Gönderi

736 syf.
10/10 puan verdi
Mürekkep Lekeli Bir El Tarafından Kaleme Alınmış Satırlar
Çömez bir okuyucu eline eski bir defterin nasıl geçtiğini anlatıyor ve sonra da onun hakkında haddi olmadığı halde fikirlerini beyan ediyor. Önümde büyük bir defter açılı. Hafif yıpranmış, kitaplığımın arka taraflarında kalmasından olsa gerek. Sağ tarafımda hokkam, elimde ise tüy kalemim var. Hazırlık yapmaya çalışmanın bir işe yaramayacağının farkındayım, o sebeple hiç denemiyorum bunu. Ne kadar hazır olsam da bir şeyler eksik kalacaktır daima. Bu yüzden her kadar bir hazırlığım olmasa da böyle bir kitap hakkında bir şeyler söylemeye başlarken ilk başta kendimi anlatma kibrine düşmesem yeter diye düşünerek defterimi anlatmak isterim size. Evet defterim. Hafif sarı sayfalı, parmaklarınızı gezdirdikçe elinizde şu an burada anlatamayacağım güzellikte hisler bırakan bu defteri, bendeniz ufak bir çömezken kitap defter satan eski, küçük bir yerden almıştım. Dükkan kelimesini kullanmadım çünkü dükkan denemezdi oraya. İçine merdivenler inerek girilen, yerin altında olmasına rağmen tavana yakın duvar kısımlarında, dışında parmaklıklar takılı dar pencereleri olan avuç kadar bir yerdi kendisi. Pencerelerin önündeki bir hayaletin vücudunu andıran gri tüllerin manasını hiçbir zaman kavrayamadım. Belki de bu kitabın mahiyetini hiçbir zaman kavrayamayacağım gibi öylece baktım onlara. Her yerinde kitap vardı bu yerin; üst üste dizilmiş kitaplar, yanyana sıralanmış ciltler, ufak bir şekilde içeri sızan ışığın altında özgürce hareket eden toz zerreleri ve gözünü bana dikmiş halde beni inceleyen ufak tefek bir adam. Üstümden dökülen eski hırkamı, genç yüzüme ve mürekkep lekesiyle lekelenmiş uzun parmaklarıma imrenerek bakan adamı bende incelemeye başlıyorum yüklemlerimin fiil çekimini değiştirirken. Burnunun üstüne yerleştirilmiş kelebek şeklinde 2 ufak cam parçasının ışıltısını görür gibi oluyorum, lakin tam olarak da kestiremiyorum bu kadar uzak bir mesafeden. Yavaş yavaş adımlar atarken kitap yığınların devirmemeye çalışarak kelebek gözlüklü adama yaklaşıyorum. İyice yaklaştığım zaman yüzü daha da belirginleşiyor. Tozlu bir masanın arkasından bana bakıyor. Başta aksi bir şekilde somurttuğunu düşündüğüm suratının öyle olmadığını, tam tersine bana ışık saçmaktan parlaklığı azalmış ufak gözleriyle gülümsüyor. Boynunda ufak bir haç var, hiçbir kutsal eşyaya sahip olmaya gerek duymadan büyülü hissettiren mekanının aksine. Bu büyünün kudretinden korunmak istiyor belki de diye düşünüyorum toy bir şekilde. İyice yaklaştıktan sonra sıkılgan bir sesle soruyorum. "Ünlü Yunanlı düşünür Aristoteles’in Poetika'sının ikinci cildi elinizde var mıdır acaba, birkaç aydır onu arıyorum fakat bulamadım. En son uğradığım yer olsa olsa sizin elinizde bulunacağını söyledi." Adamın yüzü Poetika'nın adını duyduğu zaman değişiyor, acı bir ifade oturuyor sanki. Çok da anlamıyorum ama gözlerinin önüne bir takım görüntüler geliyor gibi. Biraz sessiz kaldıktan ve tereddüt ettikten sonra konuşmaya başlıyor. "Bende gençliğimde aramıştım onu bir zamanlar, tecrübeli bir rahiple birlikte. Ben onu bulduğum da her şey için çok geçti, işime yaramaz artık. Buyur al," diyerek yığınların en üstüne yerleştirilmiş değerli olduğu her halinden belli bir cilt çıkartarak bana uzatıyor. Sevinerek uzanıyorum ellerine. Kitabı bırakmadan önce bir müddet bekliyor; bana kim olduğumu, nereden geldiğimi, ne için bu kitabı aradığımı soruyor. Cevaplıyorum onu. Kitabı ellerime teslim ettikten sonra duraksıyor, gözlerinden