Bazen bir acının içine sığan tek şey sessizliktir.
Julián Fuks’un evlatlık alınan abisinin öyküsünü anlatmaya çalıştığı bu kitabın boyu yazarın çocukluğu kadar bırakılmış, kısacık. Kolları yetişkin bedeninden çıkma, upuzun. Belleğin yüzeyinde yaşamayan ama yine de bastırılamayan hikayelere, geçmişe gidiyor bu kitabın ayakları ve yüzü şimdiki zamanın aynalarına bakıyor. Boyunun kısalığına bakmadan her şeyi incelikle anlatabilmesine hayran kaldım; kollarının uzandığı her yere uzanıp baktım; ayaklarının gittiği her yeri adımladım; aynadaki tüm yüzlerini sevdim ben bu kitabın. İçime işledi.
Arjantin’de cunta yılları. Sokak ortasından kaçırılan, işkencelerde kaybedilen insanlar sıradan bir kedere dönüşmüş. Her evin içinde bir ismin yokluğu dolaşıyor, ‘azalmayan kederde, hiç dinmeyen acıda birleşen’, gayri resmî ve zulümden azade bir ordu gibiler; insanı deli edecek kadar sessizler, ah çok sessizler. “Öldürülenlerin ölümünü bile öldüren bir rejim’ diyor yazar, daha iyi ifade etmek imkansız. Ve onlardan geriye kalan, resmî ordunun el koyduğu, birilerine evlatlık verilen çocuklar..Ve belki evlat edinilen abi de onlardan biri.
Evlat edinilen abi..O yıllarda Arjantin’deki insanların en küçük modeli..O etrafında insanlar varken bile yalnız olduğunu düşünürken, tüm ülke korkunun gölgesinde makro yalnızlıklar yaşıyor. O durduğu yerde kaybolmuş gibi hissediyor, ülkenin tüm sokaklarında kaybolma korkusu üniformasıyla geziyor. O evinin kapısı tarafından dışarı itiliyor, insanlar ülkenin sınırları tarafından..O içinde bulunduğu aileyle, sürgünde olanlar ise bambaşka ülkelerde telafisi mümkün olmayan bir uyumsuzluk içinde yaşıyor. Herkes evlatlık.
Bir aileye, bir ülkeye, daha da beteri kendi geçmişine ait olamayan bu ‘herkes’e sarılan, tüm o korkunç sessizliklerden şiir dikmeyi başarmış bu kitabı keşke ‘herkes’ okusa.