kelimesini duymaya bile tahammülüm yoktu. Böylece üniversitedeki ikinci yılım sona erdi. Üçüncü sınıfa geldiğimde, medreseyle bağlarımı koparmadığım için bir taraftan medrese derslerine devam ediyordum. Ancak üçüncü yılda, üniversitedeki derslere ek olarak hastanede de bulunmak zorunda kaldığım için, medrese eğitimini geçici olarak durdurmak zorunda kaldım. Dipnot: **(1)- Gerçekte mut’a nikâhını yasaklayan Ömer (r.a) değil, Rasûlullah (sav)’in kendisidir. Ali (r.a) bu konuda şöyle demektedir: “Rasûlullah (sav) Hayber gününde evcil eşek eti ve mut’a nikâhını yasakladı”. “El-İstibsar” Tûsî (3/143), “Vesailu Şia” Hur Amilî (21/12) Aynı şekilde, Allah rahmet etsin, imamlar da mut’a nikâhını yasakladılar. Abdullah Senal şöyle dedi: “Ebu Abdullah (r.a)’a mut’a hakkında sordum, bana şöyle dedi: “Kendini onunla kirletme”. “Mustedreku Vesail” (14/455) Mufaddal şöyle dedi: “Ebu Abdullah (r.a)’ı aynı şekilde derken duydum: “Ondan uzak durun, birinin avret yerinizi görüp onu kardeşlerine ve arkadaşlarına aktarmasından korkmaz mısınız?!” Kâfî (5/453), Vesailu Şia (21/22). Muhammed B.Şem’ul şöyle dedi: “Ebu Hasan bazı valilerine mektup yazarak şöyle dedi: “Mut’a nikâhını helal kabul etmeyin. Size düşen sünneti uygulamaktır.” Kâfî (5/453). Ayetullah Haşimi Rafsancani 684 sayılı Şira’ dergisine verdiği bir mülakatta, İran’da mut’a nikâhı sebebiyle çeyrek milyon kimsesiz çocuk olduğunu söylemişti.
·
241 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.