ilginç bir fikir parıltısı geçiyor. "Bekle," diyor bana. Duruyorum. İhtiyarlamaktan yavaşlamış uzuvlarıyla yere çömelerek masanın altında bir yerlerde bir şeyler arıyor. Nihayet bulduğunda söz konusu olan defteri uzatıyor bana. Büyük ciltli, içi yazılarla dolu olan eski püskü bu şeyin ne işime yarayacağını çok anlamıyorum ama Benno misali yazılı şeylere bir tutkum olduğu için alıyorum onu. Ben şükran duygumu en saf halimle belirtirken adam beni durdurarak şu sözleri söylüyor. "Elindeki bu kitap, Poetika, tahmin edemeyeceğin kadar değerli, onu okurken değerinin farkına vararak okuman beni mutlu eder. Yanında da sana bu defteri emanet ediyorum. Defter ne işine yarar ben de henüz bilmiyorum ama Poetika'yı okuduktan sonra onu da en uygun şekilde kullanırsın umarım." Kapıdan öylesine aşağı inmiş genç bir adama güvenerek bir şey emanet ediyor oluşuna şaşalıyorum ama aradığımı bulmanın sevinciyle başımı sallıyorum. Kolumun altına yerleştirdiğim kitap ve defter ile merdivenleri çıkıyorum. Arkamı dönerek son bir kez baktığım da bana mahzun gözlerle bakan adamı görüyorum. İşte defteri alışımın hikayesi böyle. Başta ne olduğu çok da ilgimi çekmemişti. Poetika'yı okuduktan sonra bir kenara koymuştum. Aradan bir süre geçtikten sonra içindekileri incelemeye karar verdim. Başta okuması çok zorladı beni. Bir manastıra giden çömezin William isimli bir sorgucu ile yaşadıklarını çok ilgi çekici bulmasam da elimden bırakasım da gelmedi. Bunu yaşlı adama nedensiz bir gönül borcu duyduğum için yaptım sanırım. Sonrasında defterde yazılan her şeyi okudum, bitirdim. Ben pek bir özelliği olmayan, o ünlü Rus yazarın en ünlü kitabının baş karakteri gibi kendini özel ve diğer insanlardan daha yüce hissetmeyen; sadece kitap okuyan, bilgiler öğrenmeyi seven basit bir adamım. Ama ben bile farkındayım ki eğer bu okuduğuma anı, kitap, metin ya da her ne deniyorsa diğer okuduklarım müsveddeden başka bir şey değilmiş sanırım. Böyle düşündüğüm için defter cildinin az kalmış sayfalarına kitap ile alakalı düşüncelerimi yazmaya çalışacağım, ihtiyara olan nedensiz borcumu ödemek için. Belki de sonrasında bu defteri başkalarının ulaşabileceği bir yere bırakırım. Büyük ihtimalle böyle yapacağım, ne kadar Benno gibi de olsam da içimde bir William yattığını da yadsımama gerek yok herhalde. Demin dediğim gibi ben basit bir adamım, ne felsefe ile ne de teoloji ile ilgim olur. Sadece okurum ve burada da yapacağım da okuduğum şeylerden kaptığım birkaç bilgi ile büyük bir eseri yorumlama çabası olacak zaten. O yüzden de gülmenin felsefesini yorumlayacak kadar bir şey bildiğimi çok zannetmiyorum. Ama bunu umursamayacağım. Çünkü burda beni yargılayacak bir kişi bile yok. Rahat olabilir ve kendimi edebiyat denizinin özgür ve her şeyi kabul eden sularına bırakabilirim. En başta söylemeliyim ki bu anılar dizisinin en çok sevdiğim kısmı kurgu ile düşünce birikimini mükemmel bir şekilde harmanlamayı başararak okuyucuya iki zevki birden yaşatması oldu. Kanımca gerçek edebiyat budur. Bu olmalıdır. (Tabii ki edebiyatın insanlara istediğin gibi hissettirebilme gücünden sonra.) Şu zamana kadar pek çok kitap okudum ama bu şekilde düşünce ve kurgu harmanlamasının mükemmelliğini bir bu kitapta bir de yine aynı yazarın "budala" bir prensi anlattığı zaman görmüştüm. Fakat gerçek edebiyatın sadece gerçekten ama gerçekten okuyan ve o mükemmelliği yaşamayı hak eden insanlara hitap etmesi gerektiğini düşünen birisi olarak o kitabın herkese hitap ediyor oluşu beni rahatsız etmişti. Bu kadar yüce bir eser en sıradan insanın kavrayabileceği akıcılıkta olmamalıydı. Oysaki bu kitapta bu yoktu, kitabı asıl taçlandıran nokta da bu ağır ve edebi diliydi bence. Başlardaki kapıyı betimlediği kısımda okuduğumu düzgün bir şekilde anlayabilmek için defalarca defalarca okudum. Her okuyuşumda içimde yeni filizler oluştu, sürgün verdiler adeta hayata. Her kelime beni içine çekti, gözlerimi bulanıklaştırdı. İçimdeki kalbin her atışında yaşattığı gümbürtüyü zihnimde duymamı sağladı. Tek kelimeyle mükemmel olan ve tadı damağımda kalan bir olaydı. Sonrasında konu gülmenin felsefesine geldiği zaman iki tarafa da katıldığımı fark ettim. Evet, gülüyor olmak mantıklı olmayan bir şey fakat bazen-ya da gülmeye bir istisna yaparak çoğunlukla diyelim,- biz de insan olduğumuz ve zayıflıklarımız olduğu için gülmek isteyebiliyoruz. Gülmek bir zayıflık mıdır, bu benim çok hakim olmadığım ve üzerine yorum yapamayacağım bir konu ama kitabın en sonunda olayı tekrar gülmenin anlamına bağlanmış olması mükemmelliğin bir başka noktasıydı adeta. Bu noktada üzerine bir şeyler yazılacak Tanrı kendini en kötü yerde gösterdiği için mi yücedir, gülmek bizi maymunlaştırır mı gibi pek çok konu da var ama çok bir şey demeyeceğim onlar hakkında. İlerleyen sayfalarda Adso'nun yaşadığı hem pişmanlık hem de özlem dolu deneyim bana insan vücudunun zayıflığını bir kere daha hatırlatsa da şöyle düşündürdü, bizim/benim mantıklı olmalıyım; hayatımda "hayvanlara benzer" şeyler olmamalı bakış açısı mantıklı olmaktan ziyade mantıksız olarak karşımıza çıkıyor. Bastırmayacağımız şeylerin farkında olmayarak onları yok saymak yapabileceğimiz en kötü kötülüktür kendimize. Bu konuda kadın ve erkekler tamamen aynıdır, bir farkları yok diyen insanları hatırlayarak onların da apaçık belli olan bir şeyin farkında olmadıkları hatasına düşerek kendilerine eziyet ettiklerini düşünüyorum. Demek ki yok saymak fayda değil zarardan başka bir şey getirmiyor bize. (Berengar'ın düştüğü haller güzel bir örnek.) Çünkü sen yok aaysan da orada bir gerçek duruyor ve sen bunu yok sayarak onu oradan kaldırmış olamıyorsun. Defterin son kısmında ise bu evrenin düzensiz olduğunu savunmak Tanrısız olduğuna inanmaktan başka bir şey değildir lafı daha önce hiç düşünmediğim ve duyduğum da çok hak verdiğim bir husustu. Büyük bir paradoks ama bence kendi içinde. Üzerinde düşünülesi bir konu. William karakterini seviyorum ve üzerine konuşulası ve düşünülesi bir karakter olduğundan hiç şüphem yok. Yorumlamaları, imalı lafları ve gözlerimin satırlarda her gezişinde kafamda canlanan ışık bakışlı kıvrak zekalı o adam benim için kitabın baş karakteriydi diyebilirim. Bazı insanlar Adsolardan da hoşlanabilir tabii. Ama tabiri caizse benim karakterime çok hitap ettiğini söyleyemeyeceğim. William da kendime benzettiğim her şeyi sistemlere uydurma çabasını görüyorum diyebilirim. Fakat kitabın sonunda onun da anladığı ve benim de tam hayatımın bu döneminde anlamaya başladığım gibi; bazen bazı şeyleri 2+2 şeklinde mutlak bir kesinlikle açıklayamayız. Bu bizim elimizde olan bir şey değil. Bu noktada materyalistlerin somut şeylere olan inancı daima şaşırmıştır beni, gözlerinle gördüğün şeylerin varlığına nasıl inanabilirsin en ufak şeyde manipüle edilebilecek bir varlığa sahipken. İlginç gerçekten. Yazar bunu özellikle mi yaptı yoksa bu benim geniş hayal gücümün bir yorumlaması mı bilmiyorum ama kör rahibin kurduğu tuzak kafamda "okuduğumuz kitaplar da tıpkı Poetika'nın siyah zehri gibi bizi olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilerler daima" fikrini oluşturdu. Okuduğumuz kitaplardaki şeyleri sanki onları parmaklayarak içmişiz gibi etkiliyor, onları ruhumuzla içiyor, yutuyoruz aslında. Bunun bilinçli olarak yapıldığını düşünüyorum çünkü gerçekten büyüleyici bir tarzla aktarımdı. Kör rahibin radikalliği hakkında ise, o tür insanlarla hiçbir dönem karşılaşmamak umuduyla şu satırları yazmak istiyorum. Bir insanın bir ideal ve dava uğruna kendini bile feda ediyor oluşu dehşet korkunç bir olay değil mi ama? İnsan doğasının beklenmedik ve bir o kadar beklenen yönünü ortaya çıkarıyor adeta. Ona kızmıyorum, doğruların bu olduğunu düşünüyordu. İnsanların karakterleri farklı farklıdır. Ama şunu da bildiğimi düşünüyorum ki gerçek bir insan daima diğerlerini dinlemeli ve kendi fikirlerine daima bir hata payı bırakarak Decartes olmalı zaman zaman. İnsanların bir davaya tutunmalarının sebebinin davanın asıl amacına hizmet etmek değil de kendi kurtuluşları için bir umut dalı uzatılıyor oluşu olduğunu okumak zihnimde belli yerleri açarak, gerçekten öyle, dememe sebep oldu. Politikada at nalı teoremi diye bir husus var, basitçe açıklamak gerekirse en radikal fikirler ne kadar uç bir noktaya çıkarsa o kadar birbirine benzerler. Faşizm ve anarşizm bir noktada aynı şeyler demeye benziyor. Bu görüş de bana bunu hatırlattı, insanlar davaya dava için değil odak noktaları başka şeyler olduğu için tutunuyorlar. Kitabın sonunda Umberto Eco ile bahsedilen şahıs ise tabularımı yıkmama yardımcı oldu diyebilirim, sınırlar sizi özgürleştirir felsefesini okuduğumda. Bendeniz edebiyatın en mükemmel halinin doğal olarak gelişecel bir şey olduğunu, analitik bir şekilde bilgisayarlaşırsa ruhunu kaybedeveğini savunurdum daima. Ama bu şahıs böyle bir kitabı böyle mekanik bir hafıza ile yaratabiliyorsa bir noktada yanılıyorum demektir. Şaşırtıcı. Hala gerçek gibi gelmiyor. Son olarak da kitabın ismine dair birkaç kelam edeceğim. Bizim için hoş bir tesadüf ama Gülün Adı aynı zamanda kahkaha anlamına gelen 'gülmek' fiilini de içinde barındırıyor. İsmi Gül çiçeği ile aynı anlama gelen biri olarak ismimi şu ana kadar hiç sevmedim. Bu kitaptan sonra şöyle bir araştırdım ve gülün gerçekten nasıl bu kadar şeyi ifade ettiğini görünce şaşırdım. Belki sizde şaşırmaya gönüllü olursunuz diye aşağıya kaynak bırakıyorum. astroset.com/bireysel_gelisi... Defterin sayfaları azalırken lafımı sonlandırmam gerektiğini fark ediyorum bende. Bu anılar dizisi üzerinde günler boyu konuşmaya değecek nitelikte, fakat buna ne mürekkebim, ne defterim ne de ömrüm yeter. Her güzel şeyin bir sonu vardır ama o güzel şeyi tekrardan okuyabilme şansına daima sahipsin demek istiyorum. Büyük ihtimalle tüy kalemimi kenara koyduktan sonra anıları tekrar okuyacağım, bir süre sonra tekrar ve bir süre sonra bir kere daha. Yaşımı aldıkça yaşananlara olan bakış açımın gelişiyor oluşunu seyredeceğim. Belki kitabın kopyasını çıkarır ve bir manastıra bırakırım her şey bittiğinde. Bu sayede şu anda ufak tefek bir kitap satıcısı olan Adso'nun emeklerinin karşılığını bulmasına yardımcı olabilirim. Hiçbirimiz pek çok insanın yakalandığı kara veba gibi yaygın bir hastalıktan kaybettiğimiz William'ın trajedisini, (çömez burada öyle bir insanın diğer herkes gibi ölmüş olması hususuna dikkat çekiyor) bu defter cildinin kör rahip tarafından bir ateş yığınına atılıp kaybolması şeklinde tekrardan yaşamak istemez. Değil mi ama?
Gülün Adı
Gülün AdıUmberto Eco · Can Yayınları · 202012.7k okunma
·
256 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.